Arşiv

Archive for the ‘ilişki’ Category

Past Lives: 21. yüzyılda aşk hâlâ mümkün mü?

25/11/2023 1 yorum

Tarihte küreselliğin ve bireyselliğin en fazla arttığı çağda yaşıyoruz desem, eminim çoğunuz bana katılacaktır. Fizikî sınırların bazı açılardan anlamsızlaştığı bu çağda, bireyler de -daha önce hiç olmadığı kadar- kendi yaşamları üzerinde karar verme özgürlüğüne sahip. Yeterli paranız ve/veya eğitim altyapınız varsa istediğiniz ülkede, istediğiniz şekilde yaşayabilirsiniz (en azından teoride). Böyle bir dünyada birine bağlanarak diğer seçeneklerin tümünden vazgeçmek ne kadar olası sizce?

Kore asıllı Amerikalı Celine Song’un, kendi anısından yola çıkarak yazıp yönettiği Past Lives (2023), aslında doğrudan bu soru üzerine değil. 12 yaşında Kuzey Amerika’ya ailesiyle göç eden Koreli Nora’nın yıllar sonra, taşınmadan önce çıktığı çocuk olan Hae Sung’la ilişkisini konu alıyor film. Aradan 12 yıl geçince internet üzerinden uzun mesajlarla arayı kapamaya çalışan çift, Nora’nın ilişkiye de dönemeyen (çünkü paraları uçağa yetişmeyecek kadar öğrenci ve gençler) bu durumdan sıkılarak kariyerine odaklanmak istemesiyle bir 12 yıl daha kopuyor. Lakin artık Nora bir Amerikalı’yla evlidir ve New York’ludur. Hae Sung ise Nora’yı ilk günkü kadar sevmektedir ve sırf onu görmek için New York’a gelir.

Daha fazlasını oku…

Benden Şarkılar – Sen Diyorsun ki

Hem ülke, hem de dünya olarak oldukça karanlık günler geçiriyoruz. Böyle zamanlarda beni sarsarak yaşadığımı hissettiren genelde sanat olur. Bazen bir kitap, bir film, bazen de ufacık bir şarkı! Yine böyle oldu. Geçenlerde spotify’da Anatolian Rock Revival Project’in enfes listesini rastgele dinlerken kulağıma bir şarkı takıldı. Daha önce de dinlemiştim ama bu sefer başka bir vurdu beni.

Şarkıyı söyleyeni tanısam da adına bakma ihtiyacı hissettim. Çünkü sesin çok genç olduğu barizdi ve yanılabileceğimi düşündüm. Ama yanılmamışım, şarkı Bulutsuzluk Özlemi’nin beyni olarak tanıdığımız Nejat Yavaşoğulları’nın gruptan önceki dönemine ait.

Beni etkileyen, şarkının sözleri ve de Yavaşoğulları’nın sade yorumu oldu. Sözlerin bana hissettirdiklerine geçmeden önce bu sade yorumun önemini biraz açayım. Yavaşoğulları’nın Fikret Kızılok’tan alıntı yaparak Nilay Örnek’in podcast serisinde belirttiği üzere, kendisi biraz bağırarak şarkı söyleyen bir yorumcu. Zaten kendisi, tıpkı Bob Dylan gibi, sesi ve şarkı söyleyişinden daha çok; şarkılarının içeriği, ülkemizin müzik camiasındaki duruşu ve sürekliliğiyle sevilmiş ve kendisine yer edinmiştir. Bu şarkıda bariz bir John Lennon öykünmesi de hissettim.

Daha fazlasını oku…
Kategoriler:hayat, ilişki, şarkı Etiketler:

Sevdiğim Yerli Ayrılık Şarkıları

Bu listeyi ve yazıyı hazırlama fikri yaklaşık bir yıl önceye tarihleniyor. Düğünde çalmak için Spotify listeleri hazırlarken sevdiğim aşk şarkıların çoğunun ayrılık üzerine olduğunu fark ettim. Lakin eşim, “Böyle bir günde ayrılık üzerine şarkılar çalamazsın.” gibi mantıklı bir sebep öne sürünce koyamadım hiçbirini. İçimde de kaldı hani. Sonraları bunun üzerine arada kafa yormaya başladım, belli bir amacı olmadan.

Ayrılık durumunun ‘âşık olma’ sürecindeki önemine aslında Louie (2010-2015) dizisinin 4. sezon 10. bölümündeki bir sahne ile ayırdına varmıştım. Kısaca deniliyordu ki aşk ilişki süresince değil, bittikten sonra başlar. Çünkü ancak o zaman birey durum hakkında düşünmeye başlar ve kafasının içinde aşkın dolambaçlı yollarında kaybolur. Nitekim dünya üzerinde sevilen, bilinen aşk hikâyelerinin hemen hepsinin ayrılık içermesi bir tesadüf olamaz. Leyla ile Mecnun‘dan Romeo ve Juliet‘e, Casablanca‘dan (1942) Paris, Texas‘a (1984)…

Böylece bu listedeki şarkıları kendi kendime dinlerken ayrılık süreci ve böyle bir eserin yaratılış sebeplerine kafa yormaya başladım giderek. Mart gibi de bu fikirlerden bir yazı hazırlama düşüncesi kafama düştü. O günden beri de bu yazıyı zihnimin derinliklerinde hazırlıyorum aslında. Liste, oluşurken bayağı da değişti. Süreç içinde şarkıları bu gözle dinlemeye başladığımdan yenileri eklenirken, ilk koyduklarımdan bazılarını çıkardım.

Doğal olarak bu liste çok kişisel. Tamamen kişisel zevklerimden peydahlandı, onlar üzerine düşüncelerim de bu yazıya dönüştü. Artık lafı fazla uzatmadan şarkılara geçelim:

Not: Sıralamayı rastgele yaptım, bir neden içermemektedir.

Not #2: Listeyi Spotify’den dinleyebilirsiniz. Alttaki listeye tıklamanız kâfi. Ayrıca Youtube videoları da koydum ki bazı şarkılar ayrı dinlenebilsin.

Hareket Vakti – Umay Umay (1994)

90’lardaki rock örneklerinin ilklerinden olan bu parçanın söz ve müziği, sonradan Teoman’ın da çıkışına yardım edecek Barlas’a ait. Umay Umay’ın en iyi iki şarkısından biri (diğeri “Düşmedim Daha”) olan eser, değişemeyeceği anlaşılan sevgiliye yazılmış bir veda mektubu olarak düşünülebilir. Birçok ayrılığın ana sebeplerinden biri üzerine olan yapıtın arka vokalinde ise birkaç sene sonra yıldızı parlayacak ünlü bir isim var.

Daha fazlasını oku…

Evdeki Huzur – İkinci Yıl Özel Yazısı

04/08/2018 1 yorum

“Evdeki huzur… Zenginlik budur…” Yıllar önce yayınlanan bir hayat sigortası reklamındaki bu replik bence çok önemli bir gerçeği özetliyor.

Kazanılan tüm paralar, savaşlar, kavgalar, başarılar; hepsi tek bir amaca hizmet ediyor. Ait olduğunu hissettiğin yere geldiğinde huzur içinde soluklanıp rahatlamak. En azından benim için böyle. Lakin aksini düşünenleri gözlemlediğimde, okuduğumda, izlediğimde giderek kendilerini tükettiklerini ve kazandıklarına inandıkları tüm o şeylerin kolayca gidebildiğini görüyorum. Belki de ben kendimi kandırıyorum ama zenginliğin maddiyatla alakası olmadığını, maddi şeylerin bir ilüzyondan ibaret olduğunu düşünüyorum.

Tabii bunları yazmak basit gibi dursa da kanıksamak, özümsemek, anlamlandırmak yıllarımı aldı. Bu gerçek, maalesef okuyarak veya dinleyerek öğrenilemeyen şeylerden. Tıpkı aşk gibi… İstediğiniz kadar romantik komedi izleyin, tüm aşk romanlarını hatmedin aşkı öğrenemezsiniz. Yaşamanız, hissetmeniz, kemiklerinizin içindeki iliklerde duyumsamanız gerek.

Engelli bir birey olduğumdan kendimi benimseyebilmem uzun yıllarımı aldı. Bir insanın kendisini sevmeden başkasından bunu beklemesi de bana saçma geldiğinden tüm gençliğim herkese, her fırsatta evlenmeyeceğimi söyleyerek geçti. Hayat planımı da ömür boyu yalnız kalacak şekilde planladım, adımlarım hep bu yönde oldu. Lise yıllığımda sayfama bakanlar bu sebeple MFÖ’nün “Yalnızlık Ömür Boyu” dizeleriyle karşılaşırlar.

Tabii içimde hep “Ya biri çıkarsa…” hissi olduğunu da eklemem gerek. İnsanoğlu bu, hayallere kapılıveriyor bazen. Lafı fazla da uzatmayayım, İstanbul’da kaba bir düzene girdikten sonra birkaç ilişki de yaşadım. Lakin hepsinde şu gerçek bâkiydi: “Bir eve gidip yalnız kalsam, dizimi/filmimi izlesem rahatça…” Hiçbirinde gerçek huzuru bulamadım ki zaten birkaç ay bile sürmediler.

Tam iki yıl önce, Koşuyolu’nda bir restaurantta Damla ile tanışana kadar da hayatım böyle geçti. Damla ile daha en başından, ilk buluşmamızdan itibaren her şey farklıydı. Bir kere konuştuk, birbirimizi dinledik ve anlamaya çalıştık. Sanırım herhangi bir ilişkideki –sadece romantik olanlar değil— en önemli faktör dinlemek ve anlamaya çalışmak. Temeli sağlam olan bir ilişki, kolayca yıkılamıyor.

Diğer önemli faktörse samimiyet. Günümüz şartlarında az bulunur bir özellik olduğunun çok iyi farkındayım. Murathan Mungan’ın yazıp Yeni Türkü’nün seslendirdiği gibi “Bu maskeli balo ve onun sahte yüzleri…” İnsanların gizli veya açık amaçları uğruna maskelerle birbirlerini kandırdıkları ya da kandırmaya yeltendikleri bu dünyada, biz samimi olmayı seçtik. Zaten kaybedecek neyimiz vardı ki…

Böylece anılar biriktirmeye başladık. İlk buluşmamızda Moda Parkı’nda piknik yapmıştık. Ardından Fenerbahçe Parkı geldi. Cafeler, barlar, arkadaş buluşmaları, sinemalar, tiyatrolar, konserler… 2016’nın ikimiz için de en iyi filmi olan Toni Erdmann’ı beraber izledik, Sema Şener’in acayip sesini beraber keşfettik. Herkes donacaksınız derken Kapadokya’da harika günler yaşadık. İtalyan bir aşçıdan makarna yapımını yan yana öğrendik. Gökçeada’da Samanyolu’nun güzelliğine beraber tanık olduk. Ekimde Assos’ta denize girdik. Bu arada nişanlandık, eve çıktık, evlendik.

Lakin ben en çok, günüm nasıl geçerse geçsin –ister evimizde isterse telefonun diğer ucunda- eve geldiğimde beni dinleyeceğini, sakinleştireceğini ve her zaman seveceğini bilmeyi seviyorum. Bu, farklı bir hissiyat. Ofiste saçma sapan işlerle uğraşırken, normalde selam bile vermeyeceğiniz insanlarla hoşbeş etmeye çabalarken (en büyük maskeli balo, kesinlikle iş hayatı), trafik derdi, hava muhalefeti filan liste uzayıp giderken insan hiç olmazsa evinde rahat etmek, huzur bulmak istiyor. Son iki yıldır en büyük huzurum, o. Hiçbir şey yapmasa bile varlığı yetiyor. Eve girdiğim anda dış dünya geride kalıyor. Sadece o ve ben…

Evdeki huzur, gerçek mutluluk budur.

Kategoriler:ilişki

Bir Sahnenin İçinde: Yataktaki Eşitlik

“Seks satar!” Bu cümle her ne kadar saf sinemaseverlere çiğ gelse de bir o kadar gerçektir. Woody Allen gençliğinde çıplak kadın görmek için gittiği bir film, Sommaren med Monika (1953), sayesinde Ingmar Bergman’ı keşfetmiştir. Bu örnekte olduğu üzere bazen hayırlara vesile olsa da genelde niyet tamamen maddidir. Seyirci beyazperdede gördüğüyle tatmin olur, yapımcı da para kazanır. Tabii sahnenin içinde bulunduğu yapım da sanatsallıktan hızla uzaklaşır. Bunu, ‘sanat filmi’ sıfatını almak isteyen kimi yapımlar bile hiç gocunmadan yapar.

carol

Lakin nasıl sevişme ile seks arasında fark varsa, kimi cinsellik içeren sahneler de maddi amaçlı seks sahnelerinden farklıdır. Karakterlerin duygu yoğunluklarını, tutkularını, arzularını en samimi şekilde seyirciye yansıtan, insani eylemlerden biridir sonuç olarak. Bir kere oldukça doğaldır. Karakterler soyunarak maskelerinden arınır. Kusurları örtebilecek kostüm, makyaj, aksesuar, vs kadraj dışında kalır. Manen de çıplak kalan karakter, içindeki tüm sevgiyi partnerine sunar. ‘Sevişme’ kelimesi zaten bunu ifade eder, iki insanın birbirini severek yaptığı eylemi. Daha fazlasını oku…

Erkekle Kadın Arasındaki Kadim Çatışma Üzerine: Un + Une

Filmlerin ana yakıtı çatışmadır. İnsanlığın en kadim çatışması ise kadınla erkek arasındakidir. Yüzyıllar geçse de özü değişmeyen bu ezeli ilişki; sayısız savaşa sebep olmuş, sayısız hikâye ile anlatılmış, sayısız sanat eserinde ölümsüzleştirilmiştir. Lakin bu çetrefilli ilişkiyi anlatmak kolay değildir. Çatışmanın gelgitli ve herhangi bir şablona oturamayan yapısı, onu aktarabilmeyi de zorlu kılar. 60’ların ünlü filmlerinden Un Homme et Une Femme (1966) bunu yapabilen nadide filmler arasındadır. Claude Lelouch gençliğinde çektiği filmle, Altın Palmiye ve Oscar (En İyi Senaryo) gibi prestijli ödüllerin yanı sıra dünya çapında bir ilgiye de mazhar olmuştur.un-une-1Lelouch, benzer bir isme sahip son filmi Un + Une (2015) ile aynı sulara yine dalıyor. Bu sefer esas oğlanımız, dünyaca ünlü bir film müziği bestecisi olan Antoine (Jean Dujardin); esas kadınımız ise Fransa’nın Hindistan Başkonsolosu’nun eşi olan Anna (Elsa Zylberstein). Ünlü bir Hint yönetmenin çekmekte olduğu Romeo ve Juliet uyarlaması için Hindistan’a gelen Antoine’ın onuruna başkonsolostukta bir yemek verilmesiyle başlar her şey. Yemekte yan yana oturan ikili, farklı dünyalara sahip olmanın getirisiyle zıtlaşsalar da birbirlerinin çekimine hemen giriverirler. Lakin ikisinin de hayatında başkaları vardır. Anna severek evlendiği eşine büyük bir saygı duymaktadır ve uzun zamandır çocuk sahip olmayı istemektedir. Antoine ise ne zamadan beri ilk defa stabil bir ilişkiye sahiptir, hatta piyanist sevgilisi ona evlenme teklifi yapmıştır ama o cevap verememiştir. Anna’nın çocuk sahibi olabilmek için çıktığı spiritüel yolculuğa, Antoine da dinmeyen migrenine medet aramak için katılınca işler daha da karışır.

un-une-2

Bir erkek ile bir kadın… Bir ilişki ne kadar karmaşık olabilir ki? Bakışmalar, imalar, yalanlar, anlar, gülümsemeler, dokunuşlar… Un + Une, kadınla erkek arasındaki kadim çatışmayı tüm doğallığıyla perdeye yansıtıyor. Lelouch, screwball komedi trüklerini kullanarak ilişkinin getirdiği tüm kasveti ustalıkla yumuşatıyor, filme nefes aldırıyor. Gerçekçi diyaloglarla seyirciyi bir an kahkahalara boğarken, diğer an derin bir hüzne sokabiliyor. Filmin ritmindeki dalgalanmalar, başka birinin elinde kolaylıkla filmi savurabilecekken Lelouch bunu avantaja çevirmeyi başarıyor. Filmin her tarafına yerleştirdiği çatışmaları ustalıkla kullanıyor, her birini farklı bir amaçla hikâyeye yediriyor, hiçbiri âtıl kalmıyor, hepsi farklı şekillerde de olsa filme hizmet ediyor.

Bunun yanında Un + Une; kimi konularla dalgasını geçiyor ama asla ezmiyor, haddini biliyor. Zaten eleştirisini, o kadar samimi ve ince bir mizahi dille yapıyor ki hayran kalıyorsunuz. Mesela Antoine, Anna’nın spiritüel dünyaya duyduğu ilgiyi düzenli olarak eleştiriyor ama gerektiğinde Anna’ya bu konuda destek olmayı ihmal etmiyor. Tabii filmin Hindistan’da geçmesi de başka bir hava katıyor. Sokaklar, insanlar, bol baharatlı yiyecekler, sıkışık trenler, Ganj Nehri’nin tüm pisliğinin yanında büyüleyiciliği…

un-une-3

Un + Une, çok az filmin becerebildiği şekilde erkekle kadın arasında gelgitli ilişkiyi incelemeye çalışıyor. Belki Un Homme et Une Femme kadar sinematografik ve sıra dışı değil ya da Before Sunrise (1995) kadar doğal değil ama kendi havasına sahip, eğlenceli ve dokunaklı bir romantik-komedi. Bunu içtenlikle yapabilen kaç film var ki?

İdealler ve Matematiğin Gündelik Hayatta Kullanımı Üzerine

26/02/2015 1 yorum

İdeal, bir şeyin mutlak olanıdır ve bir fantazidir, gerçek değildir. Bunun en nesnel örneği kimyadadır. İdeal gaz formülü (PV=nRT), gazların dinamikleri üzerine bir eşitliktir. Hâlbuki evrendeki hiçbir gaza bu eşitliği uygulayamazsınız. Uygularsanız hesabınız yanlıştır çünkü ideal gaz yoktur. Sadece yüksek sıcaklık ve düşük basınç altında ideale yakın gaz elde edebilirsiniz.

Hayat da böyledir. Saf iyi veya saf kötü yoktur mesela. Masallarda, kitaplarda, filmlerde böyle insanlar olduğunu duysak, okusak veya izlesek de bu da fantazidir. Dünyadaki hiçbir insan, hiçbir canlı saf iyi veya saf kötü değildir. İnsanların yaptığı her eylemin kendine göre bir sebebi ve bir sonucu vardır. Yapılan kötülüklerin de bir sebebi vardır, bu sebep çok saçma veya bencilce olsa da… Her kötülüğün içinde de -bazen mantıksız ve/veya imkânsız gelse de- bir iyilik vardır mutlaka, her iyiliğin içinde bir kötülük olduğu gibi.

Kısacası, iyilik-kötülük kavramları da birer idealdir, bir fantazidir. Ama insanlar, gündelik hayatta bu kavramları sıklıkla kullanıp doğru kabul ederler. Çünkü insanların basitçe sınıflandırabilmesi ve anlatılması kolaydır, herkesin işine gelir. Açıklama yaparken soyut kavramlarla, karmaşık betimlemelerle uğraşmak istenmez. Kolay kategorilendirip somuta indirgemek istenir. Çünkü somutu anlamak ve anlatmak çok basittir, bir anaokulu çocuğuna bile anlatabilirsiniz. Hâlbuki soyutu anlamak için dikkatlice dinlemeniz ve biraz düşünmeniz gerekir. Hele anlatabilmek daha da komplekstir.

Baştaki örnek üzerinden gidersek, PV=nRT eşitliği doğrusal bir denklemdir. Dört işlemle bile çözersiniz, kafanızdan birkaç saniyede bile çözebilirsiniz. Çok basit bir problemdir. Ama bu denklem sadece ideal gazlar içindir. Gerçek gazlar üzerinde hesap yapacaksanız mutlaka yüksek matematik (türev, integral, vs) kullanmalısınız. Bu hesabı kafanızdan yapamazsınız 🙂 , birkaç saniyede de çözemezsiniz. En azından kağıt-kalem kullanmalısınız, hatta belki de özel bir bilgisayar yazılımına (Matlab gibi) gereksinim duyabilirsiniz. Daha fazlasını oku…

Hayattan Notlar

  • Geçen hafta sinemamızın ünlü yönetmenlerinden Metin Erksan vefat etti. Erksan, sinemamızdaki kendine has bir üslubu bulunan nadide yönetmenlerdendi. Ülkemize Berlin’den Altın Ayı’yı ilk getiren yönetmendi, üstelik 1964’te. Tüm filmlerini izleyemesem de belli başlı filmlerini izlemişimdir. Yılanların Öcü ile Kuyu’yu bahsedildiği kadar sevememişimdir. Ama Susuz Yaz ile Sevmek Zamanı  benim en sevdiğim Türk filmleri arasındadır. Bilhassa Sevmek Zamanı kendine has yapısı ve atmosferiyle sadece ülkemizin değil, dünya sinemasının sayılı örneklerindendir.
  • Sevmek Zamanı, adı üzerinde bir aşkı anlatır ama bu aşk, bir insana duyulan aşk değil, bir insanın suretine (resmine) duyulan aşktır. Müşfik Kenter’in oynadığı boyacı ustası, iş yaptığı evlerden birinden bir resme aşık olur. Sonra resmin sahibi karşısına çıkıp bu ilginç durumu görünce o da boyacıya aşık olur ama boyacı onu reddeder. “Ben seni değil, suretini seviyorum. O hiç beni bırakmayacak.” der. Çok derin felsefi hatta tasavvufi alt metinleri olan, aşk üzerine çok farklı düşünceler üreten eşsiz bir filmdir.
  • Bunları yazmayı düşünürken bu akşam da Müşfik Kenter’i kaybettik. Bilhassa sesi ile hafızalarımıza kazınmış önemli bir tiyatrocuydu. Sahnede birkaç kez izleme fırsatım olmuştu küçükken. Benim aklımda hep Sevmek Zamanı ile aklımda kalacak ama.
  • Bu maddeyi okuyanlar abartıyorsun diyebilir ama gerçek bir dost arkadaşının zevklerini bilir ve uygun zamanlarda bu doğrultuda aksiyonlar alır. Mesela hiç unutmam, yıl 2007, Bergman ölmüş, ben de Almanya’da kamptayım. Cebime bir mesaj geldi, “Başın sağ olsun, Bergman da ölmüş.” diye. O kadar mutlu olmuştum ki yurtdışındayken bile bana böyle bir jest yapan bir dostum vardı.
  • Çok Bergman filmi izlememişimdir ama benim için çok önemli bir yönetmendir. Hayatının son 25 yılında film çekmese de onun gibi bir sanatçıyla aynı dünyada yaşadığımı bilmek bana huzur veriyordu. Garip ama gerçek bir duygu.
  • Bazen bir kişiyi tanımak için salt onunla konuşup gözlemlemeniz yetmeyebilir. Onunla ilgili gizli, garip, kıyıda kalmış bilgileri hayatını inceleyerek öğrenebilirsiniz. (bkz. Sherlock Holmes) Mesela sevdiği filmler, şarkılar, yemeği sipariş etme biçimi, yürüyüşü, tokalaşması, vs, vs… Çoğu kişinin dikkat ettiğine inanmadığım ama benim çok uyguladığım bir olgudur.
  • Mesela eski kız arkadaşım A Little Bit of Heaven adlı bir filme hayran kaldığını söylemişti. Normalde izlemeyecektim filmi ama sırf onu daha iyi anlayabilmek için izledim. Hatta film bitince onu arayıp, “Senin filmi izledim.” dedim. “Neden?” diye sordu, ben de “Seni daha iyi tanıyabilmek için.” dedim. Şaka yaptığımı sanmıştı ama gerçeği söylüyordum.
  • Film, gördüğüm en felaket oyuncu seçimi hatalarından birini barındırıyordu. Aslında çok sevdiğim Gael Garcia Bernal, film için korkunç bir hataydı, son derece de kötü oynuyordu Bernal. Böylece filmden başta soğuyorsunuz, genel olaraksa vasatı zaman zaman yakalayan bir filmdi. Bariz bir de tempo sorunu vardı.
  • Ama filmi iki sahnesi için bile izleyebilirsiniz. Peter Dinklage’ın (her zamanki gibi) yine döktürdüğü jigolo performansıyla esas kadınımıza hayat dersi verdiği sahne. İkincisi ise finaldeki cenaze partisi.
  • Cenaze partisi kavramı bizim kültürümüze oldukça ters, hatta ayıplı bir olgudur. Ölünün ardından eğlenilmez, hatta 40’ı çıkmadan dışarıya adım atılmaz. Çünkü ölüm, kötü bir şeydir ve yas tutulmalıdır. Herkesin görüşüne çok saygılı olsam da bana saçma geliyor. Çünkü bence ölüm, tıpkı doğum gibi doğal bir süreçtir. Bu hayatın sonlanmış olması, o ruhun acı çekmesi manasına gelmiyor. Ölümden sonrası muamma olsa da ölen ruh için yeni bir başlangıç manasına bile gelebilir. Arkada kalanlar onu bir daha göremeyecek olsa da, onu anmak için ve belki de onu yeniden tanımak için yapılacak bir töreni (eğlence olsun, olmasın, tercihtir) evde oturup karalar bağlamaya yeğ tutarım.
  • Nitekim Metin Erksan’ın ölüm haberini aldıktan sonra, onun sonsuza kadar yaşayacak filmlerinden birisini seyretmek güzel olmaz mı?
  • Son zamanlarda Redd’in son albümünü (Hayat Kaçık Bir Uykudur) dinliyorum arka arkaya. Biraz içinde bulunduğun moda da bağlı olsa da, yine güzel bir albüm çıkarmış Redd. ‘Senden Sonra’ ile ‘Iskaladık Birbirimizi’ bana hitap eden özel parçalar olsa da, Şebnem Ferah düeti ‘Sevmeden Geçer Zaman’ ile ‘Beni Sevdi Benden Çok’ gelecekte de dinleyeceğimiz şarkılar olacak.
  • Geçen hafta, ünlü TV dizisi Oz’u bitirdim. 1997-2003 arası yayınlanan dizi, 6 sezonu boyunca Oswald Hapishanesi içindeki olayları anlatıyor. Çok karakterli yapısı ve 1 saatlik bölümleriyle bugün artık alıştığımız az bölümlü HBO dramların ilki. Oldukça gerçekçi yapısıyla fazlasıyla dikkat çekiyor. Kan, şiddet ve cinsel istismar izlemek sizi pek etkilemiyorsa, aklınızın kenarında tutmanız gereken bir dizi. Hayran kalabilirsiniz.
  • Yalnız kaldıysan , kalkıp pencerenden bir bak
    Güneş açmış mı , yağmur düşmüş mü
    Dön bak dünyayaHerkes gitmişse , sakince arkana dön bir bak
    Dostun kalmış mı , aşkın solmuş mu
    Dön bak dünyaya , dön bak dünyaya

    Yalnız kaldıysan , kalkıp pencerenden bir bak

Güneş açmış mı , yağmur düşmüş mü
Dön bak dünyaya

Bir sonbahar kadar yalnız , bir kış kadar savunmasız
Ya da ilkbaharsan , yolun başındaysan

Asla vazgeçme , kalkıp da pencerenden bir bak
Güneş açmış mı , yağmur düşmüş mü
Dön bak dünyaya

  • Pinhani’nin ilk albümünde daha Kavak Yelleri saçmalığı başlamadan albümün en sonundaydı bu parça. Basit ama bilge sözleriyle sizi kendine çekiyordu ama asıl parçayı önemli kılan son 3 dakikasındaki enfes Akın Eldes solosuydu. Hala dinlerken tüylerim diken diken oluyor. Daha Pinhani ünlü olmadan Şero ile bir hafta içi gecesi Joker’de dinlemiştik grubu. Eldes canlı olarak farklı bir solo atmıştı, kendi kanıtlarcasına. Müzik tarihimizin kıyıda kalmış önemli şarkılarındandır, Orhan Atasoy’un ‘Gemiler’i misali.

Ayrılık Sonrası İzlenecek Filmler

Devir internet devri. Herkesin takip ettiği sürüyle site var. Bu siteler de kafalarına göre bir sürü liste yayınlıyor. ‘En İyi Soygun Filmleri’, ‘İstanbul’u En İyi Kullanan Filmler’, vs. Bazıları gerçekten çok bilgilendirici oluyor, mesela 2 yıl önce Total Film ‘Sinemayı Değiştiren Filmler’ listesi yayınlamıştı, çok dolu bir içerikle.

Vesselam, benim de aklıma bir liste geldi, daha önce yapan olmuş mudur, hiç araştırmadım. Son 1.5 aylık kişisel deneyimime de dayanarak, bir liste yapayım dedim. Belli bir sıralama yapmadım, mutlaka bu listede olmayıp bilmediğim/hatırlamadığım filmler de vardır. Onları da yorum niyetine siz eklersiniz artık.
Daha fazlasını oku…

Unutulmuş Bir Tatil Dostuna Dair

09/07/2012 1 yorum

NOT: Ben bu hikayenin çok benzerini bundan 2 yıl önce yazmıştım, şuradan zaten okuyabilirsiniz. Ama sonunu beğenmiyordum ve değiştirmek istiyordum. Kısmet bugüneymiş.

Bugüne kadar kimseye anlatmadım. Bir sürü sebep vardı ki bunlardan bazıları hala gizlilik arz ediyor. Zaten o kısımlara girmeyeceğim bu hikâyede. Geçenlerde eşimle bir kıyı kasabasını ziyaret ederken aklıma geldi. O zamana kadar ona bile anlatmamıştım nedense. Geçmişte ve sadece hoş bir anı olarak kalan bir şeydi benim için. Ama eşime anlatırken olanları, o 1 haftanın hayatımı ne kadar etkilediğini anladım ve açıkçası şaşırdım. Şimdi de kaleme alıyorum.

Bundan yaklaşık 20 yıl önceydi. Kötü zamanlarımdan biriydi. 3 yıllık bir ilişkim yeni bitmişti. Dengesizlik akıyordu her hücremden. Bir çeki düzene ihtiyacım vardı; rahatlamaya, düşünmeye ve yazı yazmaya. O yüzden işten 1 haftalık izin aldım. Hedef az çok belliydi. Kimsenin beni tanımadığı, hatta dilimi bile konuşmadığı bir yerde birkaç gün sakinleşmek. Ufak bir kararsızlıktan sonra Londra’ya bilet aldım.

Ertesi gün Londra Heathrow’da etrafıma salak salak bakınıyordum. İnanın, nereye gideceğimi hiç bilmiyordum. İleride metronun levhasını gördüm ve o tarafa yöneldim, içinde birkaç iç çamaşırı, kıyafet, kitap ve defter olan sırt çantamla. Bindiğim metro hattı tren garından geçerken indim. Sakin bir sahil kasabası fikri aklıma gelmişti. Müze, vs. gezmek yeterli olmayacaktı bitkin ruhuma.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:aşk, Hikaye, ilişki