Arşiv
2020’den Aklımda Kalan Filmler
Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (Serdar Kökçeoğlu)
Belgesel pek sevmiyorum lakin filmin her türünde olduğu gibi, iyi bir örneğini duyarsam izlemeye gayret gösteriyorum. 2020’de o kadar kaliteli belgeseller izledim ki yıl sonu listeme dört tanesi girdi. Yazıya da bu yüzden onlardan başlamak istedim.

Mimaroğlu belgeselini yapım aşamasında duymuştum ve konusuyla ilgimi çekmişti. Elektronik müzikle 60’larda ilgilenmeye başlayan ve bu alanda Amerika’da ufak da olsa ismi olan bir Türk olduğunu öğrenmek bile iştah kabartıcı. Belgesel sayesinde daha fazlasını öğrendiğim İlhan Mimaroğlu, pek örneği olmayan, nev-i şahsına münhasır bir karakter. Kökçeoğlu’nun eseri de klasik bir biyografi belgeseli izleğini takip etmeyerek anlattığı kişinin karakterine bürünüyor resmen.
Mimaroğlu nasıl entelektüel, ilgi uyandırıcı, bencil ve karamsarsa Mimaroğlu da bilgilendirici, çekici, yer yer itici ve soğuk. Ama bu yapı belgesele bambaşka bir hava katıyor ve benzersiz kılıyor. Yer yer sıksa da (eşim dayanamayıp yarıda bıraktı) farklı ve akılda kalıcı bir deneyim olduğu kesin.
Maddenin Hâlleri (Deniz Tortum)
İnsan meraklıdır ve görebildiklerinden ziyade, göremedikleri daha çok ilgisini cezbeder. Her insanın bir şekilde uğradığı hastanede de sadece pesonelin girebildiği yerler, doğal olarak sağlık çalışanı olmayana ilginç geliyor. Bir ameliyathane koridoru nasıldır? Doktorlar yemek yerken ne konuşur? Çöpler nasıl toplanır?
Deniz Tortum, Çapa’ın eski başhekimi olan babasının sayesinde, sadece kamerasıyla Çapa’nın her yerini turluyor. Hiçbir şeye müdahil olmuyor, hiç konuşmuyor, sadece o andaki duruma şahit ediyor bizi. Bu yüzden çok uzun plan sekanslar mevcut filmde ve o kadar uzunlar ki kamerayı (yani bunun bir film olduğunu) unutuyorsunuz. Tortum’un bu hissi yakalayabilmesi büyük bir teknik başarı. Pandemi zamanı böyle bir eser izlemek de başka bir deneyim.
Colectiv / Collective (Alexander Nanau)

2015’te Bükreş’te bir gece kulübünde yangın çıkar ve ölenler ile ağır şekilde yaralananlar olur. Yaralananların bir kısmı hastanede tedavi sırasında ölmeye başlayınca toplumda sesler çıkmaya başlar. Bu durumu takip eden bir spor gazetesi (!) muhabiri, olayın arkasında büyük bir ihmaller zinciri olduğunu ortaya çıkarır.
Yaşadığımız post-truth çağında o kadar çok yalanla karşılaşıyoruz ki çoğu artık bizi şaşırtmıyor. Politikacılar kadar iş insanları ve sıradan insanlar da buna ayak uydurmuş vaziyette. Romanya’da sadece 6 yıl önce yaşanan bu olaylar bunun sadece bir örneği. Nanau; sadece Romen sağlık sistemindeki çürümüşlüğü değil, insanların mevki, para veya sadece güçlü hissetmek için neler yapabileceğini de gösteriyor. Eserin en acı ve en gerçek yanı da bu durumu toparlamak için yapılan onca emeğe ve iyi niyete karşılık paranın ve politik hırsın her şeyi nasıl da tek hamleyle bu yapılanları yok edebileceğini belirtmesi.
Romanya’yı bu kadar eleştiren bir yapımın Romanya tarafından da sahiplenilerek tüm dünyada övgülere ve ödüllere boğulması da yaşadığımız çağ hakkında düşünülmesi gereken bir konu.
Daha fazlasını oku…2020’den Aklımda Kalan Diziler
Bu yazıda 2020’de yayınlanmış dizi ve/veya sezonlarından belirli bir beğeni sırası olmaksızın bahsedeceğim. Yazının tek amacı kişisel dizi notlarımı arşivlemek. Tabii bunu okuyacaklara da tavsiye niteliği taşımaktadır.
Normal People [Mini Dizi – Yaratıcı: Alice Birch – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Lenny Abrahamson (Yönetmen), Hettie Macdonald (Yönetmen), Sally Rooney (Romanından Uyarlanan ve Senarist)]

Başka bir yazımdan doğrudan kopyalıyorum:
“Klişe bir melodram gibi gözüken hikâyesini pek umursamayan Normal People için önemli olan çiftin duyguları ve bunları ifade biçimleri. Bu hususta da diyaloglardan öte; bakışlar, mimikler, dokunuşlar (veya dokunamayışlar) öne çıkarılıyor. (Zaten Normal People’ı sıra dışı bir eser, hatta deneyim hâline getiren de bu özenli ve farklı yapısı.) Lise faslını hızla kapatıp ikisinin de karakterlerinin şekillendiği üniversite dönemine geçen yapım; çiftin ilişkisiyle beraber günümüzde kadının ve erkeğin ilişkideki, ailedeki ve toplumdaki rollerini, cinselliğin ilişkideki rolünü, iki tarafın cinselliğe bakışını, sınıf ayrımının ve paranın ilişkiye etkisini irdeliyor. Bakış açılarının zaman ve deneyimle değişebildiğini vurgulayan altyapısı sayesinde Normal People, net saptamalar yapmaktan ve taraf tutmaktan ısrarla kaçınıyor. Duygularını daha açık bir şekilde dışavuran ve bu nedenle belirli bir kalıba sokulmaktan ısrarla kaçınan Z kuşağının aşkı algılayış ve yaşayışının da önceki kuşaklardan farklı olabileceğini gösteriyor Normal People.”
Tales from the Loop [Mini Dizi – Yaratıcı: Nathaniel Halpern – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Simon Stålenhag (Kitabından Uyarlanan), Mark Romanek (Yönetmen), Jodie Foster (Yönetmen), Andrew Stanton (Yönetmen), Philip Glass (Müzik), Ole Bratt Birkeland (Görüntü Yönetmeni)]

Tales From the Loop başka örneği olmayan bir bilim kurgu dizisi. 80’lerde geçen (ve bu sayede o dönemin retro havasına da sahip olan) yapım, CERN benzeri bilimsel bir enstitüde ve bu enstitünün bulunduğu ufacık kasabada yaşanan kimi bilimsel, kimi de gerçeküstü olayları aktarıyor. Lakin dizinin alamet-i farikası anlatış biçiminde. Zaman yolculuğu, yapay zeka, beden değişimi, tanrı parçacığı gibi günümüzde bile çözülemeyen konuları 80’ler ruhunda hiç sırıtmayacak bir şekilde, üstelik asla da allayıp pullamadan hikâyesinin içine yediriyor. Üstelik dizinin öne çıkan bir karakteri de bulunmuyor. Antoloji şeklinde, her bölümünde farklı bir olayı ve karakteri öne çıkararak bir masal anlatıyor. Bu masalların birleşiminden de insan olmaya ve insanlığa dair çok özel bir derleme çıkıyor.
Tales from the Loop her türlü anlatım şaklabanlığının uzağında, kendi atmosferine sahip. Netflix dizilerine alışanlar son derece sıkıcı ve manasız bulabilirler. Ama diziyle frekansı tutanları son derece başarılı bir yapım tasarımı; Mark Romanek’in başı çektiği incelikli bir reji; enfes bir görüntü yönetimi; Jonathan Pryce, Rebecca Hall ve Jane Alexander gibi karakter oyuncularından minimal performanslar ve Philip Glass’ın baş döndüren tınıları bekliyor.
Aslında yapım başlı başına günümüzün hızlı üretilen ve tüketilen medya dünyasına bir başkaldırı!
The Crown [4. Sezon – Yaratıcı: Peter Morgan – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Stephen Daldry (Yönetmen), Philip Martin (Yönetmen), Martin Childs (Yapım Tasarımı)]

2016’da başlayan bu ünlü dizinin tüm sezonlarını son birkaç ayda arka arkaya izledim. Bu sebeple de bu kısa yazıda ilk dört sezonu toparlayacağım ama dizinin en başarılı sezonu dördüncüsü, üstelik ilk iki sezonun atmosferini ve genel anlamda dizinin teknik altyapısını kuran Stephen Daldry’ın eksikliğine rağmen. Bunun esas sebebi de Diana’nın hikâyeye dâhil olması değil, yapımın en sonunda bir taraf seçmeye karar verebilmesi (tabii bunun sebepleri de tartışılası).
İlk üç sezonunda tarafsız olmaya çalışarak Kraliçe II. Elizabeth’in hükümdarlığını anlatan ve çevresindekileri eleştirebilse de, kraliçeyi ve monarşizmi neredeyse hiç eleştirmeyen, hatta bazen destekleyen yapım; dördüncü sezonunda kısmen de olsa bu tavrını kesin olarak değiştiriyor. Verdiği intiba da kalan iki sezonunun böyle devam edeceği. Yine de bir Netflix manipülasyonu izlediğimizi unutmayalım.
Bu hırslı ve aşırı iddialı yapımın en önemli artıları neredeyse kusursuz bir senaryo kurgusuna, harikulade bir yapım tasarımına, kostüm, makyaja ve de çok iyi oyunculuk performanslarına sahip olması.
Daha fazlasını oku…Engellinin Birey Olma İhtimali
Bireyin kendisiyle barışık olması, ilk görümüşte kolay gözüken ama ifa etmenin hiç de basit olmadığı bir eylem. Ya kendinizi ve hayatı hiç sorgulamadan yaşamalısınız ya da kendinizi iyi tanıyıp, iyi analiz edip hayatınızı ona göre kuracaksınız. Bir sürü fiziksel ve sanal uyaranla kuşatıldığımız 21. yüzyılda bunu yapabilmek fiziken sağlıklı bir insan için bile zorken, bir engelli için çok daha meşakkatli. Sistem tarafından devamlı ideal kişiye yönelik tektipleştirilmeye çalışılan birey, hayal ettiği insan olamayınca çelişkiye düşüyor. Tıpkı Adam Cohen’in ‘Cry Ophelia’ şarkısında bahsettiği gibi, kafasında yarattığı ile olduğu kişi arasına çizgi çekmekte zorlanıyor.
Arka arkaya bir engelli ile onun bakıcısı arasındaki kâh mizahi, kâh duygusal, kâh gelgitli ilişkiyi farklı açılardan değerlendirmeye çalışan iki film izledim. İlki olan The Fundamentals of Caring (2016), kendi sebep olduğu bir kaza sonucu oğlunu kaybedip bunalıma giren Ben ile bir kas hastalığı sonucu tekerlekli sandalyeye mahkum olan Trevor’un kendilerini bulma hikâyesini anlatıyor. İkili birbirlerine alışma faslını atlattıktan sonra beraber yollara düşüyorlar. Tabii her yol hikâyesi gibi bu öyküde de yol, karakterleri dönüştüren bir katalizör aslında. Yaşadıkları olaylar, tanıştıkları insanlar ve gördükleri yerler sayesinde Ben ve Trevor; geçmişleriyle hesaplaşıyorlar, yeni deneyimler kazanıyorlar ve böylece nelere kâdir olduklarını keşfedip kendilerini tanıyorlar.
Film maalesef potansiyelini kullanamadığından vasatın biraz üstünde bir dram olmakla yetiniyor. Biri psikolojik, biri fiziksel engelli iki karakterine eşit davranmaktansa, engellileri birer birey olarak görmekten kaçınan diğer filmler gibi (mesela Çağan Irmak’ın Tamam mıyız? (2013) filmi), Trevor’u bir katalizör olarak kullanarak çoğu meziyetini de kaybediyor. Trevor yolculuk boyunca gerçek hayatı teninde hissederek, bir kıza çıkma teklifi edecek cesareti kazanarak ve biyolojik babasının karşısına çıkıp hesap sorarak bir birey olma yolunda sağlam adımlar atıyor. Lakin finalde yine evinde bakıcısıyla sıkışıp kaldığını duyarken Ben’in normalleştiğini (!) ve bakıcılığı bırakıp esas mesleğine geri döndüğünü görüyoruz.
İkinci filmimiz ise vizyonun mendil ıslatma garantili melodramlarından Me Before You (2016). Londra’nın gelecek vaat eden, yakışıklı genç işadamlarından Will’in boynunun alt kısmı bir trafik kazası sonucu felç olur. Taşradaki zengin ailesinin yanında, eski doludizgin hayatının çok uzağında süren yaşamı, işsiz kaldığından bu işe ihtiyacı olan kasabanın deli dolu kızı Lou’nun ona bakıcı olmasıyla değişir. İkili birbirine alıştıktan biraz sonra Lou, Will’in ötanaziye hazırlandığını öğrenir ve tek amacı bunu değiştirmek hâline gelir.
Filmin beklediğimden çok daha fazla ayaklarının yere basması beni çok şaşırttı. Bir yerden sonra tür klişelerine teslim olsa da Will’in temsili oldukça gerçekçi. Will’in girdiği ‘engelli olma psikolojisi’ değil tam. O kadar paranın içinde fiziksel olmasa da her şeyi yapabileceğinin, zekasıyla Lou’yu tavlayabileceğinin farkında. Will umutsuz olsa da salak değil. Lou ona tüm hayatını adasa da bu, onun için yetersiz kalıyor! Will eski hayatını özlüyor; motorsikletini, yüksek enerjili yaşamını, dalmayı, gezmeyi, kızların onu kesmesini. Onun sorunu, yeni durumuyla eski hayatına hiçbir zaman sahip olamayacak olsa da mutlu bir hayat sürebileceği gerçeğini ıskalaması. Will tam manasıyla nostaljiye saplanıp kalmış ve farklı bir bakış açısını ısrarla reddediyor. Bu bakımdan filmdeki DVD sahnesi incelenmeyi hak ediyor. Bir gün Will Franssızca (dolayısıyla altyazılı) bir film izlemek istiyor. Lou ise altyazılar yüzünden odadan ayrılmak üzereyken Will’in ısrarıyla filmi izliyor. Böylece Will Lou’ya yeni bir bakış açısı (altyazılı filmlerin de güzel olabileceği gerçeği) kazandırırken Lou’nun kendisine farklı bir bakış açısı kazandırmasına izin vermiyor.
Aslında iki film de az çok engellilere duyulan sempatiden yararlanıp durumu eşelemekten kaçınıyorlar. Me Before You zaten türü gereği buna uzak. Güzel bir romans yaratabilecek iki karakter onun için kâfi zaten. Zaten biraz dikkatli bakıldığında filmin Lou üzerine inşa edildiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Will, sadece Lou’nun hayatını değiştiren katalizör rolünde. Böylece Will’in gerçekçi temsili de filmin bir dekoru olmakla yetiniyor. Tıpkı Lou’nun rengârenk kıyafetlerinin karakteri tanımlamak için göz önüne çıkarılması gibi.
The Fundamentals of Caring ise elindeki potansiyeli harcadığından filmin hakkını bile veremiyor. Hatta Trevor’u yetişkin bir insan değil de, ara sıra pohpohlanması veya eğlendirilmesi gereken bir çocuk olarak resmederek pozitif yönlerini de götürüyor. Bu durum Trevor’un Dot ile çıktığı gece daha âşikar hâle geliyor. Çünkü yönetmen sahneyi Trevor açısından değil, onu uzaktan gözetleyen Ben açısından kuruyor. Böylece seyirci de -tıpkı Ben gibi- onun tek gece olsun mutlu olmasıyla tatmin oluyor. Yoksa Trevor’un o gece hayatının en önemli deneyimlerinden birini yaşaması ve bu tecrübenin gelecekteki hayatına katkısının ne olacağı; ne yönetmen/senaristin, ne Ben’in, ne de çoğu seyircinin umurunda değil.
Çünkü Trevor, sistem için bireylere sunulabilecek bir seçenek değil. O evde oturup televizyon izlemeli. Olsa olsa arada böyle bir filmin katalizörü olup ana karaktere yaşama sevincini tekrar aşılayıp geldiği yere geri dönmeli. Tıpkı geçmiş enerjik hayatına bir daha kavuşamayacağından hayatta mutlu olabileceğine inanmayan Will’in ötanazi olması gibi. İkisi de kendileriyle barışık ol(a)madığından ve sistem de buna pek izin vermediğinden kendilerini birey olarak görmüyorlar. Oysaki onlar da hepimiz gibi birer insan, sadece bu farkındalığa sahip değiller.
Hayattan Notlar
- The Jinx: Life and Deaths of Robert Durst ilginç bir belgesel. 6 bölüm hâlinde HBO’da yayınlandığında bu kadar ses getireceğini yaratıcıları biliyorlar mıydı, emin değilim. Çünkü ortada bir sürü açıdan ilginç bir vaka var: Hukuksal, psikolojik, sosyal, kriminal… Multi-milyarder bir aileye mensup olan Robert Durst’ün çeşitli cinayetlerde birinci şüpheli olması ama bir şekilde hiç hapse girmemesini şaşkınlıkla izliyorsunuz. Ortada çok ciddi bir dram var. Kafasına estiği gibi davranan bir psikopat, sırf zengin olduğundan sistemin açıklarını kullanıp hukuk sistemiyle alay ediyor. Her yerde aranırken 6 dolarlık bir sandviç çalarken yakalanması veya kendisini araştıran bir belgeselciyle röportaj yapmayı kendisinin teklif etmesi cabası… İbretle izlerken sistemin durumu hakkında da bolca düşünüyorsunuz…
- Belgesel yayınlandıktan sonra Durst hakkında yeni davalar açıldığını ve yönetmen Jarecki’nin süreci takip ettiğini not edelim. Yani ‘The Jinx 2’ 2-3 yıl içinde gelebilir.
- Xavier Dolan’ın ilk iki filmini seyretmiştim ve bence çok abartılıyor. Genelde kadınların olumlu yaklaşması da bu düşüncemi doğruluyor bence. Ama yine de son filmi Mommy‘yi (2014) izledim. Gerçekten farklı, sağlam ve izlemesi keyifli bir film. Dolan üslubunu daha oturtmuş ama yine de sonraki projeleri konusunda şüphelerim bâki.
- The Avengers 2 (2015) ve Entourage (2015) sinemada yaşadığım hayalkırıklıkları oldular. İlki, kendisinden beklenmeyeni (pozitif olarak) yapan bir ilk film ardından gelen vasat bir eğlencelikti. İkincisi ise oldukça eğlenceli ve zeki bir dizinin (iki kere izleyecek kadar bayılırım) vasat bir kopyasıydı.
- Jurassic World (2015) kendisini bilen vasat bir eğlencelikti mesela, sadece görevini yapıyordu. Kerem Sanatel’in Altyazı’daki (Temmuz-Ağustos 2015) eleştirisine tamamen katılıyorum, okumanızı öneririm.
- Inside Out (2015) artık Pixar’dan beklentilerimizi düşürdüğümüz için oldukça iyi geldi. Ergenliğe adım atmaya hazırlanan bir kızı konu alsa da, sonuçta bir insanın iç dünyasıyla dış çevresi arasındaki etkileşimi ile karakter oluşumunu anlatıyordu ve oldukça da başarılıydı. Tabii ana izleyici kitlesi çocuklar olduğundan bir yerde duruyor ve film, sadece ‘vasat üstü’ olmakla yetiniyordu. Oysa ciddi potansiyeli vardı, mesela bu filmi Miyazaki çekse ortaya çıkacak eser bambaşka olurdu.
- Bu yıl bilim-kurguya doyuyoruz. Ex-Machina (2015) daha çok görselliğe önem verse de gerçekten başarılı bir film, yılın filmlerinden. Dr. Frankenstein hikâyesi ile yapay zeka konusunu çok başarılı bir şekilde birleştiriyor. Bu film hakkında Fil’m Hafızası için Mustafa Koca sağlam bir eleştiri yazdı, öneririm.
- Keza Mad Max: Fury Road (2015) hem başarılı bir post apokaliptik bilim-kurguydu (steam estetiği korunmuş yine) hem de dur durak bilmeyen bir adrenalin deposuydu. Neredeyse soluksuz izledim. Yapım tasarımı, kostümler, makyaj ve ses tasarımı efsane olmuş. Şimdiden yılın en iyileri arasında.
- Tek sevmediğim film türü olan korkuda da iyi bir yapım izledim: It Follows (2014) izleyiciyi şaşırtabilen ve haddini de bilen nadir korkulardan. Ama n’olur devamı gelmesin!!!
- Edebiyatla aram hiç iyi olmadı, kitap okumaktan sıkılan biriyim ne yazık ki. Zaten istediğim edebiyat birikimini yapabilseydim yazarlıkta çok daha iyi yerlerde olurdum herhâlde. Yine de arada kendimi şaşırtabiliyorum. 2 ay içinde 3 klasik okudum, bana göre bir rekor bu!!! 😀
- Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna‘sı gerçek bir başyapıt! Söyleyecek sözüm olamaz…
- Ardından Yaşar Kemal’in İnce Memed‘ini okudum ki o da çok başka bir şaheser. Tabii biraz efsaneleştirme var ki bence doğal da… Şimdi ikincisini okuyorum.
- Selimiye’de tatildeyken pansiyon sahibemiz Elâ Hanım, biraz metazori olarak arkadaşımla bana Dino Buzzatti’nin Tatar Çölü‘nü (Il Desserto del Tartari) okuttu, iyi de yaptı. İnsanın kafasındakiyle gerçeğin ne kadar farklı olduğu hakkında hafif sürrealist bir yapıt. Pek aksiyon yok kitapta çünkü esas amaç okuyucuyu düşündürtmek, tatilde olmasam okuyamazdım. Çünkü bir arkadaşımın Facebook’ta yazdığı gibi: “Tatar Çölü bitmeeeeeeeeeez… Bekle bekle bitmeeeeeeeez.”
- Bu arada Elâ Hanım kitabın en iyi çevirisinin Can Yayınları’ndan çıkan Nihâl Önol’unki olduğunu belirtti ısrarla. Zaten bize de yırtık dökük de olsa o çeviriyi okuttu. Diğerleri yavanmış.
Haziranın ikinci haftası Marmaris’in Selimiye köyünde tatil yaptım. Tek amacım dinlenmek ve denize girmekti, tam da amacıma ulaştım. Okuldan (yurttan) bir arkadaşımla 8 gün kaldık. Sahil şeridinin dar olması yapılaşmanıın içeriye girmesine izin vermiyor, o yüzden koy boyunca yayılmış yerleşim. Tabii 20 yıl önce küçük bir balıkçı köyüyken şimdi turistik olmuş ama fazla yer olmaması çok bozulmamasını sağlamış. Yolu çok virajlı ve uzun, o yüzden ana misafirler milyon dolarlık yatlarını bağlayanlar. Bu yüzden yan yana Carrefour, Macro Center ve Migros’u görebileceğiniz tek yer Türkiye’de.
- Okullar kapanmadan gitmekle çok isabetli davranmışım. Zaten sessiz ve sakin olan köy iyice kendi hâlindeydi, bazı yerler açılmamıştı bile. Biz Hydas Pansiyon’da kaldık, çok memnun kaldık. Köyde galiba 3 otel var, onlar da ufak ama pansiyonu tercih edin derim.
- İki güzel ve ünlü rakı-balık lokantası var, Sardunya ve Hidayet’in Yeri. İkincisi bence daha güzel çünkü önü açık ve etrafı boş, fiyatı da biraz daha uygundu. Sardunya daha sosyetik, servise çok önem veriyorlar ama önüne zincirleyen yatlar zevki baltalıyor. İkisinin de fiyatları İstanbul seviyesi, içki de içerseniz adam başı 150’ye kalkarsınız. Ahtapot ve kalamarı güzel yapıyorlar. (ki İstanbul’da ahtapot yapamıyorlar!!!)
- Ayrıca köy meydanında ev yemekleri yapan Beyaz Ev Yemekleri, yanında Badem Mantı, biraz içerde de Mavi Pide Salonu karnınızı rahatlıkla doyurabileceğiniz yerler.
- Tekne turu yapmadan sakın ayrılmayın! Ben 2 gün çıktım, harika koylara götürüyorlar! Kendinizi cennette sanabilirsiniz…
- Ramazanda da arkadaşlarla Saros Körfezi’ndeki Gökçetepe Tabiat Parkı’nda kampa gittim. Bahaneyle ilk çadırımı aldım. Çekiniyordum, yapamayacağımı düşünürdüm çadırda ama gayet güzeldi. Ormanda bol oksijenle uyumak çok keyifli!! Gökçetepe’nin denizi taşlık olsa da çok güzel.
- Kışın ilk defa bir crowdfunding kampanyasına katılmıştım. İlk albümüne (M.U.S.I.C.) bayıldığım Elif Çağlar, ikinci albümü (Misfit) için düzenledi. Sanırım 15 $ verdim. Mayıs sonunda önce indirme linki geldi, sonra da imzalı albüm adresime geldi. İyi ki katılmışım kampanyaya, harika bir albüm olmuş, tam saf caz!
- İki hafta önce de efsane bir albüm keşfettim. 1 yıl önce çıkan Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar (Ankâ). İçinde muhteşem şarkılar var. Fazıl Say, Kardeş Türküler, Umay Umay, Birsen Tezer, Vedat Sakman, Zülfü Livaneli albüme katkı verenlerden sadece birkaçı. Mesela Hilmi Yarayıcı ve Yasemin Göksu’nun ‘Hançerin Sapı’ düeti efsane. Dinleyin, defalarca…
- Bu arada İlhan Şeşen ayrıldıktan sonra sönen Grup Gündoğarken ikidir harika şarkılarla karşıma çıkıyor farklı toplama albümlerde. Ezginin Günlüğü tribute albümündeki ‘Eksik Bir Şey’ efsane bir şarkıdır. Metin Altıok’ta da ‘Geriye Kalan’ çok farklı ve özel.
- Politika yazmak istemiyorum artık. Zaten diyeceğimi film analizlerinde çaktırmadan diyorum, anlayana… http://filmhafizasi.com/medeniyet-uzerine-cesitlemeler-les-invasions-barbares/ bayağı politik oldu mesela…
İnsan ve İnanç Üzerine – Dekalog I: “Yaradan’a Şirk Koşmayacaksın!”
Ne kadar süreceği belirsiz yeni bir yazı dizisine başlıyorum. 10 yazı sürecek bu serinin her birinde, Krzysztof Kieslowski’nin 1989’da Polonya Devlet Televizyonu için çektiği Dekalog serisinin bölümlerini analiz etmeye çalışacağım. Buradaki amacım derin bir inceleme yapmak değil; sonuçta ne sosyoloji, ne psikoloji, ne teoloji okudum, ne de bu konular üzerinde ciddi bir hakimiyetim var. Her insan gibi benim de inanç olgusu hakkında düşüncelerim var, ayrıca sinemaya olan derin aşkım aşikârdır. Bu iki öğenin kusursuz diyebileceğimiz bir sentezi olan Dekalog serisi, Hz. Musa’ya inen tabletlerdeki On Emir’i konu edinir. Kieslowski her bölümde yaklaşık 1 saat boyunca, Varşova’nın bir banliyösündeki toplu konutlarda bulunan bir apartmanın farklı bir sakinine odaklanarak birer emri ele alır.
İlk bölüm, üniversitede akademisyenlik yapan Krzysztof ve tek başına büyüttüğü 10 yaşındaki Pawel’e odaklanır. Bilgisayarların daha çok yeni olmasına karşı (80’lerin sonları) oğluyla beraber küçük programlar yazan, hatta evdeki (kapıyı ve muslukları uzaktan kontrol etmek gibi) belli başlı işleri otomatize eden Krzysztof; bilime güvenen, sebep-sonuç ilişkisinin daima var olduğuna inanan ve ateist biridir. İnanç konusunda oğluyla da rahatça konuşabilmektedir. Pawel’i yetiştirmekte ona yardım eden kardeşi Irena ise inançlı bir Katolik’tir. Irena ile de inanç hakkında konuşan Pawel, ona Tanrı’nın kim olduğunu sorduğunda Irena ona sarılır ve şu anda hissettiği sevginin Tanrı olduğunu söyler. Krzysztof, Pawel’in kiliseye gitmesi gerektiğini düşünen Irena’ya karşı çıkmayarak oğlunun seçimine karışmayacağının sinyalini verir.
Pawel dışarıda paten kaymayı çok sevmektedir. Apartmanlarının dışarısındaki su birikintilerde oluşan buzlarda arkadaşlarıyla kaymaktadır. Yalnız bir gece önceden babası, meteorolojiden aldığı verileri kullanarak buzun kırılıp kırılmayacağını hesaplamaktadır. Bir önceki geceki hesap oldukça güvenli çıkıp aldığı özel ders de ertelenince yeni patenleriyle buzda kaymaya karar verir. Ama ne Kryzsztof ne de Pawel, bölümün başından beri ara ara gördüğümüz evsizin ısınmak için yaktığı ateşi hesaba katmamıştır. Ateş sebebiyle yumuşayan ve Pawel kaydığında kırılan buz, onun ölümüne sebep olur. Ondan geriye sadece, okulda televizyoncuların çektiği bir görüntü kalır.
Bölümün ana cümlesi olan “Yaradan’a şirk koşmayacaksın!” ile bölümdeki olayları göz önüne aldığımızda, ilk aklımıza gelen Kryzsztof’un bilimi/nedenselliği Tanrı’nın yerine koyması sonucunda oğlunu kaybettiği oluyor. Peki bilimin şaşmaz gerçekliğine inanıp tamamen soyut bir olgu olan Yaradan’ın yerine onu koyan Kryzsztof bu acıyla neden yüzleşmek zorunda kalıyor? Daha fazlasını oku…
Biat Kültürü ve Türk Eğitim Sistemi Üzerine
1.5 ay önce, yakın bir arkadaşımla oturmuş, gündem üzerine konuşuyorduk. Oldukça beğendiğim ve sonrasında da üzerine çok düşündüğüm bir cümle kurdu: “Bize okullarda insan olmayı değil, vatandaş olmayı öğrettiler.” Bu cümle o kadar çok şeyi açıklıyor ki şaşarsınız. Zaten bu yazıyı kaleme almamın sebebi de bu cümle.
Pak alakadar gözükmeyen bir örnekle başlayacağım. Bu yazın başında bizzat ilgilendiğim bir stajyerim vardı. Bir mühendislik öğrencisi olarak, gelecekteki kariyeri için önemli bir örnek olacağına inandığım stajı için mümkün olduğunca teori kısmını minimize edip pratiği ve iş yaşamını öne çıkarmaya çalıştım. Bu yüzden de verdiğim işleri öylesine yapmamasını, önemli olanın işin/görevin altında yatan mantık olduğunun üzerine basa basa vurguladım. Hakkını yememek lazım, zeki olduğundan kolay kapsa da soruları hep aynı yere çıkıyordu: “Ben bunları staj defterine nasıl yazmalıyım?” Çünkü okulda kendisini öyle bir korkutmuşlar ki sanki stajın tek amacı, staj defterini düzgün doldurmak!
Okullarda gördüğümüz, bu ülkede okula gitmiş hemen her bireyin yaşadığı bir korku bu: Tek bir hedefe yönelip o hedefin asıl mantığını ıskalamak. Ne yazık ki tüm eğitim sistemimiz aynı kural üzerine kurulu: Çeşitli hedefleri geçmekten ibaret olan bir eğitim hayatı. Sınavlardan yüksel not al, ortalamanı yüksek tut, hocanı dinle ve uyumlu ol. Bunları yaptığınızda ‘iyi öğrenci’ oluyorsunuz. Halbuki bilmiyorsunuz ki size asıl öğretilen ‘devletine saygılı vatandaş’ olma bilinci. Vicdan, erdem, düşünme, araştırma, yorumlayabilme, kendini ifade etme gibi en temel kişilik unsurları eğitim sistemimizde yer bulmuyor. Abartmayalım, bunlardan bazılarının ismi zikrediliyor ama hep dayatılan ana (ve çoğunlukla saptırılmış) hedef uğruna ıskalanıyor. Tamamına yakını ezbere dayalı ve kitabi olan bir sistemde ister istemez bazı insani özellikler ıskalanıyor.
Öğrenci hayatı, tamamen (devlet tarafından kontrol edilmiş) kitaplardan öğreniyor ve doğal olarak kendi kişiliğini oluşturabileceği temel bazı malzemelerden yoksun kalıyor. Hele aileden ve/veya arkadaş çevresinden benzeri bir eğilim gelirse (ki bizim toplumsal hayatımız zaten buna yatkındır, aşağıda açıklayacağım), birey başkalarının koyduğu hedeflere göre yaşayan bir insan haline geliyor. Bilhassa asker ve polis gibi daha orta okulda (yani kendi kişiliği oluşmadan) devlet yatılı okullarına alınıp ağır eğitime tabi tutulan meslek gruplarında bunu daha şiddetli hallerde görebilirsiniz. Daha fazlasını oku…
Kendimle Yüzleşme
Herkes benim Avrupa’ya eğlenmeye gittiğimi sanıyor. Halbuki ben buraya kendime bakmaya, kendimi değerlendrimeye geldim. Pardon, ben o amaçla geldiğimi sanıyormuşum. Ben buraya bal gibi eğlenmeye, hava atmaya gelmişim. Ama bir etken beni gerçek amacıma yönlendirdi, iradem dışında üstelik.
Pazartesi akşamdan beri kendimi sorguluyorum. “Ben kimim?”, “Nasıl bir insanım?” Geceleri pek uyuyamadım. Gündüzleri sokakları arşınlarken bir sürü düşünce beynimi etti.
Kendimi Hulk’a benzetiyorum. The Avangers filmine gidenler görmüştür. Ama Ang Lee’nin çektiği film, karakteri daha derin anlatır. Bruce Banner başarılı bir bilim insanıdır. Yaptığı bir deney sonucunda mutasyona uğramıştır. Artık sinirlenince dev, yeşil bir canavara dönüşmekte ve her şeye zarar vermektedir. Tabii bu sinirinin altında geçmişteki sorunları, kişisel problemleri yatar. Onları çözemeyen Bruce her şeye zarar verir, en çok da kendi sevdiklerine. Çünkü sevdiklerini, bilhassa sevgilisini, bu haliyle çok üzmekte, bu üzüntü de onu daha çok sinirlendirip onları daha da üzmektedir. En sonunda ücra bir yere kaçan Bruce, ömür boyu yalnız yaşamayı kabullenir.
Daha fazlasını oku…
Neden Türk Dizisi Seyretmiyorum?
Türk dizisi seyretmemek, kimileri için özünü inkar etmek, kimileri içinse elitist olmakla eşdeğer. Ben bu iki yaklaşımı ve hatta yapılan diğer mesnetsiz yaklaşımları da reddediyorum. Çünkü ortada ciddi bir anlayış eksikliği var bence.
Azınlıktayız
Ey sayın okuyucular (bir elin parmaklarını geçmediğinizin farkındayım, maksat özgüven olsun), siz de AB’ye girmememiz için bir neden bulamayanlardan mısınız? Siz de AKP’nin yüzde 47 oy oranıyla iktidar olmasına şaşıranlardan mısınız? Siz de bir kömür torbasına oy (s)atanları uzaylı gibi mi görüyorsunuz? Siz de 4,5 yıl hükümeti eleştirdikten sonra ona oy atanları ağzınız açık mı izliyorsunuz? Siz de halkın gözüne baka baka yolsuzluk yapanlara sinirlenenlerden misiniz? Siz de cumhuriyet, laiklik, hukuk gibi temel unsurların yok olmasına karşı hareket etmek isteyenlerden misiniz?
Eğer cevabınız evetse asıl sorum geliyor: SİZ DE KENDİNİZİ ÇOĞUNLUK MU ZANNEDİYORSUNUZ? Yani şu anda bizi yöneten kesmi azınlık olarak mı görüyorsunuz?
Yine cevabınız evetse, size birtakım basit sorularım var: Sizce Türkiye’de kaç kişi…
- demokrasinin ne demek olduğunu biliyor?
- Atatürk ilkelerini gerçek manasıyla anlamıştır?
- Kuran-ı Kerim’in Türkçe tefsirini/mealini okumuştur?
- bir hobi sahibidir?
- düzenli şekilde gazete/dergi/kitap okumaktadır?
- 19. ve 20. yüzyıl dünya ve Türkiye siyasi tarihini okumuştur ya da bilgi sahibidir?
Daha bir sürü benzeri soru sorulabilir. Ama bu kadarı da benim gelmek istediğim amaç için yeterli. Şimdi madde halindeki soruların cevaplarını az çok tahmin etmişsinizdir. Cevabı en yüksek olanı bile, iyimser bir yaklaşımla, nüfusun %10’unu bulmaz. O halde siz hala kendinizi çoğunluk olarak görüp kendinizi kandırmakta hala ısrarcı mısınız? Hala azınlıkta olduğunuzu görmüyor musunuz?
Sistem
Yaklaşık bir yıldır aklıma takılan bir kavram var: Sistem. Çok garip yerlerde karşıma çıkıyor. Şimdi makineci olduğumdan yanlış anlaşılabilir, terim olarak ‘sistem’den bahsetmiyorum. Terim halini de sevmem ya o ayrı mesele.
İlk önce kim bu adı koydu bilemeyeceğim. Yalnız tahminim 19. yüzyılın 2. yarısına denk düştüğü. Çünkü Sanayi Devrimi’ni takriben oluşan işçi sınıfı tarihte var oluşlarına ilk belirtiyi bu devirde göstermişlerdir. Ünlü 1845 İhtilali’ni bu sürecin ilk ayaklarından biridir hatta. Neyse, burada tarih dersi vermiyorum, ‘sistem’ kavramı üzerinde birtakım saptamalarda bulunmaya çalışıyorum. (Yoksa konunun ehli filan olduğumu iddia etmiyorum, sadece aklımdakini sizlerle paylaşıyorum.)
Doğal olarak insanlar ‘sistem’ denilen oluşumu ta o zamanlar gözlemlemişler. Marx ile Engels amcalarım da boşuna çizirttirmemişler. Sonra sessiz sinema döneminin ilahlarından Chaplin amcam popüler işlerinden sıkılmış, Modern Times diye bir film çekmiş. Ondan önce saptamalarda bulunan varsa da ben bilmiyorum, hoş görün. Şimdi Chaplin amcam daha ilk planda ‘sistem’e teşbihte bulunmuş: Bir çobanın arkasından giden koyun sürüsü. Sonraki plansa fabrikaya giren işçiler. Uzatmayalım, Chaplin enfes bir kapitalizm tarifi yapar filmin ilk 30 dakikasında. Makineler arasında kaybolan işçi deyimini gerçeğe çevirir. Aynı dönemde Lang amcamım çektiği Metropolis de var tabii. Bu film, tamamen ‘sistem’i anlatır hatta. Gelecekteki dünyada kurulan sistemi ve onu nasıl işlediğini oldukça abartılı tasvirlerle açıklar. Mesela filmde zenginler gökdelenlerin tepesinde yaşarlarken işçiler yer altı mağaralarında yaşamaktadır. İzlemenizi şiddetle tavsiye ederim.
Tabii ki sonraları daha birçok yazar, yönetmen, vs. konuyu ele aldı. Ama iki yönetmenden bahsederek saptamalarıma başlayacağım.
İlki aslında sevgi-nefret çizgisinde devamlı çizilen bir sinüs eğrisinin aramızdaki ilişkiyi çok güzel anlattığı bir ademoğlu: Michael Haneke. Adamın öyle planları var ki intihar edesin geliyor: Uzun, sade, müziksiz, sabit. Cache’de neredeyse kendimi paralıyordum. Adam 10 dakikalık iki planla filmi açıyor ve kapıyor. Kamera sabit şekilde 10 dakika bakıyorsun ve ihtiyacın olan 10 saniyede bitiyor ama o 10 saniyeyi sen buluyorsun. Tabii işin latifesini bir kenara bırakırsak iki planın da derin manaları var ve film de 2005’in en iyilerinden. Ama adam ‘sistem’e kafayı takmış durumda. Her filmde mutlaka bir yerinden sorguluyor ve bunu gayet usturuplu yapıyor. Aslında ilk filmi, Der Siebente Kontinent, tamamen buna adanmış. ‘Sistem’i ilk önce analiz ediyor, sonra da onun nasıl yok edileceğini gösteriyor.
Filmin kahramanları normal bir çekirdek aile: Anne, baba ve kız. Her sabah belli bir vakitte kalkan aile, kahvaltıyı birlikte yapıyor. Kız mısır gevreği yerken, evebyenleri portakal suyu içiyor. Sonra hep birlikte arabaya biniyorlar, önce kızı okula bırakıyorlar. Ardından anne bırakılıyor, oradan da baba işine gidiyor. Akşam ise herkes evine kendi görevlerini yaparak dönüyor. Mesela anne süpermarkete uğrayıp ihtiyaçları alıyor. Yine birlikte yapılan ve sessizce yenen akşam yemeği sonrası herkes odasına çekiliyor.
‘Sistem’in böylece analizi yapılınca ortaya durumu aykırı şeyler çıkıyor: Dayının konuk olduğu bir akşam yemeğinde ağlaması diğerine garip geliyor. Babanın iş yerinde müdürün emekli olduktan sonra, diğer çalışanlar tarafından gördüğü davranışlar babayı şok ediyor. Kız ise okulda kör numarası yapınca annesi tarafından cezaya çarptırılıyor. Bu üç örnek de ‘sistem’e aykırı olaylar. Ağlamak zayıflığın işareti, işi görülen bireyin çöp gibi fırlatılması doğal ve normal bir birey sıra dışı bir davranışta bulunmamalıdır.
Bunlarla birlikte içinde bulundukları açmazı gören aile, ‘sistem’den çıkmak istiyor ve tek bir yol bulabiliyorlar: İntihar. İşlerinden çıkan anne-baba kızı da okuldan alıyor ve doğruca bir yapı markete gidiyorlar. Gerekli malzemeleri aldıktan sonra son bir akşam yemeği yeniyor ve evin imhasına geçiliyor. Her şey paramparça ediliyor, paralar klozete atılıyor, parkeler sökülüyor. Bu imhada iki olay durumu daha da dramatikleştiriyor: Akvaryumun parçalanması sahnesinde yerde can çekişen balıklar tüm filmin özetini oluşturuyor. Oluşan gürültü sonucunda polisten şikayet telefonu (şikayetin telefonla gelmesi bile manidar) sonrasında baba, ahizeyi açık bırakıyor. Bu sefer de telefon şirketi kapıya dayanıyor, ahizeyi açık bırakmanın kurallara aykırı olduğunu söylüyor! Yani ‘sistem’le ilişkini kesmen bile ‘sistem’de yasak! Tüm bu olaylar sonrasında intihar eden aile, arkasında sadece intihar notu bırakıyor. Durumdan günler sonra (!) haberdar olan polis ve yakınlar, ısrarla notu görmemezlikten geliyorlar ve olay cinayet olarak dosyalanıyor.
Haneke’nin ünlü Funny Games’i ise ‘sistem’deki şiddeti sorgular. Yazlık evlerine giden anne-baba-oğul üçlüsü onlar gibi görünen iki gencin saldırısına uğrar. Bu saldırı olağan değildir, ikili eve zorla girmez, uyguladıkları şiddetse yavaşça artar ve ailenin yapacağı en ufak şey yoktur. Çünkü kendi tuzaklarına düşüyorlar; evin çevresi duvarlarla çevrili, ana kapı otomatik açılıp kapanıyor, çıksalar bile ortalık ıssız (çünkü halk tarafından rahatsız edilmek istenmezler!). Filmin en akılda kalıcı sahnesi ise gençlerden birinin kameraya dönüp “Sizce filmin sonunda kim ölecek? Onlar mı, biz mi?” demesi.
Aklıma daha nice film geliyor ama hepsini teker teker anlatmak çok zor. Mesela kült ötesi kısa film La Balloon Rouge. Kırmızı bir balonun peşinden koşan çocukların tek amacı var film boyunca, balonu patlatabilmek. Farklı olana, ‘sistem’e uymayan öğeye yapılan harika bir teşbih.
Gelelim ikinci yönetmene, yani Türk Sineması’nın en iyilerinden olan Ömer Kavur’a. Bu ülkede psikolojik analizi eline yüzüne bulaştırmadan yapabilen belki de tek kişi. Ustanın en iyisi ise kesinlikle Anayurt Oteli’dir. Filmin ana karakteri Zebercet tipik Anadolu insanının ‘sistem’deki yerini o kadar güzel betimler ki şaşar kalırsınız. Filmden çıkınca arkadaşım bana “Ben Zebercet’e benzemekten çok korkuyorum.” demişti ve ben hala daha korkuyorum.
İsimsiz bir Anadolu kasabasında otel işleten Zebercet, tek hayatı otel olan bir insan. Her sabah onu açan, yardımcısına temizleten, idari işlerini yapan, müşterilerle ilgilenen ve her gece onu kapayan tek kişi. Her şey bir rutin içinde. En sonunda genç yaşta kaybettiği annesine benzeyen bir müşterisine aşık olan ve onun gitmesiyle onun hayalini kuran Zebercet, böylece içindeki nice birikmiş derdi açığa vurmaya başlıyor. Deliliğe giden bu yolda geçtiği aşamalarsa tüyler üpertici. Anadolu insanın içinde yaşadığı hayata yapılan bu enfes analiz, ‘sistem’in sadece büyük şehirlerde, batı toplumunda olmadığını kanıtı da aynı zamanda.
Makine mühendisi olmakla artık ben de bu sistemin bir elemanıyım. Bundan sonraki tek amacım ‘sistem’e hizmet etmek olacak. Onun koyduğu kurallara uyup, onunla üzüleceğim, onunla sevineceğim. Büyük bir makinenin işlenmiş yepyeni bir dişlisi olan ben, sabırsızlıkla eski bir dişli ile yer değiştirmeyi bekliyorum. Şaka değil gerçek!
Son Yorumlar