Arşiv

Archive for the ‘yıl değerlendirmesi’ Category

2023 Değerlendirmesi: Filmler, Diziler ve Kitaplar

Yıl sonları, sadece geçmişin muhasebesini yapmak için var bile diyebiliriz. Sonuçta insanlığın sanal bir şekilde oluşturduğu takvimin başı da sonu da sanal. Aralık ayı, sona ermekte olan yılı değerlendirmenin ve gelmekte olan yıla dair planların yapıldığı zamandır esas olarak. Kurumların, şirketlerin, derneklerin birkaç aya yayılabilen değerlendirmesini birey de kendi özelinde yapıyor.

Bir sinema manyağı olarak çoğu zaman sadece en beğendiğim filmlerin listesi yapmakla yetinsem de bu yıl biraz daha fazlasını yapacağım. Çünkü bu yıl ilk kez düzenli olarak izlediğim filmlerin, dizilerin ve okuduğum kitapların listesini tuttum. Bu yıla kadar sadece Imdb’ye yıldız olarak kaydediyordum izlediğim filmleri. 2023’te onları hem Letterboxd’a da kaydetmeye başladım, hem de bitirdiğim dizi sezonlarıyla beraber tarih ve yıldızlarını kişisel olarak tutmaya başladım. Yıl bitince de bunları birer excel listesine dönüştürüp saklayacağım. Bitirdiğim kitapları şimdilik sadece Goodreads’e kaydediyorum ama yıl içinde okuduğum kitap sayısı 20’yi bulmadığından excele dönüştürmek kolay olacaktır.

Killers of the Flower Moon

Bu sayede sizinle yılın yeni filmlerinin yanında başka listeler de paylaşabileceğim. Aslında tüm bu çabam kişisel tarihimi biraz daha sistematik olarak kayda alabilmek, böylece giderek daha fazla unutmaya başladığım hayatım hakkında gelecekteki kendime daha fazla veri bırakabilmek.

2023 veya 2022 yapımı olan ve 2023 yılı içerisinde izlediklerim arasında en beğendiğim filmler:

  1. Killers of the Flower Moon – Martin Scorsese (2023)
  2. Perfect Days – Wim Wenders (2023)
  3. The Holdovers – Alexander Payne (2023)
  4. Roter Himmel (Afire) – Christian Petzold (2023)
  5. Le Otto Montagne (Eight Mountains) – Felix van Groeningen, Charlotte Vandermeersch (2022)
  6. Kuolleet Lehdet (Fallen Leaves) – Aki Kaurismäki (2023)
  7. Aki wa Sonzai Shinai (Evil Does not Exist) – Ryusuke Hamaguchi (2023)
  8. Aşk, Mark ve Ölüm – Cem Kaya (2022)
  9. Past Lives – Celine Song (2023)
  10. Kavur – Fırat Özeler (2023)
  11. Das Lehrerzimmer (The Teachers’ Lounge) – İlker Çatak (2023)
  12. Ayna Ayna – Belmin Söylemez (2022)
  13. Kuru Otlar Üzerine – Nuri Bilge Ceylan (2023)
  14. Spider-Man: Across the Spider-verse – Joaquim Dos Santos, Kemp Powers, Justin K. Thompson (2023)
  15. Im Westen Nichts Neues (All Quiet on the Western Front) – Edward Berger (2022)
  16. Emily – Frances O’Connor (2022)
  17. Passages – Ira Sachs (2023)
  18. Dungeons and Dragons: Honor Among Thieves – John Frances Daley, Jonathan Goldstein (2023)
  19. 20000 Especies de Abejas (20000 Spieces of Bees) – Estibaliz Urresola Solaguren (2023)
  20. May December – Todd Haynes (2023)
Daha fazlasını oku…

2020’den Aklımda Kalan Filmler

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (Serdar Kökçeoğlu)

Belgesel pek sevmiyorum lakin filmin her türünde olduğu gibi, iyi bir örneğini duyarsam izlemeye gayret gösteriyorum. 2020’de o kadar kaliteli belgeseller izledim ki yıl sonu listeme dört tanesi girdi. Yazıya da bu yüzden onlardan başlamak istedim.

Kaynak: Artful Living

Mimaroğlu belgeselini yapım aşamasında duymuştum ve konusuyla ilgimi çekmişti. Elektronik müzikle 60’larda ilgilenmeye başlayan ve bu alanda Amerika’da ufak da olsa ismi olan bir Türk olduğunu öğrenmek bile iştah kabartıcı. Belgesel sayesinde daha fazlasını öğrendiğim İlhan Mimaroğlu, pek örneği olmayan, nev-i şahsına münhasır bir karakter. Kökçeoğlu’nun eseri de klasik bir biyografi belgeseli izleğini takip etmeyerek anlattığı kişinin karakterine bürünüyor resmen.

Mimaroğlu nasıl entelektüel, ilgi uyandırıcı, bencil ve karamsarsa Mimaroğlu da bilgilendirici, çekici, yer yer itici ve soğuk. Ama bu yapı belgesele bambaşka bir hava katıyor ve benzersiz kılıyor. Yer yer sıksa da (eşim dayanamayıp yarıda bıraktı) farklı ve akılda kalıcı bir deneyim olduğu kesin.

Maddenin Hâlleri (Deniz Tortum)

Kaynak: IKSV

İnsan meraklıdır ve görebildiklerinden ziyade, göremedikleri daha çok ilgisini cezbeder. Her insanın bir şekilde uğradığı hastanede de sadece pesonelin girebildiği yerler, doğal olarak sağlık çalışanı olmayana ilginç geliyor. Bir ameliyathane koridoru nasıldır? Doktorlar yemek yerken ne konuşur? Çöpler nasıl toplanır?

Deniz Tortum, Çapa’ın eski başhekimi olan babasının sayesinde, sadece kamerasıyla Çapa’nın her yerini turluyor. Hiçbir şeye müdahil olmuyor, hiç konuşmuyor, sadece o andaki duruma şahit ediyor bizi. Bu yüzden çok uzun plan sekanslar mevcut filmde ve o kadar uzunlar ki kamerayı (yani bunun bir film olduğunu) unutuyorsunuz. Tortum’un bu hissi yakalayabilmesi büyük bir teknik başarı. Pandemi zamanı böyle bir eser izlemek de başka bir deneyim.

Colectiv / Collective (Alexander Nanau)

Kaynak: Baltimore Tribune

2015’te Bükreş’te bir gece kulübünde yangın çıkar ve ölenler ile ağır şekilde yaralananlar olur. Yaralananların bir kısmı hastanede tedavi sırasında ölmeye başlayınca toplumda sesler çıkmaya başlar. Bu durumu takip eden bir spor gazetesi (!) muhabiri, olayın arkasında büyük bir ihmaller zinciri olduğunu ortaya çıkarır.

Yaşadığımız post-truth çağında o kadar çok yalanla karşılaşıyoruz ki çoğu artık bizi şaşırtmıyor. Politikacılar kadar iş insanları ve sıradan insanlar da buna ayak uydurmuş vaziyette. Romanya’da sadece 6 yıl önce yaşanan bu olaylar bunun sadece bir örneği. Nanau; sadece Romen sağlık sistemindeki çürümüşlüğü değil, insanların mevki, para veya sadece güçlü hissetmek için neler yapabileceğini de gösteriyor. Eserin en acı ve en gerçek yanı da bu durumu toparlamak için yapılan onca emeğe ve iyi niyete karşılık paranın ve politik hırsın her şeyi nasıl da tek hamleyle bu yapılanları yok edebileceğini belirtmesi.

Romanya’yı bu kadar eleştiren bir yapımın Romanya tarafından da sahiplenilerek tüm dünyada övgülere ve ödüllere boğulması da yaşadığımız çağ hakkında düşünülmesi gereken bir konu.

Daha fazlasını oku…

2020’den Aklımda Kalan Diziler

Bu yazıda 2020’de yayınlanmış dizi ve/veya sezonlarından belirli bir beğeni sırası olmaksızın bahsedeceğim. Yazının tek amacı kişisel dizi notlarımı arşivlemek. Tabii bunu okuyacaklara da tavsiye niteliği taşımaktadır.

Normal People [Mini Dizi – Yaratıcı: Alice Birch – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Lenny Abrahamson (Yönetmen), Hettie Macdonald (Yönetmen), Sally Rooney (Romanından Uyarlanan ve Senarist)]

Kaynak: Hulu

Başka bir yazımdan doğrudan kopyalıyorum:

“Klişe bir melodram gibi gözüken hikâyesini pek umursamayan Normal People için önemli olan çiftin duyguları ve bunları ifade biçimleri. Bu hususta da diyaloglardan öte; bakışlar, mimikler, dokunuşlar (veya dokunamayışlar) öne çıkarılıyor. (Zaten Normal People’ı sıra dışı bir eser, hatta deneyim hâline getiren de bu özenli ve farklı yapısı.) Lise faslını hızla kapatıp ikisinin de karakterlerinin şekillendiği üniversite dönemine geçen yapım; çiftin ilişkisiyle beraber günümüzde kadının ve erkeğin ilişkideki, ailedeki ve toplumdaki rollerini, cinselliğin ilişkideki rolünü, iki tarafın cinselliğe bakışını, sınıf ayrımının ve paranın ilişkiye etkisini irdeliyor. Bakış açılarının zaman ve deneyimle değişebildiğini vurgulayan altyapısı sayesinde Normal People, net saptamalar yapmaktan ve taraf tutmaktan ısrarla kaçınıyor. Duygularını daha açık bir şekilde dışavuran ve bu nedenle belirli bir kalıba sokulmaktan ısrarla kaçınan Z kuşağının aşkı algılayış ve yaşayışının da önceki kuşaklardan farklı olabileceğini gösteriyor Normal People.”

Tales from the Loop [Mini Dizi – Yaratıcı: Nathaniel Halpern – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Simon Stålenhag (Kitabından Uyarlanan), Mark Romanek (Yönetmen), Jodie Foster (Yönetmen), Andrew Stanton (Yönetmen), Philip Glass (Müzik), Ole Bratt Birkeland (Görüntü Yönetmeni)]

Kaynak: Amazon Prime

Tales From the Loop başka örneği olmayan bir bilim kurgu dizisi. 80’lerde geçen (ve bu sayede o dönemin retro havasına da sahip olan) yapım, CERN benzeri bilimsel bir enstitüde ve bu enstitünün bulunduğu ufacık kasabada yaşanan kimi bilimsel, kimi de gerçeküstü olayları aktarıyor. Lakin dizinin alamet-i farikası anlatış biçiminde. Zaman yolculuğu, yapay zeka, beden değişimi, tanrı parçacığı gibi günümüzde bile çözülemeyen konuları 80’ler ruhunda hiç sırıtmayacak bir şekilde, üstelik asla da allayıp pullamadan hikâyesinin içine yediriyor. Üstelik dizinin öne çıkan bir karakteri de bulunmuyor. Antoloji şeklinde, her bölümünde farklı bir olayı ve karakteri öne çıkararak bir masal anlatıyor. Bu masalların birleşiminden de insan olmaya ve insanlığa dair çok özel bir derleme çıkıyor.

Tales from the Loop her türlü anlatım şaklabanlığının uzağında, kendi atmosferine sahip. Netflix dizilerine alışanlar son derece sıkıcı ve manasız bulabilirler. Ama diziyle frekansı tutanları son derece başarılı bir yapım tasarımı; Mark Romanek’in başı çektiği incelikli bir reji; enfes bir görüntü yönetimi; Jonathan Pryce, Rebecca Hall ve Jane Alexander gibi karakter oyuncularından minimal performanslar ve Philip Glass’ın baş döndüren tınıları bekliyor.

Aslında yapım başlı başına günümüzün hızlı üretilen ve tüketilen medya dünyasına bir başkaldırı!

The Crown [4. Sezon – Yaratıcı: Peter Morgan – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Stephen Daldry (Yönetmen), Philip Martin (Yönetmen), Martin Childs (Yapım Tasarımı)]

Kaynak: Netflix

2016’da başlayan bu ünlü dizinin tüm sezonlarını son birkaç ayda arka arkaya izledim. Bu sebeple de bu kısa yazıda ilk dört sezonu toparlayacağım ama dizinin en başarılı sezonu dördüncüsü, üstelik ilk iki sezonun atmosferini ve genel anlamda dizinin teknik altyapısını kuran Stephen Daldry’ın eksikliğine rağmen. Bunun esas sebebi de Diana’nın hikâyeye dâhil olması değil, yapımın en sonunda bir taraf seçmeye karar verebilmesi (tabii bunun sebepleri de tartışılası).

İlk üç sezonunda tarafsız olmaya çalışarak Kraliçe II. Elizabeth’in hükümdarlığını anlatan ve çevresindekileri eleştirebilse de, kraliçeyi ve monarşizmi neredeyse hiç eleştirmeyen, hatta bazen destekleyen yapım; dördüncü sezonunda kısmen de olsa bu tavrını kesin olarak değiştiriyor. Verdiği intiba da kalan iki sezonunun böyle devam edeceği. Yine de bir Netflix manipülasyonu izlediğimizi unutmayalım.

Bu hırslı ve aşırı iddialı yapımın en önemli artıları neredeyse kusursuz bir senaryo kurgusuna, harikulade bir yapım tasarımına, kostüm, makyaja ve de çok iyi oyunculuk performanslarına sahip olması.

Daha fazlasını oku…

İnsanlığa Dair Birkaç Düşünce veya 2010’lara Siyasi Bir Bakış – 2

21/04/2020 1 yorum

İlk yazıya başlarken bu kadar dolu olduğumu tahmin etmiyordum, dolayısıyla uzadıkça uzadı. Ta ki tek yazıda toparlayamacağımı kabul edene kadar. Bu sebeple içeriğini okuyucuya aktaramayan bir yazıya dönüşmüş, umarım bu hatayı bir daha tekrarlamam.

‘Artı değer’in başlangıçta insan türünün yaşarkalmasını garantilemesi için çıktığını, ardından medeniyetin kurulmasına yol açtığını ve tarih boyunca insanlığın bitmeyen açgözlüğüyle katmerlenerek kapitalizmin özüne dönüştüğünü önceki yazıda anlatmaya çabalamıştım. Günümüzde ben dahil insanlığın çoğu, emeğini satarak para kazanıyor. Bu paranın önemli bir kısmını daha görmeden vatandaşı olduğu veya çalıştığı yerin bulunduğu ülkeye vergi olarak veriyor. Geriye kalan ücret ise hayatı idame ettirmeye yönelik harcamalara gidiyor.

İnsanlığın çoğunun yaptığı iş, kendisinin ve ailesinin yaşarkalmasına dönük olmadığından aldığı ücreti sabit giderlere harcamak zorunda. Tarımla uğraşmıyorsanız mesela, yiyeceğinizi başka bir kişiden almaya muhtaçsınız. Dolayısıyla kazandığınızın muhtemelen hepsini, böyle muhtaç olduğunuz giderlere (barınma, beslenme, ulaşım, vs.) harcamak zorundasınız. Üstelik her harcamanızdan da vatandaşı olduğunuz veya ikamet ettiğiniz ülkeye ayrıca pay vermek zorundasınız.

Tektipleşen insanlar (Kaynak: Pink Floyd – Another Brick in the Wall klibi)

Sabit veya sabit olmayan harcamalarınızı yapabileceğiniz bir sürü seçeneğiniz var. Bu seçeneklerin yani ürünlerin hepsinin de amacı daha fazla insana ürününü seçtirebilmek. Lakin farklı coğrafyalarda, farklı koşullarda yaşayan ve farklı isteklere sahip olan farklı insanlara nasıl aynı ürünü satabilirsiniz ki? Ayrıca dünya nüfusunun çoğu bir şekilde bir topluluğa tamamen bağlı olarak yaşıyor. Yani bir aileye, bir cemiyete, bir tarikata, bir zümreye, vb bir oluşuma tabii ve bu oluşum ihtiyacını toptan (yani daha ucuza) ve tek bir yerden karşılıyor. Hâlbuki megakentlerde olduğu gibi bu oluşumların üyeleri ayrı ayrı yaşasa, hem her ihtiyaçlarını ayrı karşılamak zorunda kalacaklar hem de parakende alacaklarından daha fazla harcayacaklar. Daha fazlasını oku…

Yılın Filmlerine Dair – 2019

29/02/2020 1 yorum

2010’lar film yazısına geçmeden önce 2019’u uğurlayalım istedim ve geçen yılki gibi yılın bana göre kayda değer filmlerine kısa kısa değineceğim. Sonda da âdet yerini bulsun diye ilk 10 paylaşacağım. Başlayalım:

Uncut Gems (Safdie Kardeşler)

Safdie’lerin bir önceki filmleri Good Time (2017) doludizgin bir filmdi ve izlerken sanki siz de koşuyordunuz. Bu sefer olayı daha da ileriye taşımışlar. Filmin ana karakteri Howard, zamanla daha fazla kapana kısıldıkça seyirci de kısılıyor. Hem senaryo, hem de kurgu saat gibi kusursuz işliyor. Günümüz tüketim toplumuna, aile yapısına, emek sömürüsüne yaptığı yerinde eleştiriler ise hiç sırıtmadan hedefi vuruyor. Yıllar sonra 2019 civarı nasıldı diye soranlara muhtemelen bu filmi izlemesini önereceğiz.

Marriage Story (Noah Baumbach)

Filmin ana ekseni basit, tek çocuklu bir çiftin boşanma süreci. Kramer vs Kramer (1979) başta olmak üzere sürüyle filmin ele aldığı bir konu. Senaryo zımba, oyuncular başarılı da bu filmi geleceğe taşayacak bir mahareti var mı ki? Bence var. 21. yüzyılda insanlığın yaşadığı benmerkezciliğin insan ilişkilerine etkilerini bu kadar net ve gerçekçi şekilde anlatan başka bir film daha hatırlamıyorum. 2010’lardaki insan ilişkilerinin özetini izliyoruz ve dikkat edin, filmdeki tüm karakterler kaybediyor!

Kız Kardeşler (Emin Alper)

Yılın en iyi yerli filmi, ücra bir dağ köyüne sıkışmış üç kız kardeşin trajik, mizahi ve ibretlik masalını anlatıyor. Taşra hikâyelerinin artık kabak tadı vermeye başladığı sinemamızda, demek ki farklı bir taşra anlatımı da olabiliyormuş. Oyunculuklar ile Emre Yeksan’ın görüntüleri ise çok çarpıcı! Daha fazlasını oku…

2010’lara Kişisel Bir Bakış

13/11/2019 1 yorum

Aslında sadece 2010’ları kapsayan bir film seçkisi yapmayı düşünüyordum en başta. Sonra 2010’lara her açıdan bakmanın, her anlamda daha tatminkâr olacağını düşündüm. Öyle ya, bu kişisel bloğu 2007 civarında kurarken tek amacım, kendi düşüncelerimi yazılı hâle getirmekti. Çok isteyip de bir türlü gerçekleştiremediğim günlük fikrinin dijitalize, yüzeysel ama kalıcı olanıdır bu blog. Lakin 2014’te filmhafızası’na katıldığımdan itibaren gerek daha az yazı koyarak, gerekse sinema harici çok az yazarak bloğun bu esas amacını ihmal ettim. Artık blog yazmak, hele ilk çıkış amacıyla kişisel fikirleri amaçsız yazmak fena halde demode olsa da ben buna dönmek niyetindeyim. “Kimse okuyacak mı?” kaygısı gütmeden, kişisel tarihe bir not düşmek adına…

2010’lara bakış bu açıdan güzel de bir fırsat sunuyor. Not tutma moduna dönüş için son 10 yılı özetlemek manalı bir basamak teşkil edecek.

İlginç bir şekilde 2010’a nasıl girdiğimi çok net hatırlıyorum. Bursa’daki evde tek başıma Cronenberg’ün Crash‘ini (1996) izlemiştim. O zamanlar Bursa’da annemlerle yaşıyordum ve ilk şirketimde asgari ücretten hallice bir maaşa çalışıyordum. Bursa dışında harıl harıl iş arıyordum. O yılın yazında Hexagon ile anlaştım, sonbaharda da 7 yıl yaşayacağım Acıbadem’deki evime taşındım.

Geriye baktığımda çift haneli yılların hayatımda daha önem teşkil ettiğini görüyorum. 2010 bugünden baktığımda çok garip sahneler barındıran bir yıldı. 6 günlüğüne Paris’e gidip hayatımı sorgulamıştım. Bu cümle size kendi beğenmişlik olarak gelebilir ama o zaman hayatımda yolunda giden pek bir şey yoktu. Bir yıllık tüm maaşımla (annemlerle kalmamın avantajı) o tatili karşılamıştım. Kendimi yeni yeni tanımaya başlamıştım. Beni reddeden kaçıncı şirket olan TAI’nin mülâkatında ilk defa samimi bir şekilde kendimi ifade edebilmiştim ve bu, benim adıma oraya girebilmekten çok daha mühimdi.

Daha fazlasını oku…

Yılın Filmlerine Dair – 2018

Gelenekleşen en iyi filmler listesinden biraz olsun sapmak istiyorum bu sefer. Yıl içinde izleyip aklımda kalan filmlerin beni neden etkilediklerini kısaca yazacağım esas olarak. Çünkü yaş aldıkça bir filme iyi veya kötü demek, birbirlerine göre kıyaslamak bana daha manasız gelmeye başladı.

İki tür filmini veya aynı yönetmenin filmlerini karşılaştırmak olabilir belki ama The Rider ile Paddington 2‘yi yan yana koymak bile saçma geliyor bana ki ikisini de severek izledim.

Yine de en sonda bir sıralama olacak lakin tamamen öylesine yapılmıştır ve sonradan sorarsanız filmlerin yanındaki sayılar ve filmler değişebilir.

Las Heraderas / The Heiresses / Mirasçılar (Marcelo Martinessi) :

#metoo hareketiyle daha da artan kadın haklarına yönelik bilince rağmen dünya sinema sektörünün ısrarla düzgün kadın filmleri çekememesi çok garibime gidiyor. Ataerkil yapımcıların sabotajından bile şüpheleniyorum. Ocean’s 8‘in o kadroya inat ibretlik kötülüğü aklıma bu tarz şüpheleri düşürdü. Daha fazlasını oku…

2017 Biterken

Biz Türkiye’de Fatih Terim’in kişisel hezeyanlarıyla, Rıza Sarraf beyefendinin kime ne kadar bayıldığıyla, hangi mankenin hangi şarkıcıya yan gözle baktığıyla, sayın Cumhurbaşkanı’nın bundan sonra kimi görevden alacağıyla günlük tartışmalarımızı bitirip huzurluca yatağımızda uyuyalım. Nasılsa bizim için yılların geçmesi sadece yeni cep telefonu modellerinin çıkmasından, futbol ve yerel sabun köpüğü dizilerimizin sezonlarının geçmesinden ibaret. Teknoloji gelişiyormuş, bilim yeni bir eşiğe gelmek üzereymiş, uzay madenciliği için son hazırlıklar yapılıyormuş, global ekonomik düzen kabuk değiştiriyormuş… Ne önemi var ki? İlber Hoca’m her konuyu biliyor nasıl olsa!

Çoğu zaman ben, kendime de çok sinirleniyorum. O kadar ufak, önemsiz ve bize hiçbir katkısı olmayan şeyler üzerine kafa yoruyoruz, düşünüyoruz, endişeleniyoruz ve hatta kendimizi hırpalıyoruz ki! Değiştiremeyeceğim, beni hiçbir şekilde yükseltmeyen konuları duymaktan, izlemekten, haklarında konuşmaktan çok sıkıldım, yoruldum ve usandım. Bu yüzden de uzun yıllardır televizyon izlemiyorum, birbirinin kopyası gazeteleri okumuyorum. Çünkü bilmediğim, tanımadığım, üstelik benden üstün olmayan kişiler tarafından manipüle edilmek istemiyorum. Bu manipülasyonlar bize o kadar zaman kaybettiriyor ki üstelik.

Daha fazlasını oku…

2016 Yılı Değerlendirmesi

01/01/2017 2 yorum

2016 hakkında yazmak çok zor. Her bakımdan çok garip bir yıl oldu. Yeni yıla girdikten sadece birkaç saat sonra yoğun tipi altında eve döndüğümü hatırlıyorum. Yılın zorlu geçeceğinin ama bir şekilde işlerin yolunda gireceğinin işareti miydi, acaba o kısa ama fantastik yolculuk.

Yılın ilk birkaç ayını hiçbir kanala satılamayan bir dizi projesinin senaryo grubunda geçirdim. Bu süreç beni, sinemanın arka planı hakkında düşünmemi sağladı. Meşekkatli ama eğitici bir dönemdi. Kişisel olarak amacıma ulaştığımı düşünüyoum. Bu proje için yazdığım bir bölüm hikâyesini başka bir hikâyemle eklemleyerek beni heyecanlandıran bir proje özeti yazdım geçen ay. 2017’de ara ara da olsa bunun üzerine çalışmak istiyorum.

Martın başında ufak bir operasyon geçirdim. Ameliyat çok kısaydı ama iyileşme süreci çok uzundu. Beni bıktıran ama hayatın farklı yönleri hakkında da düşündüren bir üç aydı. İnsan, başına gelen her şeyden bir kazanç sağlamayı bilmeli. Hayatta çoğu olayın/unsurun sanıldığı kadar tesadüfi olmadığını düşünüyorum. Fakat insan ırkı o kadar bencil, umursamaz ve sabit fikirli ki bu fırsatları kazanca dönüştüremiyor. Çevrenizde bunun sürüyle örneğini dikkatli bakarsanız görebilirsiniz.

otekon

Mesleki anlamda da beni zorlayan ama geliştiren bir yıldı. Mayısta Bursa’da gerçekleşen OTEKON’da arka arkaya iki makale sunumu yaptım. 1.5 ay sonra da Atina’da gerçekleşen Uluslararası Ses ve Titreşim Konferansı’nda (ICSV) ilk İngilizce sunumumu yaptım. Konuşması hep sorun olmuş bir engelli olarak bu deneyimler bana farklı ve olumlu hissiyatlar yaşattı. Daha fazlasını oku…

Benden Şarkılar – Kill the Lights

Aralık ayıyla beraber yıl sonu yazıları/anketleri/listeleri yapılmaya başlandı. Benim klasik yıl sonu değerlendirme yazıma daha çok olsa da (ne de olsa yılın sonuna daha 23 gün var, bu ülkede bu zaman zarfında neler olur, neler!) yavaştan yılın akılda kalanlarını sıralamaya başlayabilirim. Öncelik bir soundtrack çalışmasında…

vinyl

Yılın başında en çok beklenen dizilerden biri Vinyl‘di. İki efsane, Martin Scorsese ile Mick Jagger dizinin yaratıcı kadrosundaydı. Üstelik iki saatlik ilk bölümü Scorsese çekmişti. Yayın yaklaştıkça yükselen heyecan, daha ilk bölümle sönmeye başladı. 70’lerin müzik dünyasının arka planını anlatma derdindeki dizi, saçma senaryo tercihleriyle savruluyordu. 10 bölüm sonunda dizi vasat da olsa sezon finali yaptı. Ardından önce dizinin -benim Boardwalk Empire‘da da hiç sevmediğim- baş senaristi Terrence Winter kovuldu, hemen arkasından da dizi ikinci sezon onayını alamayarak ekranlara veda etti.

Vinyl görsel ve metinsel başarıya hiç ulaşamasa da Mick Jagger’ın desteği sağ olsun, müzikleri her bölümünde çok takip edildi. Seçilen eski ve yeni şarkılar hem çok iyiydi hem de diziye çok yakışıyordu. Bölümlerin ana şarkıları, yayından hemen sonra Spotify’a yükleniyordu. Sezon bitince de bir best of albümü yayınlandı ki kaç defa dinlediğimi bilmiyorum. Nitekim albüm, bu hafta başında Grammy adaylığı kazandı.

Gelelim albümde en sevdiğim şarkıya… Üç ayrı kişinin imzasına sahip şarkı, disko-pop türünde ama bu türün yaygın trendinin aksine sözleri de çok iyi. Sevgiliyi aşka ve dansa davet eden şarkı, bu yıl en beğendiğim şarkılardan biriydi.

Kill the Lights – Alex Newell ft. DJ Cassidy & Nile Rodgers

You set me free every time your hands on me, / Bana ellerini her sürdüğünde beni özgürleştiriyorsun.
I wanna be your way to shine / Seni ışıldatan patikan olmak istiyorum.
I can’t deny the feeling that you’re giving me / Bana hissettirdiğin duyguyu inkar edemem,
You lit the spark that set a fire / Ateşe dönüşen bu kıvılcımı sen yaktın.

Oh, no, don’t run away from your love / Hayır, aşktan kaçma sakın!
Oh, no, don’t turn away from the heart of the groove / Hayır, beraber sürüklendiğimiz
From the way that we move, / bu akıntıdan dönmeye çalışma!
Kill the lights, we can’t lose! / Işıkları söndürürsen kaybetmeyiz!

Kill the lights and look right at me / Işıkları söndür ve iyice bak bana!
Close your eyes, you can see me by the way that I feel / Gözlerini kapa, sana olan hislerimi anlamaya başla.
Kill the lights, and touch my body / Işıkları södür ve bedenime dokun.
Close your eyes, you can see me by the way that I feel / Gözlerini kapa, sana olan hislerimi anlamaya başla.
Come and spin me around, let’s get lost in the sound / Gel ve dön etrafımda, müziğin içinde kaybol.
Close your eyes, you can see me by the way that I feel / Gözlerini kapa, sana olan hislerimi anlamaya başla.
Touch my body, kill the lights tonight / Dokun bana, ışıkları söndür bu gece.

Let’s live our life, tomorrow doesn’t always come / Hadi hayatımızı yaşayalım, her zaman yarın olmaz ki!
Don’t try to hide, let’s have some fun / Saklanmaya çalışma, eğlenmene bak!
You can’t rely on anything or anyone who fights the love you have inside / İçindeki sevgiyle kavgaya tutuşan biri ya da bir şeye güvenemezsin