Arşiv
Masumiyetin Yitirilişine Dair: Calvary
Sezen Aksu ile Meray Okay uzun yıllar önce yazdıkları bir şarkıda “Eller günahkâr/ Diller günahkâr!/ Bir çağ yangını bu bütün/ Dünya günahkâr!/ Masum değiliz hiç birimiz” demiş. Bu dizeler, John Michael McDonagh’ın son çalışması Calvary (2014) ile o kadar örtüşüyor ki…
Birçok kültürde, dinde veya sistemde; ana öğretinin, birbirine tamamen zıt iki öğe etrafında şekillendiğini görürüz. Çoğunluğunda bu iki uç arası yoktur, tanımlanmaz. Buna en iyi örnek, iyi-kötü ayrımıdır. “Bir insan ya iyi olabilir ya da kötü.” Filmlerde de bu net ayrımı görebiliriz. Hatta ‘saf kötü’ tanımı buradan gelir. Gerçekçilikten oldukça uzak olan bu sınıflandırma eylemi, aslında insanların bazı şeyleri daha kolay anlamasına yardım eder. Hatta görsel sanatların temel unsurlarından olan ‘katharsis’, bu eğilimden yola çıkarak vücut bulmuştur.
Oysaki hayat o kadar basit mi? İnsanlar basitçe sınıflandırılabilir mi? Bir insan, bir an kötülük yaparken, diğer an iyilik yapamaz mı? Calvary, bu ve bunun benzeri sorular üzerine kurulmuş bir dram.
Ana karakterimiz Papaz James’i, filmin ilk sahnesinde kamera sadece onu çekerken bir günah çıkarma seansında izliyoruz. Yüzünü görmediğimiz kişi, papaza çocukken bir başka papaz tarafından defalarca tecavüze uğradığını anlattıktan hemen sonra tüm soğukkanlılığıyla onu (Papaz James’i), tam bir hafta sonra sahilde öldüreceğini söyleyip ekliyor: “Seni iyi bir papaz olduğun için öldüreceğim Papaz! Çünkü artık kimse kötülerin öldürülmesini umursamıyor.” Daha fazlasını oku…
33. İstanbul Film Festivali Notları – 2
Aysel Bataklı Damın Kızı [Muhsin Ertuğrul – 1934 – Türkiye]
Sinema tarihiminiz ilklerini temsil eden bir klasik. Kesin olamasam da ilk köy filmi ve aynı zamanda ilk popüler film denilebilir. Senaryosu, Tösen fran Stormyrtorpet adlı bir İsveç filminden ünlü yazarımız Nazım Hikmet tarafından uyarlanmıştır. Müzikleri ünlü besteci Cemal Reşit Rey’e aittir. Yönetmeni ise dönemin sinema ve tiyatro sektörlerine hegemonya kurmuş Muhsin Ertuğrul’dur. Oyuncular da Ertuğrul’un kadrosudur: Talat Artemel, Cahide Sonku (ilk ünlü olduğu film), Hazım Körmükçü (bizim tanıdığımızın dedesi), Feriha Teyfik (ilk tescilli güzelimiz), Mahmut Moralı, ..
Hikaye, temizliğe gittiği eski evin sahibinden bir çocuğu olan Aysel’in mahkemesiyle başlar. Nafaka vermemek için çocuğu kabul etmeyen adamın yalan söylemesine dayanamayan Aysel, davadan vazgeçer (“Çocuğumun babasının yalan söylemesine gönlüm el vermiyor, Hakim Bey!”). Bunu takdir eden köyün zenginlerinden Ali, Aysel’i evine hizmetçi olarak alır. Aynı sırada da yine zengin olan ve İstanbul’da okumuş Gülsüm ile nişanlanır. Gülsüm de evlilik için Aysel”in atılmasını şart koşar ve attırır. Düğün öncesi Ali’nin gittiği meyhanede bir adam öldürülür ama Ali geceden bir şey hatırlamamaktadır ve kendisinin öldürdüğünü sanar. Hakikati ise Aysel bilmektedir.
Sinemamızın ilk dönemi olan Tiyatrocular Dönemi’ne (asıl işi tiyatro olup yazın film çeken kişilerdir, başlarında Muhsin Ertuğrul vardır ve 1948’e dek sürer) ait olduğundan oldukça vasat olduğunu sanıyordum. Oysa ki yan öykülerle destekli iyi bir hikaye kurgusu, güzel diyaloglar, başarılı oyunculuklar ve en önemlisi gayet başarılı bir yönetmenlik buldum. Bazı çekimler beni çok şaşırttı, Yeşilçam’da bile pek kullanılmayan açılar bulunuyor ki bunlar hikayeye oldukça dinamizm katıyor. Ayrıca dönemin politikası da gereği köylüye yapılan vurgu önemli. Ama en mühim mesajı, ezilen ama gururunu satmayan kadın üzerinden veriyor. Film boyunca Aysel’e yapılan iftiralar ve bunların karşısında Aysel’in duruşunu göstermesi oldukça feminen bir açı katıyor filme. Çekimlerin Bursa’nın Çalı Köyü’nde (artık mahalle oldu!) yapıldığını ve film 70’lerde TRT’de yayınlandığında köyde ufak çaplı olay yaşandığını (“Ölmüş dedemin genç hali televizyonda nasıl gözükebilir?” gibi sorular yüzünden) ilginç bir not olarak düşelim. Tarihimize dair önemli bir yapıt.
Yatık Emine [Ömer Kavur – 1974 – Türkiye]
Bana göre ülkemiz sinema tarihinin en iyi yönetmeni olan ama yeterince değer verilmeyen Ömer Kavur, daha ilk filminde izleyenleri şaşırtmayan bir konu seçmiş. Refik Halit Karay’ın bir öyküsünden Turgut Özakman’ın uyarladığı eser, adı kötüye çıktığı için devlet tarafından şehir şehir sürgün edilen Emine’nin son durağında başına gelenleri anlatıyor. İsmi açıklanmayan Anadolu’nun bir kasabasına getirilen Emine, namı kendisinden önce geldiği için hakaretlere, şiddete ve açlığa maruz kalıyor. Sadece iş ve yiyecek ekmek isterken Anadolu insanının acımasızlığı, kibri ve önyargısıyla oradan oraya savruluyor. İzleyicinin acı çekerek izlediği filmde, Emine’ye tek insan gibi davrananların şehir dışından (hatta İstanbul’dan) gelmiş olmaları da dikkat edilmesi gereken bir öğe. Herhalde Yaban‘dan sonra Anadolu insanının gerçek yüzünü bu kadar açık ve gerçekçi şekilde gösteren başka bir eser görmemiştim.
Anadolu’da bir birey olmanın (hele yabancı ve kadınsan) zorluklarını oldukça dramatik şekilde aktaran Kavur, 8 yıl sonra aynı konuyu bir aşk hikayesi içine yedirerek başyapıtlarından Bir Kırık Aşk Hikayesi‘ni çekmiştir. İlk filminde ise konuyu alabildiğine sert ele almış ki bu husus filmin seyrini zorlaştırıyor. Ayrıca senaryodaki bazı yan hikayelerin hava kaldığını görülüyor. Yine başrollerdeki Necla Nazır ile Serdar Gökhan’ın plastik oyunculukları da ilgi kaybettiriyor (Gökhan’ın Ayı Dansı sahnesi çok yapmacık mesela). Kavur’un bu olmusuzluklara rağmen, hikaye çatısını oturtması, atmosferi kurması ve derdini tavizsiz anlatışıyla sinema tarihinimizdeki sayılı filmden biri olarak anılmayı hak ediyor. Daha fazlasını oku…
32. İstanbul Film Festivali İzlenimleri – 2
Dan Skaldede Frisor (Love is All You Need/Sadece Aşk) [Susanne Bier – 2012]
Benim sevdiğim yönetmenlerden olan Danimarkalı Susanne Bier, genelde popülizme yönelik tür filmleri çeker ama hepsinde sizi çeken bir yan bulunur. Nitekim yeni filmi de romantik komedi trüklerini kullanan hoş bir seyirlik. Kanserinden yeni kurtulan kuaför Ida, kocasını kendi salonunda genç bir kadınla yakalar. Ardından gerçekleşecek olan kızının İtalya’daki düğünü dolayısıyla kendi sorunlarını bırakıp kızına yönelir. Ama damat tarafı da pek normal değildir, başta damadın dul babası Philip olmak üzere.
Son derece uç karakterlerle dolu film, Bier ve başarılı senarist Anders Thomas Jansen’in deneyimi sayesinde hikayenin tüm gediklerine rağmen, filmi toparlayıp gayet güzel bir kıvam tutturmayı başarıyor. Başta Pierce Brosnan ile Trine Dyeholm’un uyumlu oyunculukları ve arkaplandaki İtalya’nın güzelliği sayesinde gayet keyifli, kafa yormayan ama bir o kadar rahatlatan bir filme dönüşüyor.
Prince Avalanche (Yolların Prensi) [David Gordon Green – 2013]
Genelde komedi filmleri çeken David Gordon Green, bu sefer gayet iddiasız bağımsız bir film çekerek şaşırtıyor. İddiasız dediğime bakmayın, Berlin’de En İyi Yönetmen ödülünü kaptı. Bir orman yolunun yol düzenlemesini yapan iki adamı anlatan film, bu minimalist öyküsüyle kendi çapında bir kıvam tutturup yol alıyor. Kendini bilen, fazla aşırıya kaçmayan, bazı klişelere yaslanan ama kendi havasını da yaratabilen küçük bir film, Prince Avalanche. İki kazık kadar adamın, izole bir ortamda, büyüme sancılarını perdeye taşıyor ve her bağımsız film gibi oyunculuklara dayanıyor. Şansına Hollywood’un komik adamı Paul Rudd, rolünün altından başarıyla kalkıyor. 2013’ün küçük ama başarılı filmlerinden biri olarak hatırlanacak. Daha fazlasını oku…
32. İstanbul Film Festivali İzlenimleri
Yılın en sevdiğim dönemi, İstanbul Film Festivali zamanıdır. Önceden biletler alınır özenle seçilerek, sonra başlanır beklemeye. Festival başlayınca da ardı ardına filmlere gidilir. Geçen yıl, kişisel bir sebeple elimdeki biletlerden sadece ikisine gidebilmiştim. Bu sefer, sadece birine gitmedim. Geriye kalan 13’üne aksatmadan gidebilmişim. Aşağıda bu filmler beraber hasbıhal yapacağız, belki karşınıza çıkar biri. Özellikle gösterime girecek olanlar…
Ni Guang Fei Xiang (Touch of the Light/Kalbimdeki Işık) [Chang Jung-Chi – 2012]
70’lerde ve 80’lerde bizde oldukça popüler olan türkücü filmlerinin biraz kaliteli olan versiyonu diyebiliriz. Tayvanlı piyanist Huang-Si Yiang’ın kendi üniversite yıllarını anlatan filmde, Huang kendini oynuyor ve müzikleri yapıyor. Kör bir sanatçı olmanın zorluklarını anlatmaya çalışıyor film (ki ben bunu izlemek için gitmiştim) ama Huang ile kız arkadaşının günlük hayatlarıyla uğraşmaktan meramını anlatamıyor. Yine de Dylan Doyle’un incelikli görüntüleri ve Huang’ın müzikleri filmi izlenebilir kılıyor.
To Agori Troei to Fagito tou Pouliou (Boy Eating the Bird’s Food/Kuş Yemi Yiyen Oğlan) [Ektoras Lygizos – 2012]
Bu oldukça garip Yunan filmi, adı üstünde kafayı üşütüp kuş yemi yiyen bir adamı anlatıyor. Hayatta yapacak hiçbir şeyi olmayan bir adamın, başıboş gezinip kuşuyla ilgilenmesini tüm sıkıcılığıyla izliyoruz. Avrupa’nın her geçen yıl artan ekonomik krizini, avare bir birey üstünden anlatmaya çalışan film, belki istediğine ulaşıyor lakin izleyiciyi de perişan ediyor.
Los Amantes Pasajeros (I’m so Excited/Aklımı Oynatacağım) [Pedro Almodovar – 2013]
Almodovar’ın son filmi, herkesin üzerinde birleştiği üzere kendisinin en kötü filmi. İnanılmaz kötü bir senaryosu var ve üstüne eklenen pastiş oyunculuklar gerçekten gözü yoruyor. Lakin kötü de olsa bir Almodovar filmi izliyoruz. İzlemesi oldukça keyifli ve yer yer de komik bir film olmuş. Eğlenmek isteyenlere hitap ediyor sadece. Daha fazlasını oku…
Festival Günlükleri – 4
1 hafta geçse de festivalin kendi adıma en uzun süren gününü anlatmaya başlayabilirim. Festivali bitirirken tam bitirmek istedim ve tam 4 filmlik bir program hazırladım. Buyrun şimdi bakalım sırayla:
Festival Günlükleri – 3
Festivalin son haftasına 8 biletim vardı lakin 7’sine gittim. Haftanın ilk günü Bela Tarr’ın son filmi vardı ve hafta içi, mesainin üstüne bir Tarr filmini 2.5 saat çekemeyecektim. Hele Arka Pencere’de şu yorumu okuduktan sonra: “A Torinoi lo‘yu bitirebilenler psikolojik tedavi görmeye başladı.”
Festival Günlükleri – 2
2. günlüğü biraz rötarlı yazdığımdan sadece filmler üzerine olacak. Bu sefer 2 günde gittiğim 3 filmi ele alacağım.
Festival Günlükleri – 1
Sabah Feriköy’de uyandım. Aşağı salınarak Nişantaşı’na inerim diyordum. Yeni bir yol deneyinde saçmaladım biraz. Yağmurda yağıyordu nasıl, elde de simit kaybolmuşum hafiften. Toparlamak kısa sürdü neyse ki. Tam reklamlar başlarken City’s’deki salona girdim.
Son Yorumlar