Arşiv

Archive for the ‘Oscar adayı’ Category

Nolan’ın Oppenheimer’ı

20/08/2023 1 yorum

Her alanda, her sektörde yıldız isimler vardır daima. Bunlar bazen gerçekten de kendi kategorisinin en iyilerinden biridir, bazen de sadece kendisini iyi pazarlayabilmiştir. İşinin ehli olmak kavramı -sektörüne göre bazen tamamen, bazen de kısmen- göreceli olduğundan kesin bir yargıda bulunmak çoğu zaman mümkün değildir.

Christopher Nolan ise -kim karşı çıkarsa çıksın- günümüz dünya sinemasının sayılı yıldız isimlerinden biri. Filmi dilediği kadar kötü olsa da sırf ismi sayesinde sinemalara gidecek bir sürü hayranı var. Tenet (2020) pandemi sayesinde bu gerçeğe kuşku düşürse de Oppenheimer (2023) bunu bir kez daha pekiştirdi.

Tabii yıldız olmak, ustalıkla aynı şey değil. Yine subjektif bir sıfat olsa da -bilhassa sinemada- ustalık zamana dirençli olmayı gerektiriyor kanımca. Yıldız yönetmenlik ise dönemsel bir sıfat. Steven Spielberg çoğu sinemasever tarafından usta kabul edilir ama 30-40 yıl önceki gibi yıldız bir yönetmen değil artık.

Uzun zamandır biliniyor ki Nolan iki sıfatı da arzuluyor. Günümüzün yıldızlarından olduğu su götürmez fakat ustalığı gayet tartışılır. Bu arzusunu her filminde farklı bir şeyi, ilk defa yapmak istemesiyle gösteriyor.

Her alanda olduğu gibi sinemada da ustalık, işi kendine özgü bir şekilde yapmaktan geçiyor. Buradaki ‘şekil’ bilhassa sinemada çok çeşitli. Bazen kendine özgü bir anlatım, bazen yeni bir tür yaratma, bazen farklı unsurları aynı karede verebilme, bazen bir mekânı bambaşka bir şekilde kullanma, bazen yeni bir kurgu dili yaratma, bazen de yepyeni bir teknik geliştirme veya kendisi için bir alet ya da yepyeni bir teknoloji geliştirtip filminde kullanma…

Daha fazlasını oku…

Etkisiz Elemana Bir Ağıt: The Banshees of Inisherin

İnsanlık çok büyük bir dönüşümün arifesinde ve bunun sıkıntılarıyla cebelleşiyor. Bu dönüşümün ne zaman ve nasıl olacağı ile insanlığın sonrasındaki durumu meçhul.

Lakin tarımın başlaması, rönesans/aydınlanma, sanayi devrimi gibi diğer büyük dönüşümlerden biliyoruz ki bu süreçte edinilen kazançların yanı sıra yabana atılamayacak kadar büyük kayıplar da veriliyor. İşin ya da doğanın kanunu bu olsa da belki de tarihte ilk defa önümüzdeki dönüşümde kazançların yanında kaybettiklerimizi de bolca konuşacağız.

İrlandalı ünlü oyun yazarı, senarist ve yönetmen Martin McDonagh’ın son filmi The Banshees of Inisheren (2022) aslında bu kaybedilenlere şimdiden yakılan bir ağıt.

Kaynak: Variety

Film günümüzden yaklaşık bir asır önce, 1923 baharında İrlanda’ya yakın küçük bir adada geçiyor. Neredeyse her gün beraber bara gidip laklak eden Padraic ile Colm’un araları âniden bozulur. Çünkü adada sanatla uğraşan nadir insanlardan olan Colm, artık boş konuşmak yerine tüm vaktini, adını yaşatacak olan bir beste yapmaya vermek istemektedir. Oysa yapması gereken günlük işler dışında başka hiçbir şey hakkında düşünmeyen düz biri olan Padraic bu duruma hiç anlam veremez.

Daha fazlasını oku…

Muhafazakârlık Üzerine: Mustang

Bir sanat eserinin, sınırları sanal olarak çizilmiş bir toprağa ait olduğunu iddia etmek her ne kadar mantıksız gözükse de eser, aslında o toprakta yaşayanların kültürüyle yoğrulduğundan gerçekçi bir yaklaşım olarak da yorumlanabilir. Bu tartışma (veya ikilem), zaman zaman önemini yitirse de sanat dünyasının gündemden hiç düşmeyecek konularından. Nitekim zamanında Fatih Akın sineması üzerine bu konu oldukça tartışılmıştı. Deniz Gamze Ergüven’in ilk filmi Mustang (2015) de bu ikileme yeni bir boyut katacak. Lâkin Mustang’i bu ikileme dahil eden, Fransız sermayesiyle çekilmesi değil, sinema eğitimini ve deneyimini Fransa’da edinmiş bir Türk ile bir Fransız tarafından kaleme alınması.

Önceki cümle biraz ırkçılık koksa da durum, sinemanın kültürel ve sosyolojik yanı ile ilgili. Belli ki Ergüven ve senarist partneri Alice Winocour, konuya biraz uzaktan bakmış. Hikâyenin ayaklarının yere basmasını sağlayacak ve böylece gerçekçiliğini arttıracak detayları (kasten veya sehven) es geçmişler. Bu durumun filme masalsı bir hava kattığının farkındayım, sanki bir ‘Bin Bir Gece Masalı’ izliyoruz. Erotik havası olan, öykü çatısı iyi kurulmuş, atmosferi sağlam oluşturulmuş ve mesajını yerine ulaştıran bir film olsa da içerdiği fantastik öğelerden dolayı biraz uçarı ve aşırı kaçıyor.

mustang

Karadeniz’in bir sahil köyünde yaşayan beş kız kardeş, evebyenlerinin vakitsiz ölümleri nedeniyle babaanneleri ve amcaları tarafından yetiştirilmektedir. Bir gün okul çıkışı erkeklerle oynadıkları deve güreşi nedeniyle başlarını belaya sokarlar. Artık eve tamamen hepsedilmiş olarak yaşamaya mecbur bırakılacak kardeşler, Türkiye’nin muhafazakâr yüzüyle karşı karşıya geleceklerdir.

Kişisel olarak bana garip gelen nokta, filmin genel yapısı ve anlatmaya çalıştığı genel konsept değil. İstanbul’un belli semtlerinde yaşayanlara ne kadar çağ dışı gelse de Türkiye’nin çoğunluğu için kadın, hâlâ ikinci sınıf vatandaştır. Bu düşünce, bırakın erkekleri, kadınların çoğu tarafından da kabul gören ve hatta gündelik hareketlerine yansıyan bir tutumdur. Mustang’ın sorunu, bu tutumu tam yansıtamaması ve bundan dolayı sahneler arasında yaptığı keskin geçişler. Daha fazlasını oku…

Medeniyet Üzerine Çeşitlemeler: Les Invasions Barbares

08Medeniyet nedir? Konforlu bir hayat sürmek mi? Tüm insanların konuşarak sorunlarını çözebildiği, sanatın ve keyfin yegâne hedefler olduğu bir yaşam mı? Bu açıdan bakınca ‘medeniyet’ bir ütopyaya dönüşmüyor mu? ‘Medeni’ olduğunu söyleyen bir insan/topluluk, ‘medeniyet’i sadece kendi açısından yorumlamış olmuyor mu? Sonuçta kendi yaşam biçimini ‘medeniyet’ olarak tespit edip diğer insanlara bunu dayatmıyor mu?

Bu ve benzeri tüm sorular, Denys Arcand’ın Le Déclin de L’empire Américain‘dan (1986) 17 yıl sonra çektiği devam filmi Les Invasions Barbares‘i (Barbarların İstilası – 2003) izlerken aklımdan geçti. İlk film de ana cümlesini medeniyet kavramı üzerine kurmuştu. Fil’m Hafızası için yazdığım ilk analiz olan ve iki gün önce bu blogta da yayınlanan yazıda şöyle yazmışım: “(filmdeki karakterlerden birinin yazdığı) Kitabın ana önermelerinden biri olan ’Günümüzde kişisel mutluluğun önemli ve öncelikli hâle gelmesi, medeniyetin çöküşünü hazırlıyor.’ cümlesi, filmin de temel dayanaklarından biri.” Le Déclin de L’empire Américain medeniyeti ve 80’lerdeki hâlini bir grup arkadaşın konuşmaları ile hayatları üzerinden sorgular. Filmin güzelliği, fazla büyük kelamlar etmeden ve seyircinin gözünü boyamadan meramını anlatmasıdır. Devam filmi ise daha büyüğüne oynayan, yer yer iddialı cümleler sarf eden ve hafiften cilalanmış bir yapım.

les-invasions-barbares-4

İlk filmimizin çapkın tarih akademisyeni Rémy, ciddi bir hastalık dolayısıyla hastanededir ve durumu her geçen gün kötüleşmektedir. Yanındaki tek kişi, ilk filmdeki olaylardan sonra ayrıldıklarını öğrendiğimiz, eski eşi Louise’tir. Londra’da bir bankada çalışan oğlu Sébastien’i babasını son kez görmesi için çağrırır. Sébatien, annesini aldattığı ve ailesini parçaladığı için babasından nefret etse de gelir gelmez onun daha iyi şartlarda tedavi görmesi için çabalar. Hastane yönetimi ile sendikasına rüşvet vererek özel oda yapılıp taşınmasını sağlar, PET taraması için onu Amerika’ya götürüp daha iyi bir görüş edinmeye çalışır. Dünyanın dört bir yanına dağılmış (ve ilk filmden tanıdığımız) eski arkadaşlarını toplayarak babasının moralini yükseltmeye çalışır. Hatta babasının acısını dindirmek için şehirde eroin aramaya bile çıkar. Daha fazlasını oku…

33. İstanbul Film Festivali Notları – 2

Aysel Bataklı Damın Kızı [Muhsin Ertuğrul – 1934 – Türkiye]

Sinema tarihiminiz ilklerini temsil eden bir klasik. Kesin olamasam da ilk köy filmi ve aynı zamanda ilk popüler film denilebilir. Senaryosu, Tösen fran Stormyrtorpet adlı bir İsveç filminden ünlü yazarımız Nazım Hikmet tarafından uyarlanmıştır. Müzikleri ünlü besteci Cemal Reşit Rey’e aittir. Yönetmeni ise dönemin sinema ve tiyatro sektörlerine hegemonya kurmuş Muhsin Ertuğrul’dur. Oyuncular da Ertuğrul’un kadrosudur: Talat Artemel, Cahide Sonku (ilk ünlü olduğu film), Hazım Körmükçü (bizim tanıdığımızın dedesi), Feriha Teyfik (ilk tescilli güzelimiz), Mahmut Moralı, ..

aysel-batakli-damin-kizi

Hikaye, temizliğe gittiği eski evin sahibinden bir çocuğu olan Aysel’in mahkemesiyle başlar. Nafaka vermemek için çocuğu kabul etmeyen adamın yalan söylemesine dayanamayan Aysel, davadan vazgeçer (“Çocuğumun babasının yalan söylemesine gönlüm el vermiyor, Hakim Bey!”). Bunu takdir eden köyün zenginlerinden Ali, Aysel’i evine hizmetçi olarak alır. Aynı sırada da yine zengin olan ve İstanbul’da okumuş Gülsüm ile nişanlanır. Gülsüm de evlilik için Aysel”in atılmasını şart koşar ve attırır. Düğün öncesi Ali’nin gittiği meyhanede bir adam öldürülür ama Ali geceden bir şey hatırlamamaktadır ve kendisinin öldürdüğünü sanar. Hakikati ise Aysel bilmektedir.

Sinemamızın ilk dönemi olan Tiyatrocular Dönemi’ne (asıl işi tiyatro olup yazın film çeken kişilerdir, başlarında Muhsin Ertuğrul vardır ve 1948’e dek sürer) ait olduğundan oldukça vasat olduğunu sanıyordum. Oysa ki yan öykülerle destekli iyi bir hikaye kurgusu, güzel diyaloglar, başarılı oyunculuklar ve en önemlisi gayet başarılı bir yönetmenlik buldum. Bazı çekimler beni çok şaşırttı, Yeşilçam’da bile pek kullanılmayan açılar bulunuyor ki bunlar hikayeye oldukça dinamizm katıyor. Ayrıca dönemin politikası da gereği köylüye yapılan vurgu önemli. Ama en mühim mesajı, ezilen ama gururunu satmayan kadın üzerinden veriyor. Film boyunca Aysel’e yapılan iftiralar ve bunların karşısında Aysel’in duruşunu göstermesi oldukça feminen bir açı katıyor filme. Çekimlerin Bursa’nın Çalı Köyü’nde (artık mahalle oldu!) yapıldığını ve film 70’lerde TRT’de yayınlandığında köyde ufak çaplı olay yaşandığını (“Ölmüş dedemin genç hali televizyonda nasıl gözükebilir?” gibi sorular yüzünden) ilginç bir not olarak düşelim. Tarihimize dair önemli bir yapıt.

Yatık Emine [Ömer Kavur – 1974 – Türkiye]

Bana göre ülkemiz sinema tarihinin en iyi yönetmeni olan ama yeterince değer verilmeyen Ömer Kavur, daha ilk filminde izleyenleri şaşırtmayan bir konu seçmiş. Refik Halit Karay’ın bir öyküsünden Turgut Özakman’ın uyarladığı eser, adı kötüye çıktığı için devlet tarafından şehir şehir sürgün edilen Emine’nin son durağında başına gelenleri anlatıyor. İsmi açıklanmayan Anadolu’nun bir kasabasına getirilen Emine, namı kendisinden önce geldiği için hakaretlere, şiddete ve açlığa maruz kalıyor. Sadece iş ve yiyecek ekmek isterken Anadolu insanının acımasızlığı, kibri  ve önyargısıyla oradan oraya savruluyor. İzleyicinin acı çekerek izlediği filmde, Emine’ye tek insan gibi davrananların şehir dışından (hatta İstanbul’dan) gelmiş olmaları da dikkat edilmesi gereken bir öğe. Herhalde Yaban‘dan sonra Anadolu insanının gerçek yüzünü bu kadar açık ve gerçekçi şekilde gösteren başka bir eser görmemiştim.

yatık-emine

Anadolu’da bir birey olmanın (hele yabancı ve kadınsan) zorluklarını oldukça dramatik şekilde aktaran Kavur, 8 yıl sonra aynı konuyu bir aşk hikayesi içine yedirerek başyapıtlarından Bir Kırık Aşk Hikayesi‘ni çekmiştir. İlk filminde ise konuyu alabildiğine sert ele almış ki bu husus filmin seyrini zorlaştırıyor. Ayrıca senaryodaki bazı yan hikayelerin hava kaldığını görülüyor. Yine başrollerdeki Necla Nazır ile Serdar Gökhan’ın plastik oyunculukları da ilgi kaybettiriyor (Gökhan’ın Ayı Dansı sahnesi çok yapmacık mesela). Kavur’un bu olmusuzluklara rağmen, hikaye çatısını oturtması, atmosferi kurması ve derdini tavizsiz anlatışıyla sinema tarihinimizdeki sayılı filmden biri olarak anılmayı hak ediyor. Daha fazlasını oku…

Miyazaki, ARGE, mühendislik ve aşk: Kaze Tachinu

16/03/2014 3 yorum

Tek hayali uçmak olan bir çocuk. Ama aşırı miyop. Diyor ki “O zaman ben de uçak mühendisi olurum!”. Okuyor, didiniyor, zehir gibi bir uçak mühendisi oluyor. Mitsubishi’de işe başlıyor. 2 dünya savaşının ortaları, Japonya emperyalizmi fark etmiş, palazlanmaya çalışıyor ve ihtiyacı olan şey bilgi, deneyim ve teknoloji. Batı’dan fersahlarca geride olduğunun farkında ama delice çalışıyor. Uçak üretmek de bu planlarının içinde. Paraya kıyıp Almanya’dan bilgi alıyor, mühendis yolluyor bilgiyi alıp getirmesi için. Bizimki de bu mühendislerden biri, uyumuyor çalışıyor. Tek umudu kendi uçağını tasarlayıp uçmasını seyredebilmek…

Jiro and paper airplane_out

Dünyada sayısız hayranı olan Miyazaki’nin emeklilik filmi Kaze Tachinu (The Wind Rises/Rüzgar Yükseliyor), 2. Dünya Savaşı öncesi Japonya’nın ilk (savaş) uçağını tasarlayan Jiro Horikoshi’nin hayatını konu alıyor. Filmlerinde fantastik unsurlar görmeye ve bu unsurların temsil ettiği metaforların soluk pastel çizimler içinde erimesine alıştığımız Miyazaki, bu sefer düş sahneleri hariç gerçekçi bir hikaye anlatıyor. Aslında sadece senaryosunu yazdığı bir önceki Ghibli (Miyazaki’ni stüdyosu) filmi Kokuriko-zaka Kara (From Up on Poppy Hill) da benzer sularda yüzüyordu. İki azimli lise öğrencisinin aşklarıyla Kore Savaşı’nın Japonya’daki etkilerini harmanlıyordu film. Bu yüzden sonraki çalışmasında bir mühendisin hayatına odaklanıp Japonya’nın 2. Dünya Savaşı öncesi durumunu incelemesini ve bunların ortasına da imkansız bir aşk yerleştirmesini hiç yadırgamadım (çoğu hayranının aksine). Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema (Oscarlıklar, !f Filmleri, vd)

L’écume des jours [Michel Gondry – 2013]

lecume des jours

Fransızların en kült romanından, severek takip ettiğim Gondry’nin uyarladığı filmi yarıda bıraktım. Gerçekten yılda 1-2 kez yaptığım bu eylemi, bir Gondry filmine yapmak istemezdim lakin film o kadar uçuk ki muhtemelen filmden 20. kopuşumda dayanamayıp kapattım. ‘Anlatılmaz seyredilir’ kalıbına cuk oturuyor, tabii dayanabilirseniz.

Stuck in Love [Josh Boone – 2012]

2 yıl önce çıktığında önemsemediğim bu filmi, yakın bir arkadaşım tavsiye etti. Ben de bir haftasonu kahvaltısında izledim. Hafif bir romantik komedi beklerken ciddi kelamlar da eden ama yerini de bilen bir romantizm eğlenceliği ile karşılaştım. Oyuncuları gayet iyi, ses kaydındaki şarkılar süper (Elliot Smith – Behind the Bars). Konu hafif klişe ama akıyor gayet, sıkmıyor. Bir kahvaltı filmi için gayet başarılıydı.

stuck in love

İlk cümlesi çok başarılıydı: “Acıttığını hatırlıyorum. Ona bakmanın verdiği acıyı.”

The Lego Movie [Phil Lord, Christopher Miller – 2014]

Oyuncak pazarlayan bir film ne kadar iyi olabilir ki? Bu kadar! Arkadaşımla tamamı çocuklar ve evebyenlerinden oluşan salona girdiğimizde kendimizi garip hissettik biraz. Ama filmin başarısı ağzımızı açık bıraktı. Çocukların (ne yazık ki) anlamadığı esprilere biz deli gibi güldük, gerçekten deli sanmış olabilirler. Hem çok eğlendik hem de bir film olarak çok keyif aldık.

lego-movie

Bir kere, konu çok başarılı: Bir faşist tarafından yönetilen Lego Dünyası’nda sıradan (hatta fazla sıradan) bir insanın kendini bulma ve faşist lideri devirme macerasını anlatıyor. İzlerken gülüyorsunuz ama aklınızın bir köşesine de Gezi Olayları geliyor. Hala devam eden anti-demokratik unsurların karşılıklarını teker teker filmde görüyorsunuz: Polisin faşizanlığı ve gerektiğinde satılması, insanlara talimatlar verilip dışına çıktıklarında cezalandırılmaları, televizyonun uyutma maksadıyla propaganda aracı olarak kullanılması, giderek artan kurallar, pahalılık, vb. İşin garibi tüm bunları dozunda kullanıp bunların birer metafor olduğunu çok güzel vermesi. Senaryo bu bakımdan harika! Lego’nun ‘talimatları uygulama oyuncağı’ değil de ‘kendi yaratıcılığını kullanma oyuncağı’ olduğunu altını çizerek, önemli olanın bireyin içindeki yaratıcılık olduğunu ve bunun da her insanda bulunduğunu vurgulaması bile alkışlanacak bir unsur!

Belirttiğim üzere bunu da gayet başarılı bir senaryo ile yapıyor. Yan rollerde Batman, Superman, Han Solo ve Gandalf gibi nice popüler figür var ve film hepsiyle bir güzel de dalgasını geçiyor. Tüm bunları da stop motion ile CG animasyonu tam dozunda birleştirerek görselleştiyor. Göz kamaştırıcı resmen. Şimdiden 2014’ün en iyilerinden olduğunu iddia edebilirim. ÇOK İYİ!!!! Daha fazlasını oku…

Oscarlıklar 2014

All is Lost [J. C. Chandor – 2013]

all is lost

Birkaç teknik adaylık dışında beklenen Oscar adaylıklarını kapamayan All is Lost, Hint Okyanusu’nda yalnız başına yatıyla seyir alan 60’larındaki bir adamın, yatının su almaya başlamasıyla hayatla giriştiği mücadeleyi anlatıyor. Robert Redford’un tamamen tek başına oynadığı film, ilginç bir deney. İzlediklerim teknik açıdan (görüntü, müzik, oyunculuk) her ne kadar iyi olsa da konu o kadar tekdüze ki filmden 10 dakikada bir kopuyorsunuz. Sonunu da gayet uhrevi meselelere bağlamaları başka bir soru işareti.

12 Years a Slave [Steve  McQueen – 2013]

Hunger ve Shame ile bizi bizden alan ayrıksı yönetmen McQueen, bu sefer klasik bir ırkçılık meselesi anlatıyor. Tabii kendisinden bekleneceği üzere, olabildiğince kışkırtıcı ve gerçekçi. Yalnız sinemasal olarak desteklenen bu iki erdemin altı diğer iki filmine nazaran daha boş kalıyor. Şöyle ki McQueen, özgür siyahi Solomon Northup’ın kaçırılıp güneye köle olarak satılmasını olduğunca tarafsız ve şaşaadan uzak bir biçimde anlatırken ana fikri olan ırkçılık meselesinin sahiciliğini yer yer baltalıyor. Northup’ı kaçırıp satanlar da, sonunda kurtarıp eve yollayanlar da beyazlar oluyor ve Northup bu iki evre arasında kaderini değiştirmek adına hiçbir eylemde bulunmuyor. Filmin düz okuması böylece iyiliğin de kötülüğün de beyazların lütfu olduğu haline dönüşüyor.

twelve-years-a-slave

McQueen’in klasik ırkçılık karşıtı filmlerden daha ayrıksı, fark edilir bir film yaptığı ortada. Teknik anlamda da iyi kotarılmış, yılın çoğu filminden üstün bir film. Ama bu nitelikleri, onu yılın filmi yapmaya, daha ötesinde gelecekte hatırlanmaya yetmiyor. Akademi’nin tam hoşuna giden türde olduğundan ve biraz da ‘vicdan rahatlatıcı özelliği’nden ötürü Altın Küre gibi En İyi Film Oscarı’nı da alması sürpriz olmaz ama değmeyeceği kesin.

American Hustle [David O. Russell – 2013]

jennifer lawrence amy adams american hustle

Russell’ın filmi, eğlenceli bir gösteriş filmi. Her şeyi yerli yerinde yapmanın sizi ‘en iyi’ yaptığı bir zaman diliminde çekilmesi esas şansı. American Hustle, her şeyiyle dört dörtlük gözüküyor: Oyuncuları (evet Jennifer Lawrance, Christian Bale ile Amy Adams döktürüyor), kostümleri, sanat yönetmenliği, makyajı, diyalogları, vintage görüntüleri ve (takdir etmek lazım) yönetmenliği. Lakin filme biraz daha dikkatli bakarsanız, oldukça vasat bir öyküyü oldukça cilalı bir şekilde sattığını görüyorsunuz. Bundan 40 yıl önce çekilmiş The Sting, benzer bir hikayeyi çok daha iyi anlatıyordu. Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema

Kick-Ass 2 [Jeff Wadlow – 2013]

kickass2

İlk filmi tüm şiddetine karşı pek sevmiştik. Cüretkarlığını, espritüelliğini, gerçekle çizgi roman dünyası arasında yakaladığı o garip kıvamı. Devam filmi aynı etkiyi yaratamasa da (ilki dururken hele) benzer tadı yakalıyor. Eğlendiriyor, birkaç güzel kelam da ediyor. İyi bir film denemez belki ama ben çok eğlendim. Yalnız Jim Carrey’in yaşlandığını görmek insanı hüzünlendiriyor. Bir zamanlar her filmi iş yapan oyuncu şimdi yan rollerde bile zor tutunuyor.

The Hobbit: The Desolation of Smaug [Peter Jackson – 2013]

İlk film hakkındaki yazımda, filmin her anlamda çuvalladığını yazmıştım. Bu sefer durum o kadar vahim değil. En azından bir açıdan :). Bu yüzden filmi üç açıdan değerlendireceğim.

İlk olarak kitap açısından bakarsak, film gayet vahim. Önemli yerleri (üstelik sürüyle zamanına karşın) es geçip önemsiz detayları pohpohlaması, olmayan karakterlere yer vermesi, olmayan ilişkiler yaratması, vs. Zaten bir kitabı filme tamamen uyarlamanın imkansızlığı (ve bunun saçmalığı) ortadayken buna pek hayıflanmıyorum.

The-Hobbit-Smaug-4

İkinci açı daha vahimi. Sinema tarihi, bir kitabı sadece esin kaynağı olarak alıp ondan bambaşka bir sanat eseri yaratan onlarca filme sahip. The GodfatherThe ShiningAnayurt Oteli gibi harika örnekleri bulunur. Ne ilginçtir ki Lord of the Rings üçlemesi de bunlardan biridir. Peter Jackson esas üçlemeyi birebir filme almaz lakin harika bir tutarlılık ve kurguyla fantastik sinemanın en önemli yapıtlarından birini çıkarır. Bu yüzden de Hobbit hakkında umudumuz büyüktü. Sonuçta Michael Bay değil, yine Jackson yönetecekti. Lakin ilk film bizi oldukça hayal kırıklığına uğrattı. Ortada değil bir kitap uyarlaması, bir film bile yoktu! Çünkü filmin ana ekseni yoktu! Kah kitabın masalsı atmosferine kendini fazlasıyla kaptırıyordu, kah kitapla alakasız şekilde aksiyona yöneliyordu. Bir ortası yoktu ve film can çekişiyordu. Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema

25/12/2013 1 yorum

Frances Ha [Noah Baumbach – 2013]

frances ha

Şahsen The Whale and The Squad ile tanıdığım egzantrik bağımsız filmlerin (GreenbergMargot at the Wedding) yönetmeni Noah Baumbach’ın yeni filmi, iyice serbest sularda geziyor. Yer yer Fransız Yeni Dalgası’nın ‘hayatın gündelik akışına kendini bırakışı‘nı, yer yer de Woody Allen’ın ‘mutlu olmamak için sebebi yokken felsefi çıkarımları yüzünden kendinden nefret eden ama bir şekilde de yaşayan enteli‘ni barındırarak bunları kıvamında birleştirip sağlam bir büyüme öyküsü oluşturabiliyor. Senaryoya da katkıda bulunan başrol oyuncusu Greta Gerwig, role çok şey katıyor. Siyah-beyaz görüntüleri ile de bir New York ve hayat güzellemesine dönüşüyor. Yılın en kayda değer alternatif filmlerinden.

The World’s End [Edgar Wright – 2013]

the-worlds-end

Shaun of the Dead ve Hot Fuzz‘ın dahil olduğu parodi üçlemesini, son ayağı olan The World’s End ile kapatıyorlar Wright/Pegg/Frost üçlüsü. Ama ne yazık ki ilk iki filmdeki başarılı öykü kurgusu ile zeki esprilerden eser yok. Hiçbir amacı ve dayanağı olmayan bir hikayeye inanmamızı ve de gülmemizi istiyorlar. Ama zerre gülemiyorsunuz çünkü baştan sona saçmalık izlediklerimiz. Bir avarenin, eski lise arkadaşlarını (hiç sebep yokken) toplayıp eski kasabalarına gitmelerini, bir gecede 12 bar dolaşma çabalarını ve bu esnada maruz kaldıkları uzaylı istilasını seyrediyoruz.

Kuma [Umut Dağ – 2012]

Haneke’nin öğrencisi olan Umut Dağ, belli ki hocasını iyi dinlemiş. Avusturya’da doğup büyüyen Dağ, çektiği ilk uzun metrajında Haneke’nin ustalaştığı ‘normal insanın sakladığı sırrın, kendisinin ve çevresinin hayatında yarattığı önlenemez baskı, gerilim ve değişimleri anlatma sanatı‘nı Avusturya’da yaşayan muhafazakar bir Türk ailesine uyguluyor. Ailenin kanser olan annesi, kendi eliyle Türkiye’deki köyünden kocasına bir kuma alıyor ama onu büyük oğluyla evlendirip aile dışında herkese de böyle tanıtıyor. Kuma, başta aileye alışmakta zorluk çekse de annenin gayretiyle aileden biri oluyor. Beklenmedik bir gelişme ise aile içindeki sırrın yavaştan ortaya çıkmasını sağlıyor.

kuma

Öncelikle senaryo kurgusu ve Dağ’ın yarattığı gerilim atmosferi çok başarılı. Böylelikle hep istim üzerinde izlenen heyecan dolu bir film olmuş. Bunun yanında bizim ülkemizde pek konuşulmayan Türk aile yapısı dinamiklerini layığıyla ifşa ediyor. Yine bizde pek olmayan otoeleştiri mekanizmasının bunun yanına oturturulması gerçekten alkışlanılası. Dağ’ın daha ilk filminde bu kadar meziyeti abartısız ortaya koyması çok sevindirici. Ayrıca başta Nihal Koldaş ve Murathan Muslu olmak üzere tüm kadronun oyunculukları çok başarılı. 2013’ün en iyilerinden olduğu kesin!

Monsters University [Dan Scanion – 2013]

monsters1

Pixar, büyüsünü yitiyeli çok oldu, hele Disney’e tamamen satıldıktan sonra. İlk film Monsters Inc. ben pek bayılmasam da Pixar’ın şaşaalı dönemine aitti (hatta bazı eleştirmenler bu dönemin son filmi olarak nitelerler). Devam filmi, yapısı gereği popülerlik kokuyor. Yine de kendi çapında bir şirinliği mevcut ama bu onu sadece izlenebilir kılabiliyor.

Prisoners [Denis Villeneuve – 2013]

İki yıl önce çektiği muazzam siyasi gerilim Incendies ile radarımıza giren Villeneuve, kariyerine Hollywood’da bir intikam gerilimiyle devam ediyor. İki yakın komşu ailenin kız çocukları bir gün kaybolur. Başta aileler ve polis olmak üzere herkes alarma geçer. Önce delilik sınırında bir gençten şüphelenilir ama ondan bir şey çıkmayınca herkesin sinir katsayısı artmaya başlar; çünkü günler geçmektedir ama kızlar bulunamamaktadır…

Prisoners-Movie

Daha önce de benzeri filmler (örneğin Reservation Road) izlediğimiz çocuk kaçırma geriliminde, yapabileceğinin en iyisini yapıyor film. Villeneuve sayesinde çok iyi bir kurguya ve tempoya sahip. 2.5 saatlik süresine rağmen süresini harika kullanmayı ve tempoyu düşürmemeyi başarıyor. Tabii Hugh Jackman, Jack Gyllenhaal, Paul Dano gibi kalburüstü oyunculara sahip olması ve onları çok iyi kullanması da cabası. Kısacası yılın en iyi popüler filmlerinden biri, hatta en iyi gerilimi.

Samsara [Ron Flicke – 2011]

samsara

90’ların şoke edici belgesellerinden Baraka, kelimelere ihtiyaç duymadan sadece dünyanın çeşitli yerlerinde çekilen görüntülerle bir çok şeyi anlatmayı başarıyordu: Din, coğrafya, kültür, siyaset, şehir, bilim, kapitalizm bunların birkaçıydı. 20 yıl sonra Ron Flicke, aynı yöntemi kullanarak Samsara‘yı çekti. Ülkemizde bu yıl gösterilen belgesel, Baraka‘yı izlemiş olmamıza rağmen hala tüyler ürpetiyor. Üstelik ona son 20 yılda iyice ayyuka çıkan silah çılgınlığını ekliyor. Defalarca izlenip, anlattıkları üzerine saatlerce konuşabililecek bir belgesel.

The Act of Killing [Joshua Oppenheimer, Anonymous – 2012]

act_of_killing

60’larda Endonezya’ya gerçekleşen askeri darbe sonrası muhalif kişileri ‘komünist’ diye yaftalayarak öldüren gangsterlerin, tüm bunları sözde günah çıkararak ama gerçekte övünerek anlatmalarını izliyoruz bu 160 dakikalık belgesel boyunca. Gerçekten tüyler ürpertici bir gerçekle karşı karşıya kalıyorsunuz. Söz konusu kişilerin masumları öldürmelerini canlandırmaları bile korkutucu. Uzun süresi canınızı sıksa da 50 yıl boyunca yaşanan ve yaşanmaya devam eden bu vahşet karşısında bunlardan haberdar olmak o ölen masumlar adına az bile. Öyle gerçekçi bir belgesel ki filmin 2. yönetmeni dahil kadronun üçte ikisi, ölüm korkusuyla jeneriğe adlarını yazamamış!

The Broken Circle Breakdown [Felix van Groeningen – 2012]

Belçikalı yönetmen Groeningen, nonlineer bir kurguyla tutku dolu bir aşkın ortasını, başını ve sonunu anlatıyor. Aşkın, kendisini oluştururken (bir kimyasal bileşik misali) onu oluşturan bireyleri yok edişini tüm yalınlığıyla ve harikulade country ezgileriyle seyreyliyoruz. Belçikalı bir country müzik grubunun elemanı Didier ile dövme sanatçısı ve alabildiğine özgür Elise’nin aşkları, ikilinin tüm zıtlıklarına rağmen başlıyor. Sürpriz olarak doğan çocukları Maybelle’în kanser oluşu ise aşklarını sonuna kadar sınıyor.

the-broken-circle-breakdown

Filmin başlarında My Sister’s Keeper gibi ağlatan bir melodrama dönüşecek hissi veren film, harika kurgusu yardımıyla çark ederek aşkın yakıcılığını anlatan bir filme evriliyor. Bunu yaparken Maybelle’in hastalığı gibi hikayeleri muazzam şekilde kullanarak filmi sağlamlaştırıyor. Böylece ortaya, benim en sevdiğim filmlerden Paris, Texas‘ı hatırlatan yürek burkan bir yapıt çıkıyor. Hassas kalplere ağır gelebilecek bu öyküyü ise Didier’in (sonradan Elise’nin de solist olduğu) grubunun harika şarkılarıyla hafifletiyor. Didier’de Johan Heldenbergh ile Elise’de Veerle Baetens’in uyumlu kimyası ve harika oyunculukları da filmi daha da güçlendiriyor. 2013’ün en iyi filmlerinden!

Captain Phillips [Paul Greengrass – 2013]

Tom Hanks

Geçen yıl Kathryn Bigelow’un enfes yönetmenliği ve Jessica Chastain’in mıhlayıcı performansıyla Zero Dark Thirty‘de herkesi iki arada bir derede bırakan büyük bir propaganda izlemiştik; Amerika’nın ne kadar büyük ve her şeye kadir bir ülke olduğunu dikte eden. Bu yıl da benzer bu durumla karşı karşıyayız. Paul Greengrass’ın kıvamını tutturan bir dinamizmle baştan sona yerinde durmayan kamerası ve Tom Hanks’in pek zorlanmadan oyunculuk gösterisi yaptığı Captain Phillips, baştan sona bir Amerika propagandası. Kendisinin ne kadar güçlü, zeki ve kudretli olduğunu; Somalilerin de ne kadar özenti, cani ve kötü olduğunu cümle aleme duyuruyor Ben bu yüzden çok itici buldum ama Greengrass’ın aksiyonu sağ olsun dünyada pek sevildi ve hatta ödül radarına girdi.

The Big Wedding [Justin Zackham – 2013]

the-big-wedding

Senenin en kötü filmlerinden biri olsa da hafifliğinden ötürü rahatça izlenebilecek bir film. Robert De Niro, Diane Keaton, Susan Sarandon, Amanda Seyfried, Katherine Heigl, Robin Williams ve Topher Grace’den oluşan ünlü oyunculardan aldığı ılımlı performanslar ve az da olsa güldürebilmesi sayesinde bence görevini vasat da olsa yerine getiriyor.

Yozgat Blues [Mahmut Fazıl Coşkun – 2013]

Uzak İhtimal ile yalın ve klişelerden uzak bir ilk film kotaran Coşkun yoluna daha olgun bir filmle devam ediyor. Kariyeri hiçbir zaman iyi gitmemiş bir şanson şarkıcısının şansını biraz da Yozgat’ta denemek istemesi üzerine bir öğrencisi ile buraya gidiyor. Orada bir lokalde sahne alıyor fakat hep aynı şarkıyı (bozuk plak misali) okuyan şarkıcımızın işleri yine sarpa sarıyor. İstanbul’da bir varoşta yaşayan ve neredeyse bir hiç olan öğrencisi ise bu taşra kentinde kendine gelip kimliğini bulmaya başlıyor.

yozgat_blues

İlk filmi gibi yalın, klişelerden olabildiğince uzak ve kendi mizahını barındıran bir eser çıkarmış Coşkun. Taşranın küçüklüğünü ve geri kalmışlığını vurgulamak yerine oranın da kendine has bir havası olduğunun ve bazı insanlar için bunun gayet de yeterli olduğunun altını çiziyor. Bir yandan bir büyüme öyküsü, bir yandan kimliğini bulma hikayesi, diğer yandan da taşra insanına yapılan bir gözlem filmi. Ercan Kesal, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak ve Ayça Damgacı’nın olabildiğine doğal performansları filmi izlemek için apayrı bir sebep. Şahsen ayın (kasımın) komedi filmi Testosteron‘dan çok daha fazla güldüm.

Erkek Tarafı: Testosteron [İlksen Başarır – 2013]

erkek-tarafi

Şansıma galaya davetiye kazanmasam gitmezdim, gitmemekte de haklı çıkarmışım. Kahkahaysa olay, birkaç defa güldürdüğü gerçek ama tamamen anlık olarak. Filmin bütünlüğü, gerçekçiliği ve kendine has bir duruşu sıfır. Popüler bir tiyatro oyunundan (o da Polonya’dan uyarlama) uyarlanan film, belli ki oyunun esprilerini aynen kopyalayıp yapıştırılmış. Sahnede fena durmayan espriler, perdede eğrelti kaçıyor. Konunun Türkiye’de meydana gelemeyecek kadar saçma oluşundan başlayarak filme bağlanmanızı engelleyen sürüyle madde var. En önemlisi de tüm olayı erkeklik halleri olan bir eserin olayın felsefi boyutundan ısrarla kaçınıp bilimsel birkaç veriyle işi geçiştirip bel altı muhabbetine çevrilmesi. Bazı sahnelerde güleceğime, tiksindim!

The Hunger Games: Catching Fire [Francis Lawrence – 2013]

Catching-Fire-24

Hollywood bazı şeyleri tüketmeyi ve mahvetmeyi iyi biliyor. Pek kimsenin beklemediği ölçüde gişe yapan ilk film sayesinde parsayı hemen toplamak için hıza basınca ilk filmin yönetmeni Gary Ross ayrılmış, memur yönetmen Lawrence başa gelmiş. Sonuç, ilk filmin tüm taktiklerini layığıyla kopyalayan bir film. Seyirci karmaşa ve anarşizmi mi sevdi, biraz arttırarak koy; moda ikonu kıyafetleri mi sevdi, getir en alangirli kıyafetleri; üçlü aşk öyküsü tuttu mu, bırak ne kadar saçma olsa da Katniss iki erkeği de sevsin. Ayrıca Survivor oyunları tam gaz gelsin, ünlü karakter oyuncuları (Philip Seymour Hoffman, Jeffrey Wright, vs) rol kessin. Valla iyi iş. Çoğunluk memnun da durumdan ama ben zerre keyif almadım çünkü filmde bence hiç yeni bir şey olmadı. Tam “Ha, galiba olay başlıyor!” dediğim anda film bitti. Şaka mısınız kardeşim?

The Look of Love [Michael Winterbottom – 2013]

look_of_love

Değişik türlerde (siyasi belgesel, dram, melodram, komedi, kara film ve hatta erotik film) filmler çekmeyi seven Michael Winterbottom, sevilen biyografik filmi 24 Hour Party People‘dan (70’lerin ünlü müzik menajeri ve kulüp patronu Tony Wilson’ı anlatıyordu) 11 yılı sonra yine İngiltere’nin popüler kültürüne etki etmiş ünlü birinin hayatına göz atıyor ve yine baş rolü Steve Coogan’a veriyor. İngiltere’nin cinsel içerikli şovları ile porno dergilerinin kralı ve öldüğünde ülkenin en zengin kişisi olan Paul Raymond’ın hayatının, kariyerinin başlangıcından kızının ölümüne kadar olan büyük bir kısmını izliyoruz. Raymond’ı iyi veya kötü olarak yargılamak yerine, 24 Hour Party People‘daki gibi onun hayat tarzını gösteren ve böylece söz konusu dönemi gözlemlememizi sağlıyor Winterbottom. Coogan yine gayet iyi, filmin teknik kısmı da keza. Ama bunlar filmin üzerindeki atalet duygusunu atamıyor ve vasat bir biyografik filme dönüşüyor.