Arşiv
Caz Kokan Dört Film
Caz; her ne kadar “Caz yapma bana!” gibi deyimlerle ülkemizde hafif aşağılansa da, çoğu müzik türünün karışımından oluşan ve doğaçlamanın her zaman ön planda olduğu bir müzik türü. Temel taşı olan doğaçlamanın da etkisiyle devamlı gelişen, değişen ve tekrarlanamayan bir yapıya sahip. Öyle ki aynı caz parçasını arka arkaya, tamamen aynı şekilde dinleme şansını pek bulamazsınız. Ayrıca şarkıya eşlik eden tüm enstürmanları tek tek ayırt edebileceğiniz yapısıyla da icracılarını, diğer türlerden daha fazla ihya edebiliyor. Nitekim bu yazıda anacağımız caz ikonları, kendi enstürmanlarının ustaları!
Bu yazıyı kaleme alma fikri, üç efsane caz ikonunu anlatan biyografik filmlerin arka arkaya görücüye çıkmasıyla aklıma geldi. Bunlara bir de Clint Eastwood’in ilk dikkate değer yönetmenlik denemesi olan Bird‘ü (1988) ekledim. Böylece ortaya şu anda okumakta olduğunuz, buram buram caz kokan ilginç bir deneme çıktı. Filmleri kendi izleme sıramla yorumlarken ilgili caz ikonlarına değinmeden geçemeyeceğim.
Trompet denilince akla gelen birkaç isimden biridir, Miles Davis (1926-1991). Cazı tek başına etkileyen, ona ruhunu veren nadide isimlerdendir. Çünkü Davis kendisini hiçbir zaman tekrar etmemiş ve neredeyse her 10 yılda bir, yeni bir caz alt türünün doğmasına ön ayak olmuştur. Tüm zamanların en çok satan caz albümü olan Kind of Blue’dan (1959) popa yaklaştığı Tutu’ya (1986) efsanevi bir kariyere sahiptir.
2015 yapımı Miles Ahead‘de ise onu, Hollywood’un sevilen karakter oyuncularından Don Cheadle canlandırıyor. Bu filmle aynı zamanda ilk defa yönetmenlik sandalyesine de oturan Cheadle filmini tamamen cazla yoğurmuş. Film boyunca kulağımıza bolca çalınan efsane parçaların yanında, hikâyenin ana iskeletini -olabildiğince- Davis’in hayal dünyasına ve düşüncelerine uygun tasarlanması filme esas gücünü veren unsur. Davis’in halktan kopuk geçirdiği yılların sonuna denk gelen üç günü izlerken -bilhassa filmin sonlarına doğru- onun psikolojisini ve bu zihinden çıkan saf caz müziğiyi ufacık da olsa kavrama şansına erişiyoruz.
Davis’in çömezi diyebileceğimiz ama caz tarihinde kendisine has bir yere sahip olan Chet Baker’ı (1929-1988) Born to Be Blue‘da (2015) Ethan Hawke canlandırıyor. Genelde siyahi sanatçıların hakim olduğu (çünkü caz, 20. yüzyılın başlarında New Orleans’taki siyahilerin gündelik müziğinden doğmuştur) türde bu kadar başarılı olan nadide beyazlardan olan Baker’ın kariyerindeki düşüş ve toparlanma sürecini izliyoruz. Yönetmen Robert Budreau bu klasik biyografi şablonuna Baker’ı ve müziğini anlamamızı sağlayacak pek bir şey eklemediğinden vasat bir film seyretmek zorunda kalıyoruz. Oysaki -neredeyse- tek amacı müziğini layığıyla icra edip Davis gibi mesleğin erbaplarından onay almak olan Baker’ın hayatı çok daha zengin malzemeye sahip. Film bitince geriye sadece Hawke’ın başarılı performasıyla enfes trompet sololar kalıyor.
Üç film arasında en kötüsü ise, açık ara Nina (2016). Ünlü caz piyanisti ve solisti Nina Simone’un (1933-2003) hayatını anlatmaya çalışan Cynthia Mont yönetmenliğindeki film, hayatımda izlediğim en kötü kurguya sahip olabilir. Simone’un çok renkli hayatını oldukça kopuk kopuk ve mesnetsiz öykülerle anlatmasının yanında Nina, uzun zamandır Hollywood’da gördüğüm en bayağı makyaj çalışmasına da sahip. Zoe Saldana’nın bir türlü Simone’un yıldız ışıltısını yansıtamaması ise filmin başka bir eksisi. Oysaki üstün yeteneği sayesinde Juliard’da klasik müzik eğitimini dereceyle bitiren, siyahi olmasından ötürü prestijli klasik müzik orkestralarına kabul edilmeyen, bu yüzden aktif bir siyasi aktivist olan ve mecburen caz yapan -ama eğitimi sayesinde klasik müzikle cazı harika harmanlayan- bir caz ikonundan bahsediyoruz. Dedikodulara göre yönetmenine son kurgu hakkı verilmemiş ve filmi stüdyo sırf ticari amaçlarla paketlemiş. Doğru olsa da olmasa da ortada kaçırılmış bir fırsat var. Nina yerine bu yıl Oscar’a da aday olan belgesel What Happened, Miss Simone? (2015) seyredilebilir.
Bu üç filmi seyrederken aklıma başka bir caz efsanesi olan Charlie Parker (1920-1955) geldi. 40’lı ve 50’li yıllarda saksafonuyla caz piyasasının tozunu attıran Bird lakaplı Parker, cazda doğaçlamayı başlatan isimlerden biri. New York’ün hâlâ açık olan dünyaca ünlü caz kulübü Birdland’ın adı da Parker’a ithafen verilmiş ve açılış gecesinde ise Parker sahneye çıkmış. Bu kulübün caz müziği için ne kadar önemli olduğunu, Born to Be Blue‘da Chet Baker’ın Birdland’te tekrar sahne alabilmek yanıp tutuşmasından anlıyoruz ki film de finalini Birdland’de yapıyor.
Büyük bir caz tutkunu olan Clint Eastwood Bird ile yönetmenlik kariyerinde çıtayı oldukça yükseltmiş ve ilk kez Altın Palmiye’ye aday olmuş. Bird gerçekten dört dörtlük bir biyografik film. 2016’dan bakıldığında tekniği ve anlatımı hafif demode kaçsa da Parker’ın hayatına girebilmemiz için elinden geleni yapıyor. 161 dakikalık filmde kurgunun hiç sarkmaması ve görüntülerin güzelliği de cabası. Ayrıca -bence hayatının rolünü oynayan- Forest Whitaker’ın performansı da filmi izlemek için başlı başına bir neden. Whitaker’ın bu rolüyle Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldığını da not edelim.
Miles Ahead‘in bir sahnesinde Miles Davis, yaptığı müziğin caz olmadığını, hayatın müziği olduğunu iddia ediyor. Sonra da ekliyor: “Ama illa da bir şey diyecekseniz ‘sosyal müzik’ deyin!” Caz, çoğu kişinin gözünde bir burjuva müzik türü olarak algılansa da kökeni, yapısı, hayatın ta içinden gelen ritimleri ve her bir icrasını sahne önüne taşıyan özelliğiyle halk müziği aslında. Halkın farklı kesimlerinden gelen ve -yolları kesişse de- bambaşka hayatlar geçiren bu dört caz ikonunu beyazperdede/ekranda izlerken cazın özünü daha iyi kavrıyorsunuz.
Bir İnsan Hakkında: Amy
Hayat, keyifli ama aynı zamanda meşakkatli bir macera. Bireyin yolda önüne çıkan zorlukları iyi tahlil edip kendisini geliştirmesi gerekiyor ve bu süreç hiç sona ermiyor, doğumdan ölüme kadar. Bu yılın gözde belgesellerinden Amy‘nin (2015) esas anlatmak istediği bence bu, her ne kadar öyle gözükmese de.
2000’li yılların önemli ses sanatçılarından Amy Winehouse’un çıkış ve trajik iniş sürecini konu alan belgesel, Senna (2010) ile sürükleyici ve farklı bir belgesel çekilebileceğini kanıtlayan Asif Kapadia’ya ait. Amy‘nin de dramatik yapısı oldukça kuvvetli ve seyircisinin gözünü perdeden bir dakika bile ayırmasına izin vermiyor. Bunun ana sebeplerinden biri dakik kurgusunun yanında, gerçekçiliği ve ana odağı olan Amy Winehouse’u tarafsız ve içtenlikle anlatması.
Winehouse’un hayatından görüntüleri kronolojik olarak arka arkaya dizerken onu doğrudan etkileyen unsurlara hiçbir zaman odağını çevirmiyor: Ne aile fertleri, ne kocası, ne arkadaşları, ne yüzsüz medya, ne de şaşılası biçimde müziği. Kapadia’nın odağı hep sabit, yalnızca ve sadece Amy! Ama bir ünlü ya da harika bir ses olarak değil, bir insan olarak Amy! Zaten filmin adı da bunu yansıtıyor. Daha fazlasını oku…
Hayattan Notlar
- The Jinx: Life and Deaths of Robert Durst ilginç bir belgesel. 6 bölüm hâlinde HBO’da yayınlandığında bu kadar ses getireceğini yaratıcıları biliyorlar mıydı, emin değilim. Çünkü ortada bir sürü açıdan ilginç bir vaka var: Hukuksal, psikolojik, sosyal, kriminal… Multi-milyarder bir aileye mensup olan Robert Durst’ün çeşitli cinayetlerde birinci şüpheli olması ama bir şekilde hiç hapse girmemesini şaşkınlıkla izliyorsunuz. Ortada çok ciddi bir dram var. Kafasına estiği gibi davranan bir psikopat, sırf zengin olduğundan sistemin açıklarını kullanıp hukuk sistemiyle alay ediyor. Her yerde aranırken 6 dolarlık bir sandviç çalarken yakalanması veya kendisini araştıran bir belgeselciyle röportaj yapmayı kendisinin teklif etmesi cabası… İbretle izlerken sistemin durumu hakkında da bolca düşünüyorsunuz…
- Belgesel yayınlandıktan sonra Durst hakkında yeni davalar açıldığını ve yönetmen Jarecki’nin süreci takip ettiğini not edelim. Yani ‘The Jinx 2’ 2-3 yıl içinde gelebilir.
- Xavier Dolan’ın ilk iki filmini seyretmiştim ve bence çok abartılıyor. Genelde kadınların olumlu yaklaşması da bu düşüncemi doğruluyor bence. Ama yine de son filmi Mommy‘yi (2014) izledim. Gerçekten farklı, sağlam ve izlemesi keyifli bir film. Dolan üslubunu daha oturtmuş ama yine de sonraki projeleri konusunda şüphelerim bâki.
- The Avengers 2 (2015) ve Entourage (2015) sinemada yaşadığım hayalkırıklıkları oldular. İlki, kendisinden beklenmeyeni (pozitif olarak) yapan bir ilk film ardından gelen vasat bir eğlencelikti. İkincisi ise oldukça eğlenceli ve zeki bir dizinin (iki kere izleyecek kadar bayılırım) vasat bir kopyasıydı.
- Jurassic World (2015) kendisini bilen vasat bir eğlencelikti mesela, sadece görevini yapıyordu. Kerem Sanatel’in Altyazı’daki (Temmuz-Ağustos 2015) eleştirisine tamamen katılıyorum, okumanızı öneririm.
- Inside Out (2015) artık Pixar’dan beklentilerimizi düşürdüğümüz için oldukça iyi geldi. Ergenliğe adım atmaya hazırlanan bir kızı konu alsa da, sonuçta bir insanın iç dünyasıyla dış çevresi arasındaki etkileşimi ile karakter oluşumunu anlatıyordu ve oldukça da başarılıydı. Tabii ana izleyici kitlesi çocuklar olduğundan bir yerde duruyor ve film, sadece ‘vasat üstü’ olmakla yetiniyordu. Oysa ciddi potansiyeli vardı, mesela bu filmi Miyazaki çekse ortaya çıkacak eser bambaşka olurdu.
- Bu yıl bilim-kurguya doyuyoruz. Ex-Machina (2015) daha çok görselliğe önem verse de gerçekten başarılı bir film, yılın filmlerinden. Dr. Frankenstein hikâyesi ile yapay zeka konusunu çok başarılı bir şekilde birleştiriyor. Bu film hakkında Fil’m Hafızası için Mustafa Koca sağlam bir eleştiri yazdı, öneririm.
- Keza Mad Max: Fury Road (2015) hem başarılı bir post apokaliptik bilim-kurguydu (steam estetiği korunmuş yine) hem de dur durak bilmeyen bir adrenalin deposuydu. Neredeyse soluksuz izledim. Yapım tasarımı, kostümler, makyaj ve ses tasarımı efsane olmuş. Şimdiden yılın en iyileri arasında.
- Tek sevmediğim film türü olan korkuda da iyi bir yapım izledim: It Follows (2014) izleyiciyi şaşırtabilen ve haddini de bilen nadir korkulardan. Ama n’olur devamı gelmesin!!!
- Edebiyatla aram hiç iyi olmadı, kitap okumaktan sıkılan biriyim ne yazık ki. Zaten istediğim edebiyat birikimini yapabilseydim yazarlıkta çok daha iyi yerlerde olurdum herhâlde. Yine de arada kendimi şaşırtabiliyorum. 2 ay içinde 3 klasik okudum, bana göre bir rekor bu!!! 😀
- Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna‘sı gerçek bir başyapıt! Söyleyecek sözüm olamaz…
- Ardından Yaşar Kemal’in İnce Memed‘ini okudum ki o da çok başka bir şaheser. Tabii biraz efsaneleştirme var ki bence doğal da… Şimdi ikincisini okuyorum.
- Selimiye’de tatildeyken pansiyon sahibemiz Elâ Hanım, biraz metazori olarak arkadaşımla bana Dino Buzzatti’nin Tatar Çölü‘nü (Il Desserto del Tartari) okuttu, iyi de yaptı. İnsanın kafasındakiyle gerçeğin ne kadar farklı olduğu hakkında hafif sürrealist bir yapıt. Pek aksiyon yok kitapta çünkü esas amaç okuyucuyu düşündürtmek, tatilde olmasam okuyamazdım. Çünkü bir arkadaşımın Facebook’ta yazdığı gibi: “Tatar Çölü bitmeeeeeeeeeez… Bekle bekle bitmeeeeeeeez.”
- Bu arada Elâ Hanım kitabın en iyi çevirisinin Can Yayınları’ndan çıkan Nihâl Önol’unki olduğunu belirtti ısrarla. Zaten bize de yırtık dökük de olsa o çeviriyi okuttu. Diğerleri yavanmış.
Haziranın ikinci haftası Marmaris’in Selimiye köyünde tatil yaptım. Tek amacım dinlenmek ve denize girmekti, tam da amacıma ulaştım. Okuldan (yurttan) bir arkadaşımla 8 gün kaldık. Sahil şeridinin dar olması yapılaşmanıın içeriye girmesine izin vermiyor, o yüzden koy boyunca yayılmış yerleşim. Tabii 20 yıl önce küçük bir balıkçı köyüyken şimdi turistik olmuş ama fazla yer olmaması çok bozulmamasını sağlamış. Yolu çok virajlı ve uzun, o yüzden ana misafirler milyon dolarlık yatlarını bağlayanlar. Bu yüzden yan yana Carrefour, Macro Center ve Migros’u görebileceğiniz tek yer Türkiye’de.
- Okullar kapanmadan gitmekle çok isabetli davranmışım. Zaten sessiz ve sakin olan köy iyice kendi hâlindeydi, bazı yerler açılmamıştı bile. Biz Hydas Pansiyon’da kaldık, çok memnun kaldık. Köyde galiba 3 otel var, onlar da ufak ama pansiyonu tercih edin derim.
- İki güzel ve ünlü rakı-balık lokantası var, Sardunya ve Hidayet’in Yeri. İkincisi bence daha güzel çünkü önü açık ve etrafı boş, fiyatı da biraz daha uygundu. Sardunya daha sosyetik, servise çok önem veriyorlar ama önüne zincirleyen yatlar zevki baltalıyor. İkisinin de fiyatları İstanbul seviyesi, içki de içerseniz adam başı 150’ye kalkarsınız. Ahtapot ve kalamarı güzel yapıyorlar. (ki İstanbul’da ahtapot yapamıyorlar!!!)
- Ayrıca köy meydanında ev yemekleri yapan Beyaz Ev Yemekleri, yanında Badem Mantı, biraz içerde de Mavi Pide Salonu karnınızı rahatlıkla doyurabileceğiniz yerler.
- Tekne turu yapmadan sakın ayrılmayın! Ben 2 gün çıktım, harika koylara götürüyorlar! Kendinizi cennette sanabilirsiniz…
- Ramazanda da arkadaşlarla Saros Körfezi’ndeki Gökçetepe Tabiat Parkı’nda kampa gittim. Bahaneyle ilk çadırımı aldım. Çekiniyordum, yapamayacağımı düşünürdüm çadırda ama gayet güzeldi. Ormanda bol oksijenle uyumak çok keyifli!! Gökçetepe’nin denizi taşlık olsa da çok güzel.
- Kışın ilk defa bir crowdfunding kampanyasına katılmıştım. İlk albümüne (M.U.S.I.C.) bayıldığım Elif Çağlar, ikinci albümü (Misfit) için düzenledi. Sanırım 15 $ verdim. Mayıs sonunda önce indirme linki geldi, sonra da imzalı albüm adresime geldi. İyi ki katılmışım kampanyaya, harika bir albüm olmuş, tam saf caz!
- İki hafta önce de efsane bir albüm keşfettim. 1 yıl önce çıkan Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar (Ankâ). İçinde muhteşem şarkılar var. Fazıl Say, Kardeş Türküler, Umay Umay, Birsen Tezer, Vedat Sakman, Zülfü Livaneli albüme katkı verenlerden sadece birkaçı. Mesela Hilmi Yarayıcı ve Yasemin Göksu’nun ‘Hançerin Sapı’ düeti efsane. Dinleyin, defalarca…
- Bu arada İlhan Şeşen ayrıldıktan sonra sönen Grup Gündoğarken ikidir harika şarkılarla karşıma çıkıyor farklı toplama albümlerde. Ezginin Günlüğü tribute albümündeki ‘Eksik Bir Şey’ efsane bir şarkıdır. Metin Altıok’ta da ‘Geriye Kalan’ çok farklı ve özel.
- Politika yazmak istemiyorum artık. Zaten diyeceğimi film analizlerinde çaktırmadan diyorum, anlayana… http://filmhafizasi.com/medeniyet-uzerine-cesitlemeler-les-invasions-barbares/ bayağı politik oldu mesela…
Filmekimi 2014 İzlenimleri
Palo Alto [Gia Coppola]
Gia Coppola halasına çekmiş. Kendi bildiği dünya hakkında temiz, stirilize ama bilindik ve sıkıcı bir işe imza atmış. Genç yaşının verdiği birikimle hakim olduğu bir konuya, liseli gençlerin hâlet-i ruhiyelerine yoğunlaşmış. Sonuçta akıcı olmayan ve tahmin edilebilirliği yüksek bir film çıksa da vasatın üstünde olduğu açık. Tabii Sofia Coppola’nın işçiliği daha iyidir, Gia biraz taklit gibi duruyor bu açıdan. Yine de ilk film olması açısından olumlu bir çaba. Ayrıca bu film Türkiye’de çekilseydi, kesin birkaç ödül toplardı.
Maps to the Stars [David Cronenberg]
Cosmopolis‘in (2012) fazla entelektüel ve kendini bilmiş havasından sonra Cronenberg, daha sade bir işe soyunmuş. Her bireyi ünlü olan bir aile ve kaçık bir aktris üzerinden Hollywood’u eleştiriyor. Yalnız senaryodaki eğretilik öyle göze batıyor ki izlemek işkenceye yakınlaşıyor. Bilhassa ortalara doğru tüm gizem çözülünce bir “Eeee yani!?!” durumu oluşuyor. Cosmopolis‘te de hissedildiği üzere Cronenberg kariyerinin ilk dönemindeki başarısının ekmeğini yiyor. Benzer bir yorumu Julianne Moore için de yapabiliriz.
Le Meraviglie (The Wonders) [Alice Rohrwacher]*
Le Meraviglie (2014) bir büyüme hikâyesi, en nihayetinde. Ergenliğe yeni girmiş olan Gelsomina, yaşadığı küçük köyde dünyayı tanımaya gayret etmektedir. Arıcılıkla uğraşan bir ailenin en büyük kızı olarak yaz tatilinde, babasına en çok o yardım etmektedir. Onun bu rutin hayatını iki yeni gelişme değiştirecektir. İlki köye gelen reality show yarışması ki kız kardeşiyle ilk duyduğu andan itibaren katılmaya can atar. İkincisi de babasının para kazanmak için getirttiği hapisten yeni çıkmış Alman delikanlı.
Cannes’da Jüri Büyük Ödülü almış bir film olmasından beklendiğin tersine, şatafatlı numaraları yada sıradışı bir özelliği yok La Meraviglie‘nin. Filmin derdi, Gelsomina’nın hayatı boyunca hatırlayacağı bir yazı olabildiğince olağan bir şekilde peliküle aktarmak. Bu yüzden de belgesele oldukça yaklaşan, dingin bir tarzı var. Rohrwacher’ın başarısı, istediği filmi kusursuza yakın çekmesi olmuş. Gelsomina’nin hikâyesini anlatırken bir yandan da sade köy hayatının kayboluşunu, televizyon masalsılığının aldatıcılığını ve gündelik hayata olumsuz etkisini ile paranın her yere girmesiyle başlayan önlenemez yıkımı alttan alta veriyor. Büyük bir film yerine, küçük ama kendinden emin ve mahir bir film arayanlara hitap ediyor. Daha fazlasını oku…
Hayattan Notlar
- Yine kitapla bir ‘Hayattan Notlar’a daha başlayalım: Geçtiğimiz ay gösterime giren Baz Luhrmann’ın The Great Gatsby‘sini izlemeden kitabını okuyayım, dedim kendi kendime. Kitabı gösterim öncesi bitirmeme karşın, film hakkındaki sürüyle negatif eleştiri sayesinde filme gitmedim. Bir ara izlerim nasılsa. Lakin geçen hafta, 1974 yapımı uyarlamasını izledim. Klasik ve kolaya kaçan bir uyarlama olmuş. Yönetmeni Jack Clayton, adamın neredeyse en ünlü filmi bu. Asıl senarist bomba: Francis Ford Coppola! Coppola adından beklenildiği kadar yaratıcı değil. Zaten okuduğuma göre esas senaryoyu çok cüretkar değişikliklerle Truman Capote (bkz. Breakfast in Tiffany ve In Cold Blood) kaleme almış ama stüdyo beğenmemiş. Oyuncu seçimi fiyasko bence: Robert Redford ve Mia Farrow. İkisi de yakışmamış.
- Kitaba gelirsek; çok başarılı olduğu kesin. Fitzgerald burjuvazinin kibrini, tekdüzeliğini ve vurdumduymazlığını altmetinlere iyi yedirmiş. Yüzeyden bakınca, tipik bir zengin kız-fakir oğlan hikayesi lakin altı çok iyi beslenmiş. Karakterler gayet canlı ve tökezlemiyor. Hem kaliteli hem de zevkli bir kitap okumak isteyenlere tavsiyemdir.
- Ondan hemen sonra en sevdiğim film eleştirmeni olması dolayısıyla Uygar Şirin’in Karışık Kaset‘ini okudum. Bir şaheser olmadığı kesin, yer yer klişeler de var lakin ben kitabı çok sevdim. Sebebiyse kendimi bulmam. Ana karakterin bazı özellikleri ve bazı davranışları bana acayip benziyor. Zaten sulugöz bir romantik film hayranı olarak konu da bir süre sonra beni eline aldı. Aralarda da enfes şarkılar var. Sıkılmadan okunacak, sağlam bir roman.
- Şu sıralar ise ünlü Game of Thrones dizisine konu olan A Song of Ice and Fire kitap serisine başladım. Daha ilk kitabın 200. sayfasını yeni geçsem de serinin ana görünümü belli oldu. Kitaplar, asıl gücünü olay örgüsünden ve fantastik türü layığıyla kullanmasından alıyor. G.R.R. Martin kolay okunan (İngilizcesi gayet anlaşılır), akıcı ama yüzeysel bir eser yaratmış. Daha bir sürü ayım bu eserle geçecek gibi duruyor, sırf olayların gidişatı için soluksuz okunabilir.
- Konserlere gelirsek, mayısın başında ilk senfoni konserime gittim. İKSV ve Eczacıbaşı, merhum Şakir Eczacıbaşı anısına New York Filarmoni Orkestrası’nı 2 günlüğüne İstanbul’a getirdi. Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen konserlerin ikinci gününe katıldım. İlk senfonik konserimdi ama hiç sıkılmadım. Önce çevremi gözlemledim. Oldukça şık bir davetli topluluğu vardı. En ucuz biletlerin olduğu balkonda daha çok benim yaşlarımdaki kitle vardı ve ortam daha rahattı. Şortla gelen bile gördüm. Konserin ikinci arasında çaktırmadan ana salona indiğimizde ise profil değişimi çok açıktı. Tamamen abiye kıyafetler için üst sınıftan oluşan bir tabaka. Gayet şık bir kumaş pantolon-gömlek kombinasyonu yapmama rağmen ben bile eğreti kaçıyordum aralarında. Daha fazlasını oku…
Shadows [1959 – John Cassavetes]
‘Bağımsız film’ nedir? Son yıllarda çoğu sinemaseverin kafasını kurcalayan sorulardan biri. Hangi filme bağımsız denir? Bir ölçütü var mı?
Aslında hem var, hem de yok! Var çünkü terim olarak ‘bir stüdyo tarafından çekilmemiş her film’ bağımsız oluyor. Ama artık stüdyolar tarafından desteklenmeyip çekilen bir sürü popülist film de var. Mesela bu tanıma göre Türkiye’de çekilen her film bağımsızdır çünkü ülkemizde stüdyo sistemi yok. Fetih 1453‘e bağımsız demek, komik olmaz mı ama? O yüzden daha spesifik bir tanımla ‘ana-akım dışı yapım’ denilebilir. Bu sefer de ‘ana akım’ın ölçütleri nelerdir sorusu gündeme gelir ki yeterince karmaşık ve sonu gelmeyecek bir tartışmaya dönüşür. Örneğin geçen ay tüm dünyada gişe rekorları kıran The Hunger Games‘in ilk 10 dakikası gayet ana akım dışı çekimlere sahipti. Bu yüzden de, hele günümüzde, gerçek manasıyla bir bağımsız film bulmak çok zorlaştı.
Shadows ise bu konunun doğuşunu simgeliyor çünkü çoğu sinema tarihçisi tarafından ‘ilk bağımsız film’ olmakla anılır. Bugün çoğunluğun ‘bağımsız filmin babası’ olarak tanıdığı John Cassavetes’in ilk uzun metrajıdır. Aslında Hollywood’ta orta çapta ünlenmiş bir aktör olan Cassavetes’in asıl tutkusu yönetmenliktir ama bunu ısrarla stüdyo sistemi dışında, kendi koşullarında yapmak ister. O yüzden de, katıldığı radyo programlarında dinleyicilerden birer dolar istemek gibi yöntemlerle ve verdiği oyunculuk atölyelerindeki öğrencileri ile arkadaşlarını oynatarak 2 yılda ilk filmini çeker.
Daha fazlasını oku…
Sahnede Rakı İçen Cazcı
1 aya yaklaştı sanırım, arkadaşlarla Birsen Tezer konserine gittik. Tezer, şahane bir sese sahip bir caz şarkıcısıdır. Herkes gibi ben de onu efsane ‘Çığlık Çığlığa’ yorumuyla duydum. İlk dinleyeli kaç yıl oldu, hala tüylerimi diken diken eden olağanüstü bir yorumdur.
Son Yorumlar