Arşiv

Archive for the ‘Cannes ödüllü’ Category

Le Otto Montagne: 21. yüzyılda modern bir insan tamamen doğada yaşayabilir mi?

13/11/2023 1 yorum

Tüm hayatımızın teknolojiyle ve finans gibi türümüzün uydurduğu sanal (doğada karşılığı olmayan) kavramlarla çevrelendiği bir dünyada yaşıyoruz. Ayrıca türümüz ısrarla kendisinin doğadan üstün olduğunu kanıtlama peşinde ki küresel iklim kriziyle bunun nasıl saçma bir iddia olduğunu -en azından bir kısmımız- anladık. Peki bu yaşam şartları içinde İtalya gibi modern bir devletin vatandaşı olarak doğmuş ve büyümüş bir birey modern yaşamı bir kenarda bırakarak sadece doğada yaşayabilir mi?

Uzun zamandır eserlerini ilgiyle takip ettiğim Felix van Groeningen’in eşi Charlotte Vandermeersch ile beraber çektiği Le Otto Montagne (2022), iki erkeğin yıllara yayılan arkadaşlıklarını anlatıyor. İlk defa, ikisi de 12 yaşındayken Bruno’nun tek çocuk olduğu bir dağ köyüne Pietro’nun annesiyle yaz tatililni geçirmek için geldiğinde tanışıyorlar. Şehirli ve modern hayatın tüm konforuna sahip Pietro ile annesi olmayan, babası da yurt dışında inşaat işçiliği yaptığından amcası ve yengesiyle izole bir dağ köyünde yaşayan Bruno her anlamda zıt karakterler. Fakat çocukluk ve yalnızlık, bu iki sıra dışı kişiliği biraraya getiriyor. Sıkı fıkı geçen ve Pietro’nun babasıyla çıktıkları dağ yürüyüşleriyle farklılaşan o yazdan sonra; Pietro’nun işkolik, otoriter ama dağcılık tutkunu babasının vefatına kadar neredeyse hiç görüşmüyorlar. İki eski arkadaş, Pietro’ya miras kalan dağ kulübesini yeniden inşa ederlerken birbirlerini de yeniden tanımaya başlıyorlar.

Daha fazlasını oku…

Kuru Otlar Üzerine: Ülkemizde Kadının Önemi

18/10/2023 1 yorum

Son yıllarda ülkemizde gözlemlediğim bir olgu var ve ilginç olarak bu olgu; mekândan da, sınıftan da, yaştan da, statüden de bağımsız: Kişi hemen her konuda kendisini çok zeki ve çevresini çok salak sanıyor. Bu yüzden yaptığı eylemde veya savunduğu görüşte, kendisini mutlak haklı olarak görüyor. Karşısındakilere hiç empati göstermeyerek fikri ya da eylemi koşulsuz kabul edilsin istiyor. Kendisinin hatalı olabileceğine ihtimal vermediği için de en ufak bir karşıt görüşte sinirleniyor ve hatta fütursuzca saldırıya geçiyor.

Eminim bahsettiğim bu durumla, neredeyse her gün defalarca karşılaşıyorsunuzdur. Evde, işte, hastanede, trafikte, restoranda, okulda… Üstelik birkaç kişi de değil, tüm ülkede bu hastalıklı durum mevcut. Bazen kendimde bile görerek ne yaptığımı sorguluyorum. Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar bu durumu daha körüklüyor şüphesiz. Ama yetersiz eğitim altyapısıyla kapitalizmin pompaladığı tüketici bilinci birleşince böyle bir psikoloji belki de kaçınılmaz oluyor.

Diğer taraftan kişilerin bu hâlleri, çok eşsiz çatışmalara da sebebiyet veriyor. Zeki sanatçılar bunları görerek kullanıyor doğal olarak. Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri de bu çatışmalardan besleniyor esasında. Ustanın son filmi, Kuru Otlar Üzerine (2023) de böyle.

Daha fazlasını oku…

Yılın Filmlerine Dair – 2018

Gelenekleşen en iyi filmler listesinden biraz olsun sapmak istiyorum bu sefer. Yıl içinde izleyip aklımda kalan filmlerin beni neden etkilediklerini kısaca yazacağım esas olarak. Çünkü yaş aldıkça bir filme iyi veya kötü demek, birbirlerine göre kıyaslamak bana daha manasız gelmeye başladı.

İki tür filmini veya aynı yönetmenin filmlerini karşılaştırmak olabilir belki ama The Rider ile Paddington 2‘yi yan yana koymak bile saçma geliyor bana ki ikisini de severek izledim.

Yine de en sonda bir sıralama olacak lakin tamamen öylesine yapılmıştır ve sonradan sorarsanız filmlerin yanındaki sayılar ve filmler değişebilir.

Las Heraderas / The Heiresses / Mirasçılar (Marcelo Martinessi) :

#metoo hareketiyle daha da artan kadın haklarına yönelik bilince rağmen dünya sinema sektörünün ısrarla düzgün kadın filmleri çekememesi çok garibime gidiyor. Ataerkil yapımcıların sabotajından bile şüpheleniyorum. Ocean’s 8‘in o kadroya inat ibretlik kötülüğü aklıma bu tarz şüpheleri düşürdü. Daha fazlasını oku…

Caz Kokan Dört Film

Caz; her ne kadar “Caz yapma bana!” gibi deyimlerle ülkemizde hafif aşağılansa da, çoğu müzik türünün karışımından oluşan ve doğaçlamanın her zaman ön planda olduğu bir müzik türü. Temel taşı olan doğaçlamanın da etkisiyle devamlı gelişen, değişen ve tekrarlanamayan bir yapıya sahip. Öyle ki aynı caz parçasını arka arkaya, tamamen aynı şekilde dinleme şansını pek bulamazsınız. Ayrıca şarkıya eşlik eden tüm enstürmanları tek tek ayırt edebileceğiniz yapısıyla da icracılarını, diğer türlerden daha fazla ihya edebiliyor. Nitekim bu yazıda anacağımız caz ikonları, kendi enstürmanlarının ustaları!

miles-ahead-1

Bu yazıyı kaleme alma fikri, üç efsane caz ikonunu anlatan biyografik filmlerin arka arkaya görücüye çıkmasıyla aklıma geldi. Bunlara bir de Clint Eastwood’in ilk dikkate değer yönetmenlik denemesi olan Bird‘ü (1988) ekledim. Böylece ortaya şu anda okumakta olduğunuz, buram buram caz kokan ilginç bir deneme çıktı. Filmleri kendi izleme sıramla yorumlarken ilgili caz ikonlarına değinmeden geçemeyeceğim.

Trompet denilince akla gelen birkaç isimden biridir, Miles Davis (1926-1991). Cazı tek başına etkileyen, ona ruhunu veren nadide isimlerdendir. Çünkü Davis kendisini hiçbir zaman tekrar etmemiş ve neredeyse her 10 yılda bir, yeni bir caz alt türünün doğmasına ön ayak olmuştur. Tüm zamanların en çok satan caz albümü olan Kind of Blue’dan (1959) popa yaklaştığı Tutu’ya (1986) efsanevi bir kariyere sahiptir.

miles-ahead-2

2015 yapımı Miles Ahead‘de ise onu, Hollywood’un sevilen karakter oyuncularından Don Cheadle canlandırıyor. Bu filmle aynı zamanda ilk defa yönetmenlik sandalyesine de oturan Cheadle filmini tamamen cazla yoğurmuş. Film boyunca kulağımıza bolca çalınan efsane parçaların yanında, hikâyenin ana iskeletini -olabildiğince- Davis’in hayal dünyasına ve düşüncelerine uygun tasarlanması filme esas gücünü veren unsur. Davis’in halktan kopuk geçirdiği yılların sonuna denk gelen üç günü izlerken -bilhassa filmin sonlarına doğru- onun psikolojisini ve bu zihinden çıkan saf caz müziğiyi ufacık da olsa kavrama şansına erişiyoruz.

born-to-be-blue-1

Davis’in çömezi diyebileceğimiz ama caz tarihinde kendisine has bir yere sahip olan Chet Baker’ı (1929-1988) Born to Be Blue‘da (2015) Ethan Hawke canlandırıyor. Genelde siyahi sanatçıların hakim olduğu (çünkü caz, 20. yüzyılın başlarında New Orleans’taki siyahilerin gündelik müziğinden doğmuştur) türde bu kadar başarılı olan nadide beyazlardan olan Baker’ın kariyerindeki düşüş ve toparlanma sürecini izliyoruz. Yönetmen Robert Budreau bu klasik biyografi şablonuna Baker’ı ve müziğini anlamamızı sağlayacak pek bir şey eklemediğinden vasat bir film seyretmek zorunda kalıyoruz. Oysaki -neredeyse- tek amacı müziğini layığıyla icra edip Davis gibi mesleğin erbaplarından onay almak olan Baker’ın hayatı çok daha zengin malzemeye sahip. Film bitince geriye sadece Hawke’ın başarılı performasıyla enfes trompet sololar kalıyor.

Üç film arasında en kötüsü ise, açık ara Nina (2016). Ünlü caz piyanisti ve solisti Nina Simone’un (1933-2003) hayatını anlatmaya çalışan Cynthia Mont yönetmenliğindeki film, hayatımda izlediğim en kötü kurguya sahip olabilir. Simone’un çok renkli hayatını oldukça kopuk kopuk ve mesnetsiz öykülerle anlatmasının yanında Nina, uzun zamandır Hollywood’da gördüğüm en bayağı makyaj çalışmasına da sahip. Zoe Saldana’nın bir türlü Simone’un yıldız ışıltısını yansıtamaması ise filmin başka bir eksisi. Oysaki üstün yeteneği sayesinde Juliard’da klasik müzik eğitimini dereceyle bitiren, siyahi olmasından ötürü prestijli klasik müzik orkestralarına kabul edilmeyen, bu yüzden aktif bir siyasi aktivist olan ve mecburen caz yapan -ama eğitimi sayesinde klasik müzikle cazı harika harmanlayan- bir caz ikonundan bahsediyoruz. Dedikodulara göre yönetmenine son kurgu hakkı verilmemiş ve filmi stüdyo sırf ticari amaçlarla paketlemiş. Doğru olsa da olmasa da ortada kaçırılmış bir fırsat var. Nina yerine bu yıl Oscar’a da aday olan belgesel What Happened, Miss Simone? (2015) seyredilebilir.

nina-1

Bu üç filmi seyrederken aklıma başka bir caz efsanesi olan Charlie Parker (1920-1955) geldi. 40’lı ve 50’li yıllarda saksafonuyla caz piyasasının tozunu attıran Bird lakaplı Parker, cazda doğaçlamayı başlatan isimlerden biri. New York’ün hâlâ açık olan dünyaca ünlü caz kulübü Birdland’ın adı da Parker’a ithafen verilmiş ve açılış gecesinde ise Parker sahneye çıkmış. Bu kulübün caz müziği için ne kadar önemli olduğunu, Born to Be Blue‘da Chet Baker’ın Birdland’te tekrar sahne alabilmek yanıp tutuşmasından anlıyoruz ki film de finalini Birdland’de yapıyor.

Büyük bir caz tutkunu olan Clint Eastwood Bird ile yönetmenlik kariyerinde çıtayı oldukça yükseltmiş ve ilk kez Altın Palmiye’ye aday olmuş. Bird gerçekten dört dörtlük bir biyografik film. 2016’dan bakıldığında tekniği ve anlatımı hafif demode kaçsa da Parker’ın hayatına girebilmemiz için elinden geleni yapıyor. 161 dakikalık filmde kurgunun hiç sarkmaması ve görüntülerin güzelliği de cabası. Ayrıca -bence hayatının rolünü oynayan- Forest Whitaker’ın performansı da filmi izlemek için başlı başına bir neden. Whitaker’ın bu rolüyle Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldığını da not edelim.

bird-2

Miles Ahead‘in bir sahnesinde Miles Davis, yaptığı müziğin caz olmadığını, hayatın müziği olduğunu iddia ediyor. Sonra da ekliyor: “Ama illa da bir şey diyecekseniz ‘sosyal müzik’ deyin!” Caz, çoğu kişinin gözünde bir burjuva müzik türü olarak algılansa da kökeni, yapısı, hayatın ta içinden gelen ritimleri ve her bir icrasını sahne önüne taşıyan özelliğiyle halk müziği aslında. Halkın farklı kesimlerinden gelen ve -yolları kesişse de- bambaşka hayatlar geçiren bu dört caz ikonunu beyazperdede/ekranda izlerken cazın özünü daha iyi kavrıyorsunuz.

Medeniyet Üzerine Çeşitlemeler: Les Invasions Barbares

08Medeniyet nedir? Konforlu bir hayat sürmek mi? Tüm insanların konuşarak sorunlarını çözebildiği, sanatın ve keyfin yegâne hedefler olduğu bir yaşam mı? Bu açıdan bakınca ‘medeniyet’ bir ütopyaya dönüşmüyor mu? ‘Medeni’ olduğunu söyleyen bir insan/topluluk, ‘medeniyet’i sadece kendi açısından yorumlamış olmuyor mu? Sonuçta kendi yaşam biçimini ‘medeniyet’ olarak tespit edip diğer insanlara bunu dayatmıyor mu?

Bu ve benzeri tüm sorular, Denys Arcand’ın Le Déclin de L’empire Américain‘dan (1986) 17 yıl sonra çektiği devam filmi Les Invasions Barbares‘i (Barbarların İstilası – 2003) izlerken aklımdan geçti. İlk film de ana cümlesini medeniyet kavramı üzerine kurmuştu. Fil’m Hafızası için yazdığım ilk analiz olan ve iki gün önce bu blogta da yayınlanan yazıda şöyle yazmışım: “(filmdeki karakterlerden birinin yazdığı) Kitabın ana önermelerinden biri olan ’Günümüzde kişisel mutluluğun önemli ve öncelikli hâle gelmesi, medeniyetin çöküşünü hazırlıyor.’ cümlesi, filmin de temel dayanaklarından biri.” Le Déclin de L’empire Américain medeniyeti ve 80’lerdeki hâlini bir grup arkadaşın konuşmaları ile hayatları üzerinden sorgular. Filmin güzelliği, fazla büyük kelamlar etmeden ve seyircinin gözünü boyamadan meramını anlatmasıdır. Devam filmi ise daha büyüğüne oynayan, yer yer iddialı cümleler sarf eden ve hafiften cilalanmış bir yapım.

les-invasions-barbares-4

İlk filmimizin çapkın tarih akademisyeni Rémy, ciddi bir hastalık dolayısıyla hastanededir ve durumu her geçen gün kötüleşmektedir. Yanındaki tek kişi, ilk filmdeki olaylardan sonra ayrıldıklarını öğrendiğimiz, eski eşi Louise’tir. Londra’da bir bankada çalışan oğlu Sébastien’i babasını son kez görmesi için çağrırır. Sébatien, annesini aldattığı ve ailesini parçaladığı için babasından nefret etse de gelir gelmez onun daha iyi şartlarda tedavi görmesi için çabalar. Hastane yönetimi ile sendikasına rüşvet vererek özel oda yapılıp taşınmasını sağlar, PET taraması için onu Amerika’ya götürüp daha iyi bir görüş edinmeye çalışır. Dünyanın dört bir yanına dağılmış (ve ilk filmden tanıdığımız) eski arkadaşlarını toplayarak babasının moralini yükseltmeye çalışır. Hatta babasının acısını dindirmek için şehirde eroin aramaya bile çıkar. Daha fazlasını oku…

Şarap Gibi Bir Film: Mr. Turner

Mike Leigh’in bir önceki filmi Another Year (2011) hakkında bir arkadaşımla konuşurken “Şarap gibi film…” tanımlamasını yapmıştık. Meğerse esas Mr. Turner (2014) için saklanmalıymış bu tanım. Nasıl bir şarabı hızlı içerseniz (ağzınızda yumuşatıp rahiyasını ve lezzetini duyumsamadan) gerçek tadını alamazsınız, Mr. Turner‘ın gerçek tadını da konvansiyonel bir filmi izler gibi düşünmeden, detaylara dikkat etmeden izlerseniz alamazsınız. Leigh, filmin senaryosunu ve rejisini öyle ince detaylarla dokuyor ki bunlara dikkat etmeden seyretmek filmden sıkılmanıza bile yol açabilir. Nitekim ben büyük bir keyifle perdeye odaklanmışken, salondan çıkanların yanında telefonuyla devamlı oynayanları ve oflayanları fark etmek durumunda kaldım.

mr-turner-2

Mr. Turner‘ı farklılaştıran ana unsurlardan biri, ortada filme ivme verecek bariz bir çatışmanın olmaması. 19. yüzyılın tanınmış ressamı J.M.W. Turner ününün doruğundayken başlayan film, sanatçının hayatını bizimle paylaşmaktan başka bir şey yapmıyor. Turner, hayatına rutiniyle devam ederken izleyici olarak biz de bu sürece dâhil oluyoruz sadece. Turner’ı ilginç ve takip etmesi zevkli kılan unsur, stüdyosunda oturup mesaideymiş gibi salt resim yapan bir sanatçı olmaması. Turner geziyor, hem de oldukça fazla. Yanında devamlı eskiz defteri oluyor. Gördüklerini, deneyimlediklerini defterine kabaca çiziktiriyor. Sonra da bir süreliğine Londra’daki evine/stüdyosuna dönüp bunların bazılarını tuvale geçiriyor. Daha fazlasını oku…

Filmekimi 2014 İzlenimleri

Palo Alto [Gia Coppola]

palo-alto

Gia Coppola halasına çekmiş. Kendi bildiği dünya hakkında temiz, stirilize ama bilindik ve sıkıcı bir işe imza atmış. Genç yaşının verdiği birikimle hakim olduğu bir konuya, liseli gençlerin hâlet-i ruhiyelerine yoğunlaşmış. Sonuçta akıcı olmayan ve tahmin edilebilirliği yüksek bir film çıksa da vasatın üstünde olduğu açık. Tabii Sofia Coppola’nın işçiliği daha iyidir, Gia biraz taklit gibi duruyor bu açıdan. Yine de ilk film olması açısından olumlu bir çaba. Ayrıca bu film Türkiye’de çekilseydi, kesin birkaç ödül toplardı.

Maps to the Stars [David Cronenberg]

maps-to-the-stars

Cosmopolis‘in (2012) fazla entelektüel ve kendini bilmiş havasından sonra Cronenberg, daha sade bir işe soyunmuş. Her bireyi ünlü olan bir aile ve kaçık bir aktris üzerinden Hollywood’u eleştiriyor. Yalnız senaryodaki eğretilik öyle göze batıyor ki izlemek işkenceye yakınlaşıyor. Bilhassa ortalara doğru tüm gizem çözülünce bir “Eeee yani!?!” durumu oluşuyor. Cosmopolis‘te de hissedildiği üzere Cronenberg kariyerinin ilk dönemindeki başarısının ekmeğini yiyor. Benzer bir yorumu Julianne Moore için de yapabiliriz.

Le Meraviglie (The Wonders) [Alice Rohrwacher]*

wonder

Le Meraviglie (2014) bir büyüme hikâyesi, en nihayetinde. Ergenliğe yeni girmiş olan Gelsomina, yaşadığı küçük köyde dünyayı tanımaya gayret etmektedir. Arıcılıkla uğraşan bir ailenin en büyük kızı olarak yaz tatilinde, babasına en çok o yardım etmektedir. Onun bu rutin hayatını iki yeni gelişme değiştirecektir. İlki köye gelen reality show yarışması ki kız kardeşiyle ilk duyduğu andan itibaren katılmaya can atar. İkincisi de babasının para kazanmak için getirttiği hapisten yeni çıkmış Alman delikanlı.

Cannes’da Jüri Büyük Ödülü almış bir film olmasından beklendiğin tersine, şatafatlı numaraları yada sıradışı bir özelliği yok La Meraviglie‘nin. Filmin derdi, Gelsomina’nın hayatı boyunca hatırlayacağı bir yazı olabildiğince olağan bir şekilde peliküle aktarmak. Bu yüzden de belgesele oldukça yaklaşan, dingin bir tarzı var. Rohrwacher’ın başarısı, istediği filmi kusursuza yakın çekmesi olmuş. Gelsomina’nin hikâyesini anlatırken bir yandan da sade köy hayatının kayboluşunu, televizyon masalsılığının aldatıcılığını ve gündelik hayata olumsuz etkisini ile paranın her yere girmesiyle başlayan önlenemez yıkımı alttan alta veriyor. Büyük bir film yerine, küçük ama kendinden emin ve mahir bir film arayanlara hitap ediyor. Daha fazlasını oku…

33. İstanbul Film Festivali Notları – 1

Ve bir festival daha bitti. Bu yıl filmler çok iyiydi. Bazılarına gidemedim, buna rağmen 20 film seyrettim ve çoğunda doğru seçim yaptığımı görünce bayağı mest oldum. Bu yılki filmler sadece keyif vermekle kalmadı, beni oldukça düşündürttü de. Şu sıralar kafamda birbirinden ayrıksı fikirler uçuşup duruyor, bir gün düşündüğümün tam tersini ertesi gün düşünür oluyorum. İşte böyle sisli bir dönemde bu filmlerin bazıları bana ışık oldu. Çoğunuza bu cümlelerim çok iddialı gelebilir ama her film başka bir bakış açısıdır ve o bakış açılarını gözlemleyerek kendi bakış açınızı zenginleştirip değiştirebilirsiniz. Hayatta hiç bir şeyin tek bir doğrusu yoktur veya doğru denilen şeye ulaşmanın tek bir yolu yoktur. Birbirinden farklı yollardan aynı yere ulaşabilirsiniz. İşte filmler bundan güzeldir, her biri farklı bir yolu gösterdiği için. Festivaller de bunları toplu olarak sunduğundan başka bir güzeldir.

Bai Ri Ya Huo (Black Coal, Thin Ice/İnce  Buz, Kara Kömür) [Diao Yinan – 2014 – Çin]

Black-Coal-Thin-Ice

Bu sene Berlin’de Altın Ayı kazanan film, açıkçası bir hayalkırıklığıydı. 2003 yapımı müthiş Salinui Chueok (Memories of Murder)‘ı hatırlatan bir şekilde, katili bulunamamış bir cinayetin izini 10 yıla yayılarak sürüyor. Filmin en (ve belki de tek) önemli özelliği, bazı önemli sahnelerin son derece sade ama modern bir şekilde çekilmesi. Bu şekilde vasat bir kara film/polisiye filmi olmaktan sıyrılabiliyor.

The Zero Theorem (Sıfır Teorisi) [Terry Gilliam – 2014 – ABD]

zero-theorem

Gilliam’ın delifişek kafasından çıkan bilim-kurgu hikayeleri hiçbir zaman vasat olmamıştır. Her biri ayrıksı ve orijinal olan filmleri, genel kitleye çok hitap etmese de hep prestijlidir. Son filminde de sistem için kod yazan bir adamı (harikulade Christopher Waltz) merkezine alıp sistemi alabildiğine eleştiriyor. Gilliam’ın kendi de değindiği üzere, kendi başyapıtı Brazil‘e oldukça yakınsayan filmin ondan farkları daha renkli olması ve içinde birazcık da olsun umut olması. “Beni ye!” diye bağıran pizza kutusu, tüm duvarları kaplayan stream reklamlar, sadece pornoya indirgenmiş ve bunu halisilasyona çevirmiş internet ve de zeki bireylere çözemeyecekleri görevler verip onları saf dışı bırakan sistemiyle çok farklı bir dünya kurmuş Gilliam. Orwellvari bu yaklaşımıyla günümüzün kapitalist sistemi hakkında bir kez daha düşünmemizi öğütlüyor usta yönetmen.

Kaos [Paolo Taviani & Vittorio Taviani – 1984 – İtalya]

188 dakikalık bu efsane başyapıt, Nobel ödüllü yazar Luigi Pirandello’nun 20. yüzyıl başlarında Sicilya’da geçen 5 hikayesinden uyarlanmış. 5 bölüm ve birer ön-son söz olmak üzere 7 farklı kısımdan oluşuyor film. Her birine ayrı önem veren Taviani Kardeşler, her birinde insanlığın farklı bir kötücüllüğünü anlatıyor. Buna kötücüllük yerine hata, özellik, eylem de diyebiliriz. Çünkü hikayeler Sicilya’da 100 yıl önce geçse de bu durumlar gayet evrensel, zamansız ve subjektif.

kaos

Eşkıyalar tarafından öldürülen kocasını aramak için dışarı çıkınca aynı eşkıyalar tarafından hamile bırakılan ama doğan çocuğu reddeden kadın; tek kötü özelliği dolunay olunca deliren yeni kocasını hor gören ve kuzenini ayartmaya çalışan gelin; aldığı yeni devasa küpe hayran olan, kırılınca deliren, tamir eden adam içinde kalınca da onu dava etmeye çalışan toprak ağası; yeni bir mezarlık isteyen alamayınca da şehirde eylem yapan köylüler ve başlarındaki ata; annesinin çocukluk hikayelerini yazıya dökmeye çalışıp dökemeyen ünlü yazar ve yakaladıkları kargaya taş bağlamaya çalışan adamlar.

Kaos_taviani_franco_ciccio_1984

Bu kişiler ve hikayeleri kaç ülkede kaç kişi tarafından yaşanmış ve yaşanmaya devam edecektir. İnsan denen varlığı tarafsız olarak anlamdırabilmek istemiş Taviani Kardeşler. Bunu oldukça yavaş bir tempoda ama hiç sorunsuz şekilde anlatmışlar. Teknik anlamda mükemmele yakın bir iş. Bu kadar farklı hikayeleri tek paydada toparlamak, yazmak, çekmek, kurgulamak, tüm bu oyuncuları çekip çevirmek. Müthiş bir eser Kaos. Üzerine onlarca çıkarım yapılıp sayfalarca yazılabilir. Daha fazlasını oku…

Filmekimi 2013 Yorumları

Enough Said [Nicole Holofcener – 2013]

Dünya nüfusunun yaş ortalamasının giderek artması, doğal olarak film yapımcılarını da bu yeni piyasaya film yapmaya itmeye başladı, son birkaç yıldır. Artık yılda 2-3 film, bu hedef kitlesine yönelik yapılıyor. Açıkçası bu filmler, belli bir kalitenin altına da düşmüyor çünkü hedef kitle zaten belli bir seviye istiyor. Enough Said, tam bu tür bir film.

enough-said-trailer_612x380

Çocuklu ve boşanmış olan bir masöz olan Eva, aynı anda hem yakın bir arkadaş hem de yine dul ve boşanmış bir erkek arkadaş edinir. Yalnız yeni arkadaşının eski kocasının, yeni erkek arkadaşı olduğu ortaya çıkınca olaylar da karışmaya  başlar. Zaten kendini kanıtlamış oyuncular olan Julia Louis-Dreyfus, James Gandolfini ve Catherine Keneer’ın karşılıklı döktürdüğü film, gerçekten yapabileceği her şeyi yapıyor. Komik, falsosuz, temposunu kaybetmeyen ve kararını bilebilen bir film.  Lakin yapısından ötürü kendine ait bir çekiciliği yok ya da ben yaşımdan ötürü bu çekimi yaşayamadım.

Heli [Amat Escalante – 2013]

Heli

Bu yılki Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü alan Meksika yapımı film, gecekonduda yaşayan bir ailenin derin devlet ve uyuşturucu çetelerinin arasında ezilişini aktarıyor. Senaryosu oldukça basit, heyecansız ve temposuz olsa da gücünü gösterdiklerinden ve onları gösterme şeklinden alıyor. Şiddeti ve bireyin devlet/çete/polis/asker zulmü altındaki zaruri ezilişini,  dolandırmadan ve gerçekçi (hatta bazen fazla gerçekçi) olarak gösteren Heli, iyi bir yönetmenin filmini nasıl yükseltebildiğinin tezahürü.

La Vie d’Adéle (Blue is the Warmest Color) [Abdellatif Kechiche – 2013]

Cannes’ın en çok konuşulan ve en büyük ödülünü de (Altın Palmiye) kapan film, çok hassas bir yapıya sahip. Çünkü lezbiyen bir kızın bu eğilimini keşfetmesini, hayatının aşkını bulmasını, bu ilişkisini ve ötesini tüm detaylarıyla anlatıyor. Lakin detay demişken gereksiz olanları değil, Adéle’in ilişkisini ve duygularını tamamen anlamamıza yarayan detayları kastediyorum. Bunları bazıları, mesela 15 dakikalık kesintisiz sevişme sahnesi, çoğu insan için kabul edilemez ve/veya dayanılmaz olabilir. Lakin benim hayatı anlamlandırma cümlem de olan “Hayat ayrıntılarda gizlidir.” önermesini ispatlayacak şekilde, bu detaylar karakterleri ve onların eylemlerini anlamlandırmamıza hizmet ediyor. Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema (Oscarlıklar, vs vs)

The Master [Paul Thomas Anderson 2012]

images

Paul Thomas Anderson, açık ara günümüzün sayılı iyi yönetmenlerinden. Kolay filmler çekmiyor ama her biri birer küçük başyapıt kıvamında izlenilesi filmler yönetiyor. The Master da insanlığın hayvandan gelebildiği noktayı, ne kadar medenileşsek de içimizdeki hayvanlığı ve bunun ruhani yollarla bile aşılamayacağı gerçeğini oldukça sinematografik olarak ve yavaş anlatan bir film. Anderson’un muazzam rejisine, enfes bir görüntü yönetimi ile Joaquin Phoenix, Philip Seymour Hoffman ve Amy Adams üçlüsünün akıllardan çıkmayacak performansları eşlik ediyor. 2012’nin en iyi filmlerinden biri olan The Master‘ın asıl değeri ilerleyen yıllarda anlaşılacak.

Monsieur Lazhar [Philippe Falardeau 2011]

Kanada’dan 2012 yılında Oscar adaylığı kazanan bu ilginç dram, karısını ülkesinde bir politik linçe kurban vermiş Lazhar’ın, sığındığı Kanada’da kaçak öğretmenlik yapmasını anlatıyor. Hocaları sınıfta intihar edince kendilerini Lazhar’ın ellerinde bulan çocukların hayata tutunma çabasını ve buna Lazhar’ın verdiği etkileri izliyoruz. Oldukça tarafsız senaryosu ve rejisi ile vasatlıktan çıkıp izlemesi keyifli ve sıcacık bir öğretmen-öğrenci dramına dönüşüyor. Yapabileceğinin en iyisini sunan başarılı bir yapım. Daha fazlasını oku…