Arşiv

Archive for the ‘klasik’ Category

Salgın Günlüğü – 2

24/04/2020 1 yorum

Ufak çöp atmaları saymazsak evden hiç çıkmadığım dördüncü haftayı da bitirmek üzereyim. Lakin haftaya bu dönem de sona erecek ve düzenli ofise gitmeye başlayacağım.

İlk salgın günlüğümde evden ne kadar verimli çalıştığımdan ve hatta bu durumun normal mesai kavramını değiştirdiğinden bahsetmiştim. Sen misin, öyle yazan? Haftaya vardiyeli şekilde çalışmaya başlayacağım. Bu garip dönemde ofis hayatı da bir o kadar garip olacaktır. İzlenimlerimi üçüncü günlükte anlatırım artık.

Lütfi Ö. Akad

Yaklaşık 14 ay sonunda (sadece bazı geceler okuduğumdan bu kadar uzadı) Alâeddin Şenel’in Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi‘ni (4. Baskı, 2018, İmge Kitabevi) bitirebildim. Büyük patlamadan yakın çağa kadar insanlığı etkileyen olayları aktaran bu devasa kitabı, dünya hakkında birazcık kafa yoran herkese tavsiye ederim. Bana çok şeyler kattı, üzerinde bayağı düşündürdü ki bu düşüncelerin bir kısmını şu yazımda okuyabilirsiniz. Ardından aylık rutin dergilerimle biraz rahatlayınca sonbaharda başlayıp devam edemediğim Lütfi Ö. Akad otobiyografisi Işıkla Karanlık Arasında‘ya (2. Baskı, 2018, İletişim Yayıncılık) tekrar başladım. Sinema literatürünün klasiği François Truffaut’un Hitchcock nehir söyleşisinden (1. Baskı, Çev.: İlyas Hızlı, 1987, Afa Yayınları) sonra Akad’ın anılarını okumak çok ilginç oldu. Biri dünya, biri de ülkemiz sinemasına damga vurmuş bu iki yönetmenin, yönetmenliği öğrenmek için benzer -hatta kimi zaman aynı- yerlerden geçtiğini görmek çarpıcı. Daha fazlasını oku…

Benden Şarkılar – Like a Rolling Stone (Bob Dylan)

27/01/2018 1 yorum

Neden? Merak ettiğimiz bir şeyi sorgulamak istediğimizde ağzımızdan çıkan kelime, ‘neden’dir. İnsan bu, bilemez, aklına takılır ve sorar. Bazen başkalarına, bazen de kendisine.

Hiçbir zaman bir Bob Dylan hayranı olmadım. Büyük bir müzisyen olduğu aşikârdı lakin bana göre değildi. İçten içe de aklımı kemiriyordu, sesi pek de iyi olmayan birine nasıl bu kadar önem verildiği. Geçen yıl Nobel aldığında bu merağım daha da arttı. Onca harika müzisyen varken neden Bob Dylan Nobel Edebiyat Ödülü alıyordu?

İki ay önce spotify’de ‘Rolling Stone’s 500 Greatest Songs of All Time’ listesini buldum. Rolling Stones, ABD’nin ünlü bir müzik dergisi ve 2004’te müzik otoritelerine sorarak böyle bir liste yapıyor. Listenin ilk sırasında da Bod Dylan’ın ‘Like a Rolling Stone’u var! Arka arkaya dinledim birkaç kere ama şarkıyı yine anlamadım. Dedim kendi kendime “Bu şarkı ilk sıradaysa kesin bir olayı var! Ben atlıyorum.” Bu sefer üşenmeyip araştırmaya başladım hem Bob Dylan’ı, hem de bu başyapıtını. Daha fazlasını oku…

İnsan ve İnanç Üzerine – Dekalog II: “Allah’ın adını boş yere ağzına almayacaksın!”

02/05/2015 1 yorum

Dekalog‘un ikinci bölümü, bir kadının derin ikilemi ile kadının bu ikileme hakem olmasını istediği bir doktorun kararsızlığı üzerine. Yoğun sembolik anlatımlar, enfes yakın çekimler ile üst düzey teknik yetkinlikler ihtiva eden bölümü başlı başına bir başyapıt olarak bile nitelendirebiliriz.

dekalog

Kocası ağır hasta olarak komada olan Dorota, hayati bir ikilemle boğuşmaktadır. Kocasını çok sevmesine ve onun akıbetini merak etmesine rağmen, aynı zamanda başka biriyle beraberdir ve o adamdan hamiledir. Yaşı bir hayli ilerlemiş olan Dorota, bu hamileliğin onun son şansı olduğunun bilincindedir. Kendisi gibi bir müzisyen olan sevgilisi yurtdışındadır, Dorota’dan yanına gelmesini ve birlikte yaşamalarını istemektedir. Yani Dorota ya ölüm döşeğinde olan kocasını seçecek ve kürtaj olacaktır ya da sevgilisini seçecek ve yurt dışında çocuğuyla beraber yeni bir hayata başlayacaktır.

Kocasının doktoru, iki yıl önce köpeğini öldürmesi dışında hiç iletişim kurmadığı alt komşusudur. Bir sabah, oldukça yaşlanmış olan doktorun kapısına giderek ondan bilgi ister, doktor da onu tersler. Gün boyunca ikisi arasında süren kovalamaca, akşam doktorun evinde sonlanır. Doktora durumu anlatan Dorota, ondan kesin bir bilgi vererek hakem olmasını ister. Ama hayatı görmüş geçirmiş olan doktor, kesin bir sonuca varılamayacağı konusunda ısrar eder.

dekalog-ii-1

Dorota hayal kırıklığıyla evine döner. Doktorun cevabı, ona güven veren kocasını seçmesini sağlar. Kürtaj için randevu alır ama bu sırada sevgilisiyle iletişimini sürdürür. Son konuşmasında kürtaj olacağını söyleyince bu durumda hiç gelmemesini söyleyen sevgilisi de onu hayal kırıklığına uğratır. Sabah kürtaj öncesi hastaneye uğradığında, yıllar önce ailesini bir felakette kaybeden ve hâlâ onların özlemini çeken doktor, hastanın öleceğini ve kürtaj olmasına gerek olmadığını söyler. Bölümün sonunda kocanın ayaklandığını ve doktora baba olacağını söylediğini izleriz. Daha fazlasını oku…

33. İstanbul Film Festivali Notları – 2

Aysel Bataklı Damın Kızı [Muhsin Ertuğrul – 1934 – Türkiye]

Sinema tarihiminiz ilklerini temsil eden bir klasik. Kesin olamasam da ilk köy filmi ve aynı zamanda ilk popüler film denilebilir. Senaryosu, Tösen fran Stormyrtorpet adlı bir İsveç filminden ünlü yazarımız Nazım Hikmet tarafından uyarlanmıştır. Müzikleri ünlü besteci Cemal Reşit Rey’e aittir. Yönetmeni ise dönemin sinema ve tiyatro sektörlerine hegemonya kurmuş Muhsin Ertuğrul’dur. Oyuncular da Ertuğrul’un kadrosudur: Talat Artemel, Cahide Sonku (ilk ünlü olduğu film), Hazım Körmükçü (bizim tanıdığımızın dedesi), Feriha Teyfik (ilk tescilli güzelimiz), Mahmut Moralı, ..

aysel-batakli-damin-kizi

Hikaye, temizliğe gittiği eski evin sahibinden bir çocuğu olan Aysel’in mahkemesiyle başlar. Nafaka vermemek için çocuğu kabul etmeyen adamın yalan söylemesine dayanamayan Aysel, davadan vazgeçer (“Çocuğumun babasının yalan söylemesine gönlüm el vermiyor, Hakim Bey!”). Bunu takdir eden köyün zenginlerinden Ali, Aysel’i evine hizmetçi olarak alır. Aynı sırada da yine zengin olan ve İstanbul’da okumuş Gülsüm ile nişanlanır. Gülsüm de evlilik için Aysel”in atılmasını şart koşar ve attırır. Düğün öncesi Ali’nin gittiği meyhanede bir adam öldürülür ama Ali geceden bir şey hatırlamamaktadır ve kendisinin öldürdüğünü sanar. Hakikati ise Aysel bilmektedir.

Sinemamızın ilk dönemi olan Tiyatrocular Dönemi’ne (asıl işi tiyatro olup yazın film çeken kişilerdir, başlarında Muhsin Ertuğrul vardır ve 1948’e dek sürer) ait olduğundan oldukça vasat olduğunu sanıyordum. Oysa ki yan öykülerle destekli iyi bir hikaye kurgusu, güzel diyaloglar, başarılı oyunculuklar ve en önemlisi gayet başarılı bir yönetmenlik buldum. Bazı çekimler beni çok şaşırttı, Yeşilçam’da bile pek kullanılmayan açılar bulunuyor ki bunlar hikayeye oldukça dinamizm katıyor. Ayrıca dönemin politikası da gereği köylüye yapılan vurgu önemli. Ama en mühim mesajı, ezilen ama gururunu satmayan kadın üzerinden veriyor. Film boyunca Aysel’e yapılan iftiralar ve bunların karşısında Aysel’in duruşunu göstermesi oldukça feminen bir açı katıyor filme. Çekimlerin Bursa’nın Çalı Köyü’nde (artık mahalle oldu!) yapıldığını ve film 70’lerde TRT’de yayınlandığında köyde ufak çaplı olay yaşandığını (“Ölmüş dedemin genç hali televizyonda nasıl gözükebilir?” gibi sorular yüzünden) ilginç bir not olarak düşelim. Tarihimize dair önemli bir yapıt.

Yatık Emine [Ömer Kavur – 1974 – Türkiye]

Bana göre ülkemiz sinema tarihinin en iyi yönetmeni olan ama yeterince değer verilmeyen Ömer Kavur, daha ilk filminde izleyenleri şaşırtmayan bir konu seçmiş. Refik Halit Karay’ın bir öyküsünden Turgut Özakman’ın uyarladığı eser, adı kötüye çıktığı için devlet tarafından şehir şehir sürgün edilen Emine’nin son durağında başına gelenleri anlatıyor. İsmi açıklanmayan Anadolu’nun bir kasabasına getirilen Emine, namı kendisinden önce geldiği için hakaretlere, şiddete ve açlığa maruz kalıyor. Sadece iş ve yiyecek ekmek isterken Anadolu insanının acımasızlığı, kibri  ve önyargısıyla oradan oraya savruluyor. İzleyicinin acı çekerek izlediği filmde, Emine’ye tek insan gibi davrananların şehir dışından (hatta İstanbul’dan) gelmiş olmaları da dikkat edilmesi gereken bir öğe. Herhalde Yaban‘dan sonra Anadolu insanının gerçek yüzünü bu kadar açık ve gerçekçi şekilde gösteren başka bir eser görmemiştim.

yatık-emine

Anadolu’da bir birey olmanın (hele yabancı ve kadınsan) zorluklarını oldukça dramatik şekilde aktaran Kavur, 8 yıl sonra aynı konuyu bir aşk hikayesi içine yedirerek başyapıtlarından Bir Kırık Aşk Hikayesi‘ni çekmiştir. İlk filminde ise konuyu alabildiğine sert ele almış ki bu husus filmin seyrini zorlaştırıyor. Ayrıca senaryodaki bazı yan hikayelerin hava kaldığını görülüyor. Yine başrollerdeki Necla Nazır ile Serdar Gökhan’ın plastik oyunculukları da ilgi kaybettiriyor (Gökhan’ın Ayı Dansı sahnesi çok yapmacık mesela). Kavur’un bu olmusuzluklara rağmen, hikaye çatısını oturtması, atmosferi kurması ve derdini tavizsiz anlatışıyla sinema tarihinimizdeki sayılı filmden biri olarak anılmayı hak ediyor. Daha fazlasını oku…

Hayattan Notlar

  • Yine kitapla bir ‘Hayattan Notlar’a daha başlayalım: Geçtiğimiz ay gösterime giren Baz Luhrmann’ın The Great Gatsby‘sini izlemeden kitabını okuyayım, dedim kendi kendime. Kitabı gösterim öncesi bitirmeme karşın, film hakkındaki sürüyle negatif eleştiri sayesinde filme gitmedim. Bir ara izlerim nasılsa. Lakin geçen hafta, 1974 yapımı uyarlamasını izledim. Klasik ve kolaya kaçan bir uyarlama olmuş. Yönetmeni Jack Clayton, adamın neredeyse en ünlü filmi bu. Asıl senarist bomba: Francis Ford Coppola! Coppola adından beklenildiği kadar yaratıcı değil. Zaten okuduğuma göre esas senaryoyu çok cüretkar değişikliklerle Truman Capote (bkz. Breakfast in Tiffany ve In Cold Blood) kaleme almış ama stüdyo beğenmemiş. Oyuncu seçimi fiyasko bence: Robert Redford ve Mia Farrow. İkisi de yakışmamış.

great gatsby

  • Kitaba gelirsek; çok başarılı olduğu kesin. Fitzgerald burjuvazinin kibrini, tekdüzeliğini ve vurdumduymazlığını altmetinlere iyi yedirmiş. Yüzeyden bakınca, tipik bir zengin kız-fakir oğlan hikayesi lakin altı çok iyi beslenmiş. Karakterler gayet canlı ve tökezlemiyor. Hem kaliteli hem de zevkli bir kitap okumak isteyenlere tavsiyemdir.
  • Ondan hemen sonra en sevdiğim film eleştirmeni olması dolayısıyla Uygar Şirin’in Karışık Kaset‘ini okudum. Bir şaheser olmadığı kesin, yer yer klişeler de var lakin ben kitabı çok sevdim. Sebebiyse kendimi bulmam. Ana karakterin bazı özellikleri ve bazı davranışları bana acayip benziyor. Zaten sulugöz bir romantik film hayranı olarak konu da bir süre sonra beni eline aldı. Aralarda da enfes şarkılar var. Sıkılmadan okunacak, sağlam bir roman.

karışık kaset

  • Şu sıralar ise ünlü Game of Thrones dizisine konu olan A Song of Ice and Fire kitap serisine başladım. Daha ilk kitabın 200. sayfasını yeni geçsem de serinin ana görünümü belli oldu. Kitaplar, asıl gücünü olay örgüsünden ve fantastik türü layığıyla kullanmasından alıyor. G.R.R. Martin kolay okunan (İngilizcesi gayet anlaşılır), akıcı ama yüzeysel bir eser yaratmış. Daha bir sürü ayım bu eserle geçecek gibi duruyor, sırf olayların gidişatı için soluksuz okunabilir.

a song of ice and fire

  • Konserlere gelirsek, mayısın başında ilk senfoni konserime gittim. İKSV ve Eczacıbaşı, merhum Şakir Eczacıbaşı anısına New York Filarmoni Orkestrası’nı 2 günlüğüne İstanbul’a getirdi. Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen konserlerin ikinci gününe katıldım. İlk senfonik konserimdi ama hiç sıkılmadım. Önce çevremi gözlemledim. Oldukça şık bir davetli topluluğu vardı. En ucuz biletlerin olduğu balkonda daha çok benim yaşlarımdaki kitle vardı ve ortam daha rahattı. Şortla gelen bile gördüm. Konserin ikinci arasında çaktırmadan ana salona indiğimizde ise profil değişimi çok açıktı. Tamamen abiye kıyafetler için üst sınıftan oluşan bir tabaka. Gayet şık bir kumaş pantolon-gömlek kombinasyonu yapmama rağmen ben bile eğreti kaçıyordum aralarında. Daha fazlasını oku…

Ayrılık Sonrası İzlenecek Filmler

Devir internet devri. Herkesin takip ettiği sürüyle site var. Bu siteler de kafalarına göre bir sürü liste yayınlıyor. ‘En İyi Soygun Filmleri’, ‘İstanbul’u En İyi Kullanan Filmler’, vs. Bazıları gerçekten çok bilgilendirici oluyor, mesela 2 yıl önce Total Film ‘Sinemayı Değiştiren Filmler’ listesi yayınlamıştı, çok dolu bir içerikle.

Vesselam, benim de aklıma bir liste geldi, daha önce yapan olmuş mudur, hiç araştırmadım. Son 1.5 aylık kişisel deneyimime de dayanarak, bir liste yapayım dedim. Belli bir sıralama yapmadım, mutlaka bu listede olmayıp bilmediğim/hatırlamadığım filmler de vardır. Onları da yorum niyetine siz eklersiniz artık.
Daha fazlasını oku…

1966’da Güneydoğu Sorunu: Hudutların Kanunu

Gündemi takip ederken bazen eskilere de bakmak lazım geliyor. Çünkü bugün yaşananların hepsinin kökü geçmişte ve elbet bir şekilde size ipucu veren doneleri yakalabiliyorsunuz. Bazen eski bir haber, eski bir hikaye yada eski bir film. Mesela Yılmaz Özdil dünkü yazısında eski bir yazısını aynen kullandı, hiç de sırıtmadı çünkü gündem değişse de, özdeki sorun bakiydi.

1966’da Lütfü Ö. Akad ustanın çektiği Hudutların Kanunu filmine bugünden bakmak ilginç oluyor. Hikayesini Yılmaz Güney’in yazdığı ve Akad ustanın senaryolaştırdığı film, muhtemelen Suriye sınırında geçen hikaye bir kaçakçılık öyküsü anlatır. Bir sınır köyünde yaşayan Hıdır (Yılmaz Güney), güvenilir bir kaçakçıdır. Civar jandarma komutanının vurulması sınırda denetimi arttırınca, daha küçük bir kaçakçı olan Hıdır’a daha çok iş düşer. Yeni gelen komutan, durumu anlayıp Hıdır’ı uyarır, aynı zamanda da köye okul kurulması ve kaçakçılık dışında bir iş tutulması için Hıdır’la işbirliği yapar. Ama yörenin şartları, bu güzel hayallere izin vermez…
Daha fazlasını oku…

Eski Yazılar – 1 : Before Sunrise & Before Sunset

23/05/2012 1 yorum

Ben yazı yazmaya sadece bu blogla başlamadım. Ondan çok önce de kendi kendime karalıyordum. Yavaş yavaş o yazıları da burada yayınlayacağım. İmla hataları hariç düzeltmeden, olduğu gibi. Bakın, eskiden nasıl düşünüyormuşum, nasıl hatalar yapıyormuşum. Aşağıdaki yazıyı 2005 şubatında İzmir’de yazmıştım. Buyrun efendim:

BİR ADAM, BİR KADIN VE SINIRLAR

             Nasıl başlayalım? Şimdi işin öncesinden başlarsak yazmaya sayfaya yetmez. Çünkü işin başlangıcı insanoğlunun başlangıcıyla başlıyor. Yani işin öncesini atlayalım. Biz direkt konuya girelim. Aslında anlatmak istediğim konu oldukça basit. Çoğu dilde üç-dört harfle ifade edilebiliyor fakat tanımına sayfalar yetmiyor. Çünkü kimse daha onu tam olarak tanımlamayı başaramadı. Uğruna seferler düzenlendi, destanlar yazılıp hayatlar feda edildi. Ama sonuçta kimse tam olarak tanımlayamadı. Biraz da bu olayın bireyselliğiyle ilgili. Sonuçta herkes onu kendine göre yaşıyor. İki kişi arasında yaşanıp giden bu olay, çoğu zaman sanat eserlerine konu oluyor. Bir şarkıda ya da resimde o duyguların yansımalarını görebiliyoruz. Hatta bazen bu yansımalar o duyguyu salt kelimelerden daha iyi ifade edebiliyor. Ben de bu duyguyu sinema üzerinden anlatmaya çalışacağım. Bunu için birbirinin devamı olan iki film seçtim. Gelin bu iki filmi analiz ederek aşkı tanımla(yama)maya çalışalım.

İlk filmimiz 1995 yapımı Before Sunrise/Gün Doğmadan. Film, Avrupa’yı trenle dolaşan iki üniversite öğrencisinin bir gününü anlatıyor. Erkek olanı Amerikalı. Aslında Madrid’e kız arkadaşını ziyarete gelmiş ama kız arkadaşının değiştiğini görünce birkaç gün içinde ayrılmış. En ucuz uçağın Viyana’dan olduğunu öğrenince de hem zamanı olduğu için hem de biraz gezmek için Avrupa’yı gezmeye karar veriyor. Filmin başladığı günün ertesi günü uçağı kalkacak. Kız olanı ise Fransız. Sırf eğlence olsun diye Avrupa’yı gezmeye çıkmış fakat şimdi dönüş yolunda. Hatta ertesi gün bir arkadaşına Paris’te yemek sözü var. İşte bu birbirlerinden farklı iki genç trende buluşuveriyor. Yan koltuğunda oturan bir çiftin kavgası yüzünden kız kalkıp oğlanın çaprazına oturuyor. Gelen tartışma sesleri yüzünden konuşmaya başlıyorlar. Biraz sonra seslerden iyice rahatsız olup yemekli kompartımana geçiyorlar. Bir yandan bir şeyler atıştırıp bir yandan birbirlerine sorular soruyorlar. İkisinin de birbirlerinden hoşlandığı belli ama birbirlerine belli etmemeye çalışıyorlar. Derken tren Viyana’da duruyor. Oğlan “Benle gelsene, gezeriz.” diyor. Kız ufacık bir tereddütten sonra sırt çantasını kapıp trenden iniyor ve ikilinin Viyana turu başlıyor. Kah yürüyerek kah oturarak Viyana’yı turluyorlar. Arada dönme dolaba biniyorlar, bir bardan şarap dilenip ertesinde bir dilenciye şiir yazdırıyorlar. Kısacası ertesi gün, gün doğana kadar dilediklerini yapıp eğleniyorlar. Bütün bunları yaparken gün doğunca ayrılacaklarını biliyorlar. Hatta kızın tavsiyesi üzerine bütün klasik ilişkilere inat gerçekçi olmalarını ve o gecenin onların ilk ve son geceleri olduğunu kabullenip bir daha buluşmamaya karar veriyorlar. Sonuçta doğal olarak gün doğuyor. Oğlan kızı trene bindirmek için perona geliyorlar. Son kere öpüşürlerken sözlerini unutup 6 ay sonra aynı peronda buluşmaya karar veriyorlar ve ayrılıyorlar.
Daha fazlasını oku…

Shadows [1959 – John Cassavetes]

‘Bağımsız film’ nedir? Son yıllarda çoğu sinemaseverin kafasını kurcalayan sorulardan biri. Hangi filme bağımsız denir? Bir ölçütü var mı?

Aslında hem var, hem de yok! Var çünkü terim olarak ‘bir stüdyo tarafından çekilmemiş her film’ bağımsız oluyor. Ama artık stüdyolar tarafından desteklenmeyip çekilen bir sürü popülist film de var. Mesela bu tanıma göre Türkiye’de çekilen her film bağımsızdır çünkü ülkemizde stüdyo sistemi yok. Fetih 1453‘e bağımsız demek, komik olmaz mı ama? O yüzden daha spesifik bir tanımla ‘ana-akım dışı yapım’ denilebilir. Bu sefer de ‘ana akım’ın ölçütleri nelerdir sorusu gündeme gelir ki yeterince karmaşık ve sonu gelmeyecek bir tartışmaya dönüşür. Örneğin geçen ay tüm dünyada gişe rekorları kıran The Hunger Games‘in ilk 10 dakikası gayet ana akım dışı çekimlere sahipti. Bu yüzden de, hele günümüzde, gerçek manasıyla bir bağımsız film bulmak çok zorlaştı.

Shadows ise bu konunun doğuşunu simgeliyor çünkü çoğu sinema tarihçisi tarafından ‘ilk bağımsız film’ olmakla anılır. Bugün çoğunluğun ‘bağımsız filmin babası’ olarak tanıdığı John Cassavetes’in ilk uzun metrajıdır. Aslında Hollywood’ta orta çapta ünlenmiş bir aktör olan Cassavetes’in asıl tutkusu yönetmenliktir ama bunu ısrarla stüdyo sistemi dışında, kendi koşullarında yapmak ister. O yüzden de, katıldığı radyo programlarında dinleyicilerden birer dolar istemek gibi yöntemlerle ve verdiği oyunculuk atölyelerindeki öğrencileri ile arkadaşlarını oynatarak 2 yılda ilk filmini çeker.
Daha fazlasını oku…

New York, New York (1977)

‘New York, New York’ şarkısını duymayanız yoktur sanırım. Frank Sinatra’dan tutun da bir sürü şarkıcı seslendirmiştir. İşte o şarkının asıl çıkışı, şarkıyla aynı adı taşıyan filme dayanıyor.

Martin Scorsese’nin Taxi Driver‘ın hemen ardından çektiği bu film, dışarıdan bakıldığında sıradan bir müzikalmiş gibi görünse de aslında daha fazlası olduğunu kanıtlıyor. Bir sinema manyağı olarak tanımlayabileceğimiz Scorsese’nin, Hollywood’un altın çağındaki müzikallere bir saygı duruşu aslında. 70’lerle beraber iyice demodeleşen ama buna rağmen birkaç sağlam örneği de (All That JazzCabaret, Bugsy Malone) yine bu on-yılda veren müzikal türüne son defa göz atıyor sanki Scorsese.
Daha fazlasını oku…