Arşiv

Archive for the ‘eleştiri’ Category

Past Lives: 21. yüzyılda aşk hâlâ mümkün mü?

25/11/2023 1 yorum

Tarihte küreselliğin ve bireyselliğin en fazla arttığı çağda yaşıyoruz desem, eminim çoğunuz bana katılacaktır. Fizikî sınırların bazı açılardan anlamsızlaştığı bu çağda, bireyler de -daha önce hiç olmadığı kadar- kendi yaşamları üzerinde karar verme özgürlüğüne sahip. Yeterli paranız ve/veya eğitim altyapınız varsa istediğiniz ülkede, istediğiniz şekilde yaşayabilirsiniz (en azından teoride). Böyle bir dünyada birine bağlanarak diğer seçeneklerin tümünden vazgeçmek ne kadar olası sizce?

Kore asıllı Amerikalı Celine Song’un, kendi anısından yola çıkarak yazıp yönettiği Past Lives (2023), aslında doğrudan bu soru üzerine değil. 12 yaşında Kuzey Amerika’ya ailesiyle göç eden Koreli Nora’nın yıllar sonra, taşınmadan önce çıktığı çocuk olan Hae Sung’la ilişkisini konu alıyor film. Aradan 12 yıl geçince internet üzerinden uzun mesajlarla arayı kapamaya çalışan çift, Nora’nın ilişkiye de dönemeyen (çünkü paraları uçağa yetişmeyecek kadar öğrenci ve gençler) bu durumdan sıkılarak kariyerine odaklanmak istemesiyle bir 12 yıl daha kopuyor. Lakin artık Nora bir Amerikalı’yla evlidir ve New York’ludur. Hae Sung ise Nora’yı ilk günkü kadar sevmektedir ve sırf onu görmek için New York’a gelir.

Daha fazlasını oku…

Le Otto Montagne: 21. yüzyılda modern bir insan tamamen doğada yaşayabilir mi?

13/11/2023 1 yorum

Tüm hayatımızın teknolojiyle ve finans gibi türümüzün uydurduğu sanal (doğada karşılığı olmayan) kavramlarla çevrelendiği bir dünyada yaşıyoruz. Ayrıca türümüz ısrarla kendisinin doğadan üstün olduğunu kanıtlama peşinde ki küresel iklim kriziyle bunun nasıl saçma bir iddia olduğunu -en azından bir kısmımız- anladık. Peki bu yaşam şartları içinde İtalya gibi modern bir devletin vatandaşı olarak doğmuş ve büyümüş bir birey modern yaşamı bir kenarda bırakarak sadece doğada yaşayabilir mi?

Uzun zamandır eserlerini ilgiyle takip ettiğim Felix van Groeningen’in eşi Charlotte Vandermeersch ile beraber çektiği Le Otto Montagne (2022), iki erkeğin yıllara yayılan arkadaşlıklarını anlatıyor. İlk defa, ikisi de 12 yaşındayken Bruno’nun tek çocuk olduğu bir dağ köyüne Pietro’nun annesiyle yaz tatililni geçirmek için geldiğinde tanışıyorlar. Şehirli ve modern hayatın tüm konforuna sahip Pietro ile annesi olmayan, babası da yurt dışında inşaat işçiliği yaptığından amcası ve yengesiyle izole bir dağ köyünde yaşayan Bruno her anlamda zıt karakterler. Fakat çocukluk ve yalnızlık, bu iki sıra dışı kişiliği biraraya getiriyor. Sıkı fıkı geçen ve Pietro’nun babasıyla çıktıkları dağ yürüyüşleriyle farklılaşan o yazdan sonra; Pietro’nun işkolik, otoriter ama dağcılık tutkunu babasının vefatına kadar neredeyse hiç görüşmüyorlar. İki eski arkadaş, Pietro’ya miras kalan dağ kulübesini yeniden inşa ederlerken birbirlerini de yeniden tanımaya başlıyorlar.

Daha fazlasını oku…

Spider-man: Across the Spider-verse: Kuşak çatışması üzerine konuşmamız gerek!

25/10/2023 1 yorum

Filmekimi’nde (2013) o kadar kaliteli sinema eseri izledikten sonra neden bir süper kahraman filmi üzerine yazdığımı sorgulayanlar olabilir. Tavsiyem, önyargılarınızı bir kenara bırakmanız. Marvel sayesinde seri üretim, içi boş süper kahraman filmleri sinema salonlarını istila ettiğinden türün itibarı yerle bir olmuşsa da sonuçta bu da bir hikâye anlatım biçimi. Üstelik mitoloji sayesinde en eskilerinden biri.

Marvel’in Sony ile ortak tescile sahip olması yüzünden Örümcek Adam’ın beyazperde öyküsü, diğer süper kahramanlardan farklılaşıyor. Son 20 yılda, sıfırdan yapılan üç farklı film serisinin haricinde, bir de Sony Animations bünyesinde bir animasyon film serisi başlatıldı 2018’de (Disney’in Marvel’e sahip olması durumu daha da absürdleştiriyor). Hikâyenin peşinde koşan bir sinema manyağı olarak, bu yeni animasyon serisini çocuklara yönelik bir para tuzağı olarak düşünmüştüm. Ta ki senaryodaki Christopher Miller ve Phil Lord imzasını görene kadar!

The Lego Movie (2014) ile bir ticari markadan uyarlanan bir filmin de eleştirel ve kaliteli bir sinema eserine dönüşebileceğini kanıtlayan bu ikili, Örümcek Adam’ın animasyon serisinin başına geçmişlerdi. Üstelik Örümcek Adam’ları siyahiydi! Nitekim Spider-man: Into the Spider-verse (2018) herkesin süper kahraman olabileceğini ama bu yeteneği sevgi, empati ve vicdanla harmanlamadan bir manası olmadığını vurgulamasıyla (ve tabii sağlam senaryosu ile çizgi roman estetiğine yaslanan görselliğiyle de) açık ara en iyi Örümcek Adam filmi olmuştu.

Daha fazlasını oku…

Kuru Otlar Üzerine: Ülkemizde Kadının Önemi

18/10/2023 1 yorum

Son yıllarda ülkemizde gözlemlediğim bir olgu var ve ilginç olarak bu olgu; mekândan da, sınıftan da, yaştan da, statüden de bağımsız: Kişi hemen her konuda kendisini çok zeki ve çevresini çok salak sanıyor. Bu yüzden yaptığı eylemde veya savunduğu görüşte, kendisini mutlak haklı olarak görüyor. Karşısındakilere hiç empati göstermeyerek fikri ya da eylemi koşulsuz kabul edilsin istiyor. Kendisinin hatalı olabileceğine ihtimal vermediği için de en ufak bir karşıt görüşte sinirleniyor ve hatta fütursuzca saldırıya geçiyor.

Eminim bahsettiğim bu durumla, neredeyse her gün defalarca karşılaşıyorsunuzdur. Evde, işte, hastanede, trafikte, restoranda, okulda… Üstelik birkaç kişi de değil, tüm ülkede bu hastalıklı durum mevcut. Bazen kendimde bile görerek ne yaptığımı sorguluyorum. Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar bu durumu daha körüklüyor şüphesiz. Ama yetersiz eğitim altyapısıyla kapitalizmin pompaladığı tüketici bilinci birleşince böyle bir psikoloji belki de kaçınılmaz oluyor.

Diğer taraftan kişilerin bu hâlleri, çok eşsiz çatışmalara da sebebiyet veriyor. Zeki sanatçılar bunları görerek kullanıyor doğal olarak. Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri de bu çatışmalardan besleniyor esasında. Ustanın son filmi, Kuru Otlar Üzerine (2023) de böyle.

Daha fazlasını oku…

Nolan’ın Oppenheimer’ı

20/08/2023 1 yorum

Her alanda, her sektörde yıldız isimler vardır daima. Bunlar bazen gerçekten de kendi kategorisinin en iyilerinden biridir, bazen de sadece kendisini iyi pazarlayabilmiştir. İşinin ehli olmak kavramı -sektörüne göre bazen tamamen, bazen de kısmen- göreceli olduğundan kesin bir yargıda bulunmak çoğu zaman mümkün değildir.

Christopher Nolan ise -kim karşı çıkarsa çıksın- günümüz dünya sinemasının sayılı yıldız isimlerinden biri. Filmi dilediği kadar kötü olsa da sırf ismi sayesinde sinemalara gidecek bir sürü hayranı var. Tenet (2020) pandemi sayesinde bu gerçeğe kuşku düşürse de Oppenheimer (2023) bunu bir kez daha pekiştirdi.

Tabii yıldız olmak, ustalıkla aynı şey değil. Yine subjektif bir sıfat olsa da -bilhassa sinemada- ustalık zamana dirençli olmayı gerektiriyor kanımca. Yıldız yönetmenlik ise dönemsel bir sıfat. Steven Spielberg çoğu sinemasever tarafından usta kabul edilir ama 30-40 yıl önceki gibi yıldız bir yönetmen değil artık.

Uzun zamandır biliniyor ki Nolan iki sıfatı da arzuluyor. Günümüzün yıldızlarından olduğu su götürmez fakat ustalığı gayet tartışılır. Bu arzusunu her filminde farklı bir şeyi, ilk defa yapmak istemesiyle gösteriyor.

Her alanda olduğu gibi sinemada da ustalık, işi kendine özgü bir şekilde yapmaktan geçiyor. Buradaki ‘şekil’ bilhassa sinemada çok çeşitli. Bazen kendine özgü bir anlatım, bazen yeni bir tür yaratma, bazen farklı unsurları aynı karede verebilme, bazen bir mekânı bambaşka bir şekilde kullanma, bazen yeni bir kurgu dili yaratma, bazen de yepyeni bir teknik geliştirme veya kendisi için bir alet ya da yepyeni bir teknoloji geliştirtip filminde kullanma…

Daha fazlasını oku…

Seçim, Kurak Günler ve Karanlık Gece

Dedem ben küçükken “Burası Türkiye, bir gün kaldırımda yürürken kafana bir şey düşer ve ölüverirsin” derdi. Hâlâ geçerli olan bu saptama, ülkenin seküler kesiminin inatla kabullenmek istemediği gerçeği de çok güzel özetliyor. Bu ülkenin vatandaşlarının çoğu, bir gün âniden ve hiç çaba sarf etmeden köşeyi dönme hayaline sahip ve bu ufacık ihtimal için âniden ölebilme ihtimalini de göze alıyor.

Bu yazıda yerli sinemanın son dönem örnekleri üzerinden örnekler vererek meramımı anlatmaya çalışacağım. Biraz spoiler da verebilirim, önceden uyarayım.

Son Antalya Film Festivali’nde (2022) iki iddialı filmin benzerliği çok konuşuldu, Karanlık Gece’nin (2022) geçen ayki vizyonu sayesinde konuşulmaya da devam ediyor. İzlemeyenler için özet geçeyim: Emin Alper’in Kurak Günler’i (2022) ile Özcan Alper’in Karanlık Gece’si birden fazla temayı paylaşıyorlar. Aynı yıl gösterime girmeseler büyük ihtimalle intihalle itham edilebilecek derecede ortaklıkları var.

İki filmde de eğitimli, seküler kesimden bir genç devlet memuru Orta Anadolu’da küçük bir ilçeye atanıyor. Tüm idealizmiyle işini yapmaya çalışırken yerel güç sahipleriyle çatışmaya başlıyor ve olaylar gelişiyor. İkisinde de ana olaylar farklı olsa da ülkenin politik karanlığı/kuraklığı içinde sağduyuyla hizmet etmeye çalışanların nasıl engellendiği anlatılıyor. Anlatılırken de ataerkil yapının medar-ı iftiharı avcılık, Orta Anadolu’nun ilginç doğal şekillerinden obruklar ve dillendirilmese de üstü kapalı olarak her daim bilinen eşcinsellik metaforlaştırılıyor. Lakin finalde iki film bariz olarak farklılaşıyor.

Daha fazlasını oku…

2020’den Aklımda Kalan Filmler

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (Serdar Kökçeoğlu)

Belgesel pek sevmiyorum lakin filmin her türünde olduğu gibi, iyi bir örneğini duyarsam izlemeye gayret gösteriyorum. 2020’de o kadar kaliteli belgeseller izledim ki yıl sonu listeme dört tanesi girdi. Yazıya da bu yüzden onlardan başlamak istedim.

Kaynak: Artful Living

Mimaroğlu belgeselini yapım aşamasında duymuştum ve konusuyla ilgimi çekmişti. Elektronik müzikle 60’larda ilgilenmeye başlayan ve bu alanda Amerika’da ufak da olsa ismi olan bir Türk olduğunu öğrenmek bile iştah kabartıcı. Belgesel sayesinde daha fazlasını öğrendiğim İlhan Mimaroğlu, pek örneği olmayan, nev-i şahsına münhasır bir karakter. Kökçeoğlu’nun eseri de klasik bir biyografi belgeseli izleğini takip etmeyerek anlattığı kişinin karakterine bürünüyor resmen.

Mimaroğlu nasıl entelektüel, ilgi uyandırıcı, bencil ve karamsarsa Mimaroğlu da bilgilendirici, çekici, yer yer itici ve soğuk. Ama bu yapı belgesele bambaşka bir hava katıyor ve benzersiz kılıyor. Yer yer sıksa da (eşim dayanamayıp yarıda bıraktı) farklı ve akılda kalıcı bir deneyim olduğu kesin.

Maddenin Hâlleri (Deniz Tortum)

Kaynak: IKSV

İnsan meraklıdır ve görebildiklerinden ziyade, göremedikleri daha çok ilgisini cezbeder. Her insanın bir şekilde uğradığı hastanede de sadece pesonelin girebildiği yerler, doğal olarak sağlık çalışanı olmayana ilginç geliyor. Bir ameliyathane koridoru nasıldır? Doktorlar yemek yerken ne konuşur? Çöpler nasıl toplanır?

Deniz Tortum, Çapa’ın eski başhekimi olan babasının sayesinde, sadece kamerasıyla Çapa’nın her yerini turluyor. Hiçbir şeye müdahil olmuyor, hiç konuşmuyor, sadece o andaki duruma şahit ediyor bizi. Bu yüzden çok uzun plan sekanslar mevcut filmde ve o kadar uzunlar ki kamerayı (yani bunun bir film olduğunu) unutuyorsunuz. Tortum’un bu hissi yakalayabilmesi büyük bir teknik başarı. Pandemi zamanı böyle bir eser izlemek de başka bir deneyim.

Colectiv / Collective (Alexander Nanau)

Kaynak: Baltimore Tribune

2015’te Bükreş’te bir gece kulübünde yangın çıkar ve ölenler ile ağır şekilde yaralananlar olur. Yaralananların bir kısmı hastanede tedavi sırasında ölmeye başlayınca toplumda sesler çıkmaya başlar. Bu durumu takip eden bir spor gazetesi (!) muhabiri, olayın arkasında büyük bir ihmaller zinciri olduğunu ortaya çıkarır.

Yaşadığımız post-truth çağında o kadar çok yalanla karşılaşıyoruz ki çoğu artık bizi şaşırtmıyor. Politikacılar kadar iş insanları ve sıradan insanlar da buna ayak uydurmuş vaziyette. Romanya’da sadece 6 yıl önce yaşanan bu olaylar bunun sadece bir örneği. Nanau; sadece Romen sağlık sistemindeki çürümüşlüğü değil, insanların mevki, para veya sadece güçlü hissetmek için neler yapabileceğini de gösteriyor. Eserin en acı ve en gerçek yanı da bu durumu toparlamak için yapılan onca emeğe ve iyi niyete karşılık paranın ve politik hırsın her şeyi nasıl da tek hamleyle bu yapılanları yok edebileceğini belirtmesi.

Romanya’yı bu kadar eleştiren bir yapımın Romanya tarafından da sahiplenilerek tüm dünyada övgülere ve ödüllere boğulması da yaşadığımız çağ hakkında düşünülmesi gereken bir konu.

Daha fazlasını oku…

2020’den Aklımda Kalan Diziler

Bu yazıda 2020’de yayınlanmış dizi ve/veya sezonlarından belirli bir beğeni sırası olmaksızın bahsedeceğim. Yazının tek amacı kişisel dizi notlarımı arşivlemek. Tabii bunu okuyacaklara da tavsiye niteliği taşımaktadır.

Normal People [Mini Dizi – Yaratıcı: Alice Birch – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Lenny Abrahamson (Yönetmen), Hettie Macdonald (Yönetmen), Sally Rooney (Romanından Uyarlanan ve Senarist)]

Kaynak: Hulu

Başka bir yazımdan doğrudan kopyalıyorum:

“Klişe bir melodram gibi gözüken hikâyesini pek umursamayan Normal People için önemli olan çiftin duyguları ve bunları ifade biçimleri. Bu hususta da diyaloglardan öte; bakışlar, mimikler, dokunuşlar (veya dokunamayışlar) öne çıkarılıyor. (Zaten Normal People’ı sıra dışı bir eser, hatta deneyim hâline getiren de bu özenli ve farklı yapısı.) Lise faslını hızla kapatıp ikisinin de karakterlerinin şekillendiği üniversite dönemine geçen yapım; çiftin ilişkisiyle beraber günümüzde kadının ve erkeğin ilişkideki, ailedeki ve toplumdaki rollerini, cinselliğin ilişkideki rolünü, iki tarafın cinselliğe bakışını, sınıf ayrımının ve paranın ilişkiye etkisini irdeliyor. Bakış açılarının zaman ve deneyimle değişebildiğini vurgulayan altyapısı sayesinde Normal People, net saptamalar yapmaktan ve taraf tutmaktan ısrarla kaçınıyor. Duygularını daha açık bir şekilde dışavuran ve bu nedenle belirli bir kalıba sokulmaktan ısrarla kaçınan Z kuşağının aşkı algılayış ve yaşayışının da önceki kuşaklardan farklı olabileceğini gösteriyor Normal People.”

Tales from the Loop [Mini Dizi – Yaratıcı: Nathaniel Halpern – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Simon Stålenhag (Kitabından Uyarlanan), Mark Romanek (Yönetmen), Jodie Foster (Yönetmen), Andrew Stanton (Yönetmen), Philip Glass (Müzik), Ole Bratt Birkeland (Görüntü Yönetmeni)]

Kaynak: Amazon Prime

Tales From the Loop başka örneği olmayan bir bilim kurgu dizisi. 80’lerde geçen (ve bu sayede o dönemin retro havasına da sahip olan) yapım, CERN benzeri bilimsel bir enstitüde ve bu enstitünün bulunduğu ufacık kasabada yaşanan kimi bilimsel, kimi de gerçeküstü olayları aktarıyor. Lakin dizinin alamet-i farikası anlatış biçiminde. Zaman yolculuğu, yapay zeka, beden değişimi, tanrı parçacığı gibi günümüzde bile çözülemeyen konuları 80’ler ruhunda hiç sırıtmayacak bir şekilde, üstelik asla da allayıp pullamadan hikâyesinin içine yediriyor. Üstelik dizinin öne çıkan bir karakteri de bulunmuyor. Antoloji şeklinde, her bölümünde farklı bir olayı ve karakteri öne çıkararak bir masal anlatıyor. Bu masalların birleşiminden de insan olmaya ve insanlığa dair çok özel bir derleme çıkıyor.

Tales from the Loop her türlü anlatım şaklabanlığının uzağında, kendi atmosferine sahip. Netflix dizilerine alışanlar son derece sıkıcı ve manasız bulabilirler. Ama diziyle frekansı tutanları son derece başarılı bir yapım tasarımı; Mark Romanek’in başı çektiği incelikli bir reji; enfes bir görüntü yönetimi; Jonathan Pryce, Rebecca Hall ve Jane Alexander gibi karakter oyuncularından minimal performanslar ve Philip Glass’ın baş döndüren tınıları bekliyor.

Aslında yapım başlı başına günümüzün hızlı üretilen ve tüketilen medya dünyasına bir başkaldırı!

The Crown [4. Sezon – Yaratıcı: Peter Morgan – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Stephen Daldry (Yönetmen), Philip Martin (Yönetmen), Martin Childs (Yapım Tasarımı)]

Kaynak: Netflix

2016’da başlayan bu ünlü dizinin tüm sezonlarını son birkaç ayda arka arkaya izledim. Bu sebeple de bu kısa yazıda ilk dört sezonu toparlayacağım ama dizinin en başarılı sezonu dördüncüsü, üstelik ilk iki sezonun atmosferini ve genel anlamda dizinin teknik altyapısını kuran Stephen Daldry’ın eksikliğine rağmen. Bunun esas sebebi de Diana’nın hikâyeye dâhil olması değil, yapımın en sonunda bir taraf seçmeye karar verebilmesi (tabii bunun sebepleri de tartışılası).

İlk üç sezonunda tarafsız olmaya çalışarak Kraliçe II. Elizabeth’in hükümdarlığını anlatan ve çevresindekileri eleştirebilse de, kraliçeyi ve monarşizmi neredeyse hiç eleştirmeyen, hatta bazen destekleyen yapım; dördüncü sezonunda kısmen de olsa bu tavrını kesin olarak değiştiriyor. Verdiği intiba da kalan iki sezonunun böyle devam edeceği. Yine de bir Netflix manipülasyonu izlediğimizi unutmayalım.

Bu hırslı ve aşırı iddialı yapımın en önemli artıları neredeyse kusursuz bir senaryo kurgusuna, harikulade bir yapım tasarımına, kostüm, makyaja ve de çok iyi oyunculuk performanslarına sahip olması.

Daha fazlasını oku…

Engellinin Birey Olma İhtimali

Bireyin kendisiyle barışık olması, ilk görümüşte kolay gözüken ama ifa etmenin hiç de basit olmadığı bir eylem. Ya kendinizi ve hayatı hiç sorgulamadan yaşamalısınız ya da kendinizi iyi tanıyıp, iyi analiz edip hayatınızı ona göre kuracaksınız. Bir sürü fiziksel ve sanal uyaranla kuşatıldığımız 21. yüzyılda bunu yapabilmek fiziken sağlıklı bir insan için bile zorken, bir engelli için çok daha meşakkatli. Sistem tarafından devamlı ideal kişiye yönelik tektipleştirilmeye çalışılan birey, hayal ettiği insan olamayınca çelişkiye düşüyor. Tıpkı Adam Cohen’in ‘Cry Ophelia’ şarkısında bahsettiği gibi, kafasında yarattığı ile olduğu kişi arasına çizgi çekmekte zorlanıyor.

the-fundamentals-of-caring

Arka arkaya bir engelli ile onun bakıcısı arasındaki kâh mizahi, kâh duygusal, kâh gelgitli ilişkiyi farklı açılardan değerlendirmeye çalışan iki film izledim. İlki olan The Fundamentals of Caring (2016), kendi sebep olduğu bir kaza sonucu oğlunu kaybedip bunalıma giren Ben ile bir kas hastalığı sonucu tekerlekli sandalyeye mahkum olan Trevor’un kendilerini bulma hikâyesini anlatıyor. İkili birbirlerine alışma faslını atlattıktan sonra beraber yollara düşüyorlar. Tabii her yol hikâyesi gibi bu öyküde de yol, karakterleri dönüştüren bir katalizör aslında. Yaşadıkları olaylar, tanıştıkları insanlar ve gördükleri yerler sayesinde Ben ve Trevor; geçmişleriyle hesaplaşıyorlar, yeni deneyimler kazanıyorlar ve böylece nelere kâdir olduklarını keşfedip kendilerini tanıyorlar.

Film maalesef potansiyelini kullanamadığından vasatın biraz üstünde bir dram olmakla yetiniyor. Biri psikolojik, biri fiziksel engelli iki karakterine eşit davranmaktansa, engellileri birer birey olarak görmekten kaçınan diğer filmler gibi (mesela Çağan Irmak’ın Tamam mıyız? (2013) filmi), Trevor’u bir katalizör olarak kullanarak çoğu meziyetini de kaybediyor. Trevor yolculuk boyunca gerçek hayatı teninde hissederek, bir kıza çıkma teklifi edecek cesareti kazanarak ve biyolojik babasının karşısına çıkıp hesap sorarak bir birey olma yolunda sağlam adımlar atıyor. Lakin finalde yine evinde bakıcısıyla sıkışıp kaldığını duyarken Ben’in normalleştiğini (!) ve bakıcılığı bırakıp esas mesleğine geri döndüğünü görüyoruz.

ME BEFORE YOU

İkinci filmimiz ise vizyonun mendil ıslatma garantili melodramlarından Me Before You (2016). Londra’nın gelecek vaat eden, yakışıklı genç işadamlarından Will’in boynunun alt kısmı bir trafik kazası sonucu felç olur. Taşradaki zengin ailesinin yanında, eski doludizgin hayatının çok uzağında süren yaşamı, işsiz kaldığından bu işe ihtiyacı olan kasabanın deli dolu kızı Lou’nun ona bakıcı olmasıyla değişir. İkili birbirine alıştıktan biraz sonra Lou, Will’in ötanaziye hazırlandığını öğrenir ve tek amacı bunu değiştirmek hâline gelir.

Filmin beklediğimden çok daha fazla ayaklarının yere basması beni çok şaşırttı. Bir yerden sonra tür klişelerine teslim olsa da Will’in temsili oldukça gerçekçi. Will’in girdiği ‘engelli olma psikolojisi’ değil tam. O kadar paranın içinde fiziksel olmasa da her şeyi yapabileceğinin, zekasıyla Lou’yu tavlayabileceğinin  farkında. Will umutsuz olsa da salak değil. Lou ona tüm hayatını adasa da bu, onun için yetersiz kalıyor! Will eski hayatını özlüyor; motorsikletini, yüksek enerjili yaşamını, dalmayı, gezmeyi, kızların onu kesmesini. Onun sorunu, yeni durumuyla eski hayatına hiçbir zaman sahip olamayacak olsa da mutlu bir hayat sürebileceği gerçeğini ıskalaması. Will tam manasıyla nostaljiye saplanıp kalmış ve farklı bir bakış açısını ısrarla reddediyor. Bu bakımdan filmdeki DVD sahnesi incelenmeyi hak ediyor. Bir gün Will Franssızca (dolayısıyla altyazılı) bir film izlemek istiyor. Lou ise altyazılar yüzünden odadan ayrılmak üzereyken Will’in ısrarıyla filmi izliyor. Böylece Will Lou’ya yeni bir bakış açısı (altyazılı filmlerin de güzel olabileceği gerçeği) kazandırırken Lou’nun kendisine farklı bir bakış açısı kazandırmasına izin vermiyor.me-before-you

Aslında iki film de az çok engellilere duyulan sempatiden yararlanıp durumu eşelemekten kaçınıyorlar. Me Before You zaten türü gereği buna uzak. Güzel bir romans yaratabilecek iki karakter onun için kâfi zaten. Zaten biraz dikkatli bakıldığında filmin Lou üzerine inşa edildiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Will, sadece Lou’nun hayatını değiştiren katalizör rolünde. Böylece Will’in gerçekçi temsili de filmin bir dekoru olmakla yetiniyor. Tıpkı Lou’nun rengârenk kıyafetlerinin karakteri tanımlamak için göz önüne çıkarılması gibi.

The Fundamentals of Caring ise elindeki potansiyeli harcadığından filmin hakkını bile veremiyor. Hatta Trevor’u yetişkin bir insan değil de, ara sıra pohpohlanması veya eğlendirilmesi gereken bir çocuk olarak resmederek pozitif yönlerini de götürüyor. Bu durum Trevor’un Dot ile çıktığı gece daha âşikar hâle geliyor. Çünkü yönetmen sahneyi Trevor açısından değil, onu uzaktan gözetleyen Ben açısından kuruyor. Böylece seyirci de -tıpkı Ben gibi- onun tek gece olsun mutlu olmasıyla tatmin oluyor. Yoksa Trevor’un o gece hayatının en önemli deneyimlerinden birini yaşaması ve bu tecrübenin gelecekteki hayatına katkısının ne olacağı; ne yönetmen/senaristin, ne Ben’in, ne de çoğu seyircinin umurunda değil.

Selena Gomez - The Fundamentals Of Caring - GOMEZ-PICTURES.COM

Çünkü Trevor, sistem için bireylere sunulabilecek bir seçenek değil. O evde oturup televizyon izlemeli. Olsa olsa arada böyle bir filmin katalizörü olup ana karaktere yaşama sevincini tekrar aşılayıp geldiği yere geri dönmeli. Tıpkı geçmiş enerjik hayatına bir daha kavuşamayacağından hayatta mutlu olabileceğine inanmayan Will’in ötanazi olması gibi. İkisi de kendileriyle barışık ol(a)madığından ve sistem de buna pek izin vermediğinden kendilerini birey olarak görmüyorlar. Oysaki onlar da hepimiz gibi birer insan, sadece bu farkındalığa sahip değiller.

Hayattan Notlar

  • The Jinx: Life and Deaths of Robert Durst ilginç bir belgesel. 6 bölüm hâlinde HBO’da yayınlandığında bu kadar ses getireceğini yaratıcıları biliyorlar mıydı, emin değilim. Çünkü ortada bir sürü açıdan ilginç bir vaka var: Hukuksal, psikolojik, sosyal, kriminal… Multi-milyarder bir aileye mensup olan Robert Durst’ün çeşitli cinayetlerde birinci şüpheli olması ama bir şekilde hiç hapse girmemesini şaşkınlıkla izliyorsunuz. Ortada çok ciddi bir dram var. Kafasına estiği gibi davranan bir psikopat, sırf zengin olduğundan sistemin açıklarını kullanıp hukuk sistemiyle alay ediyor. Her yerde aranırken 6 dolarlık bir sandviç çalarken yakalanması veya kendisini araştıran bir belgeselciyle röportaj yapmayı kendisinin teklif etmesi cabası… İbretle izlerken sistemin durumu hakkında da bolca düşünüyorsunuz…
    jinx
  • Belgesel yayınlandıktan sonra Durst hakkında yeni davalar açıldığını ve yönetmen Jarecki’nin süreci takip ettiğini not edelim. Yani ‘The Jinx 2’ 2-3 yıl içinde gelebilir.
  • Xavier Dolan’ın ilk iki filmini seyretmiştim ve bence çok abartılıyor. Genelde kadınların olumlu yaklaşması da bu düşüncemi doğruluyor bence. Ama yine de son filmi Mommy‘yi (2014) izledim. Gerçekten farklı, sağlam ve izlemesi keyifli bir film. Dolan üslubunu daha oturtmuş ama yine de sonraki projeleri konusunda şüphelerim bâki.
    entourage
  • The Avengers 2 (2015) ve Entourage (2015) sinemada yaşadığım hayalkırıklıkları oldular. İlki, kendisinden beklenmeyeni (pozitif olarak) yapan bir ilk film ardından gelen vasat bir eğlencelikti. İkincisi ise oldukça eğlenceli ve zeki bir dizinin (iki kere izleyecek kadar bayılırım) vasat bir kopyasıydı.
  • Jurassic World (2015) kendisini bilen vasat bir eğlencelikti mesela, sadece görevini yapıyordu. Kerem Sanatel’in Altyazı’daki (Temmuz-Ağustos 2015) eleştirisine tamamen katılıyorum, okumanızı öneririm.
    inside out
  • Inside Out (2015) artık Pixar’dan beklentilerimizi düşürdüğümüz için oldukça iyi geldi. Ergenliğe adım atmaya hazırlanan bir kızı konu alsa da, sonuçta bir insanın iç dünyasıyla dış çevresi arasındaki etkileşimi ile karakter oluşumunu anlatıyordu ve oldukça da başarılıydı. Tabii ana izleyici kitlesi çocuklar olduğundan bir yerde duruyor ve film, sadece ‘vasat üstü’ olmakla yetiniyordu. Oysa ciddi potansiyeli vardı, mesela bu filmi Miyazaki çekse ortaya çıkacak eser bambaşka olurdu.
  • Bu yıl bilim-kurguya doyuyoruz. Ex-Machina (2015) daha çok görselliğe önem verse de gerçekten başarılı bir film, yılın filmlerinden. Dr. Frankenstein hikâyesi ile yapay zeka konusunu çok başarılı bir şekilde birleştiriyor. Bu film hakkında Fil’m Hafızası için Mustafa Koca sağlam bir eleştiri yazdı, öneririm.
    mad max
  • Keza Mad Max: Fury Road (2015) hem başarılı bir post apokaliptik bilim-kurguydu (steam estetiği korunmuş yine) hem de dur durak bilmeyen bir adrenalin deposuydu. Neredeyse soluksuz izledim. Yapım tasarımı, kostümler, makyaj ve ses tasarımı efsane olmuş. Şimdiden yılın en iyileri arasında.
  • Tek sevmediğim film türü olan korkuda da iyi bir yapım izledim: It Follows (2014) izleyiciyi şaşırtabilen ve haddini de bilen nadir korkulardan. Ama n’olur devamı gelmesin!!!
  • Edebiyatla aram hiç iyi olmadı, kitap okumaktan sıkılan biriyim ne yazık ki. Zaten istediğim edebiyat birikimini yapabilseydim yazarlıkta çok daha iyi yerlerde olurdum herhâlde. Yine de arada kendimi şaşırtabiliyorum. 2 ay içinde 3 klasik okudum, bana göre bir rekor bu!!! 😀
  • Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna‘sı gerçek bir başyapıt! Söyleyecek sözüm olamaz…
  • Ardından Yaşar Kemal’in İnce Memed‘ini okudum ki o da çok başka bir şaheser. Tabii biraz efsaneleştirme var ki bence doğal da… Şimdi ikincisini okuyorum.
    tatar çölü
  • Selimiye’de tatildeyken pansiyon sahibemiz Elâ Hanım, biraz metazori olarak arkadaşımla bana Dino Buzzatti’nin Tatar Çölü‘nü (Il Desserto del Tartari) okuttu, iyi de yaptı. İnsanın kafasındakiyle gerçeğin ne kadar farklı olduğu hakkında hafif sürrealist bir yapıt. Pek aksiyon yok kitapta çünkü esas amaç okuyucuyu düşündürtmek, tatilde olmasam okuyamazdım. Çünkü bir arkadaşımın Facebook’ta yazdığı gibi: “Tatar Çölü bitmeeeeeeeeeez… Bekle bekle bitmeeeeeeeez.”
  • Bu arada Elâ Hanım kitabın en iyi çevirisinin Can Yayınları’ndan çıkan Nihâl Önol’unki olduğunu belirtti ısrarla. Zaten bize de yırtık dökük de olsa o çeviriyi okuttu. Diğerleri yavanmış.
    20150613_123842
  • 20150610_102418Haziranın ikinci haftası Marmaris’in Selimiye köyünde tatil yaptım. Tek amacım dinlenmek ve denize girmekti, tam da amacıma ulaştım. Okuldan (yurttan) bir arkadaşımla 8 gün kaldık. Sahil şeridinin dar olması yapılaşmanıın içeriye girmesine izin vermiyor, o yüzden koy boyunca  yayılmış yerleşim. Tabii 20 yıl önce küçük bir balıkçı köyüyken şimdi turistik olmuş ama fazla yer olmaması çok bozulmamasını sağlamış. Yolu çok virajlı ve uzun, o yüzden ana misafirler milyon dolarlık yatlarını bağlayanlar. Bu yüzden yan yana Carrefour, Macro Center ve Migros’u görebileceğiniz tek yer Türkiye’de.
    20150613_200258
    20150610_104506
  • Okullar kapanmadan gitmekle çok isabetli davranmışım. Zaten sessiz ve sakin olan köy iyice kendi hâlindeydi, bazı yerler açılmamıştı bile. Biz Hydas Pansiyon’da kaldık, çok memnun kaldık. Köyde galiba 3 otel var, onlar da ufak ama pansiyonu tercih edin derim.
  • İki güzel ve ünlü rakı-balık lokantası var, Sardunya ve Hidayet’in Yeri. İkincisi bence daha güzel çünkü önü açık ve etrafı boş, fiyatı da biraz daha uygundu. Sardunya daha sosyetik, servise çok önem veriyorlar ama önüne zincirleyen yatlar zevki baltalıyor. İkisinin de fiyatları İstanbul seviyesi, içki de içerseniz adam başı 150’ye kalkarsınız. Ahtapot ve kalamarı güzel yapıyorlar. (ki İstanbul’da ahtapot yapamıyorlar!!!)
    20150613_103808
    20150613_121355
  • Ayrıca köy meydanında ev yemekleri yapan Beyaz Ev Yemekleri, yanında Badem Mantı, biraz içerde de Mavi Pide Salonu karnınızı rahatlıkla doyurabileceğiniz yerler.
  • Tekne turu yapmadan sakın ayrılmayın! Ben 2 gün çıktım, harika koylara götürüyorlar! Kendinizi cennette sanabilirsiniz…
  • Ramazanda da arkadaşlarla Saros Körfezi’ndeki Gökçetepe Tabiat Parkı’nda kampa gittim. Bahaneyle ilk çadırımı aldım. Çekiniyordum, yapamayacağımı düşünürdüm çadırda ama gayet güzeldi. Ormanda bol oksijenle uyumak çok keyifli!! Gökçetepe’nin denizi taşlık olsa da çok güzel.
    gokcetepe
  • Kışın ilk defa bir crowdfunding kampanyasına katılmıştım. İlk albümüne (M.U.S.I.C.) bayıldığım Elif Çağlar, ikinci albümü (Misfit) için düzenledi. Sanırım 15 $ verdim. Mayıs sonunda  önce indirme linki geldi, sonra da imzalı albüm adresime geldi. İyi ki katılmışım kampanyaya, harika bir albüm olmuş, tam saf caz!
  • İki hafta önce de efsane bir albüm keşfettim. 1 yıl önce çıkan Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar (Ankâ). İçinde muhteşem şarkılar var. Fazıl Say, Kardeş Türküler, Umay Umay, Birsen Tezer, Vedat Sakman, Zülfü Livaneli albüme katkı verenlerden sadece birkaçı. Mesela Hilmi Yarayıcı ve Yasemin Göksu’nun ‘Hançerin Sapı’ düeti efsane. Dinleyin, defalarca…
  • Bu arada İlhan Şeşen ayrıldıktan sonra sönen Grup Gündoğarken ikidir harika şarkılarla karşıma çıkıyor farklı toplama albümlerde. Ezginin Günlüğü tribute albümündeki ‘Eksik Bir Şey’ efsane bir şarkıdır. Metin Altıok’ta da ‘Geriye Kalan’ çok farklı ve özel.
  • Politika yazmak istemiyorum artık. Zaten diyeceğimi film analizlerinde çaktırmadan diyorum, anlayana… http://filmhafizasi.com/medeniyet-uzerine-cesitlemeler-les-invasions-barbares/ bayağı politik oldu mesela…