Arşiv

Archive for the ‘konser’ Category

Hayattan Notlar

  • Yine kitapla bir ‘Hayattan Notlar’a daha başlayalım: Geçtiğimiz ay gösterime giren Baz Luhrmann’ın The Great Gatsby‘sini izlemeden kitabını okuyayım, dedim kendi kendime. Kitabı gösterim öncesi bitirmeme karşın, film hakkındaki sürüyle negatif eleştiri sayesinde filme gitmedim. Bir ara izlerim nasılsa. Lakin geçen hafta, 1974 yapımı uyarlamasını izledim. Klasik ve kolaya kaçan bir uyarlama olmuş. Yönetmeni Jack Clayton, adamın neredeyse en ünlü filmi bu. Asıl senarist bomba: Francis Ford Coppola! Coppola adından beklenildiği kadar yaratıcı değil. Zaten okuduğuma göre esas senaryoyu çok cüretkar değişikliklerle Truman Capote (bkz. Breakfast in Tiffany ve In Cold Blood) kaleme almış ama stüdyo beğenmemiş. Oyuncu seçimi fiyasko bence: Robert Redford ve Mia Farrow. İkisi de yakışmamış.

great gatsby

  • Kitaba gelirsek; çok başarılı olduğu kesin. Fitzgerald burjuvazinin kibrini, tekdüzeliğini ve vurdumduymazlığını altmetinlere iyi yedirmiş. Yüzeyden bakınca, tipik bir zengin kız-fakir oğlan hikayesi lakin altı çok iyi beslenmiş. Karakterler gayet canlı ve tökezlemiyor. Hem kaliteli hem de zevkli bir kitap okumak isteyenlere tavsiyemdir.
  • Ondan hemen sonra en sevdiğim film eleştirmeni olması dolayısıyla Uygar Şirin’in Karışık Kaset‘ini okudum. Bir şaheser olmadığı kesin, yer yer klişeler de var lakin ben kitabı çok sevdim. Sebebiyse kendimi bulmam. Ana karakterin bazı özellikleri ve bazı davranışları bana acayip benziyor. Zaten sulugöz bir romantik film hayranı olarak konu da bir süre sonra beni eline aldı. Aralarda da enfes şarkılar var. Sıkılmadan okunacak, sağlam bir roman.

karışık kaset

  • Şu sıralar ise ünlü Game of Thrones dizisine konu olan A Song of Ice and Fire kitap serisine başladım. Daha ilk kitabın 200. sayfasını yeni geçsem de serinin ana görünümü belli oldu. Kitaplar, asıl gücünü olay örgüsünden ve fantastik türü layığıyla kullanmasından alıyor. G.R.R. Martin kolay okunan (İngilizcesi gayet anlaşılır), akıcı ama yüzeysel bir eser yaratmış. Daha bir sürü ayım bu eserle geçecek gibi duruyor, sırf olayların gidişatı için soluksuz okunabilir.

a song of ice and fire

  • Konserlere gelirsek, mayısın başında ilk senfoni konserime gittim. İKSV ve Eczacıbaşı, merhum Şakir Eczacıbaşı anısına New York Filarmoni Orkestrası’nı 2 günlüğüne İstanbul’a getirdi. Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen konserlerin ikinci gününe katıldım. İlk senfonik konserimdi ama hiç sıkılmadım. Önce çevremi gözlemledim. Oldukça şık bir davetli topluluğu vardı. En ucuz biletlerin olduğu balkonda daha çok benim yaşlarımdaki kitle vardı ve ortam daha rahattı. Şortla gelen bile gördüm. Konserin ikinci arasında çaktırmadan ana salona indiğimizde ise profil değişimi çok açıktı. Tamamen abiye kıyafetler için üst sınıftan oluşan bir tabaka. Gayet şık bir kumaş pantolon-gömlek kombinasyonu yapmama rağmen ben bile eğreti kaçıyordum aralarında. Daha fazlasını oku…

Hayattan Notlar

    • Geçen ay !f Film Festivali’nde beni çok etkileyen bir reklam yayınlandı. Hatta sırf o reklam için filmlere erken girmeye çalıştım ki reklamları hiç sevmem (mantalite olarak da). Reklam Mini Cooper’a aitti, açıkçası markası önemsiz çünkü ilettiği mesaj önemli. Diyor ki : “Ben normal olmak istemiyorum.” Reklam gündelik olay planlarıyla başlıyor. Dış ses konuşuyor: “Normal sıradandır, ortalamadır. Normal güvenlidir, tanıdıktır, konforludur. Normal bildiğin şeydir, neyse odur. Ama normal harika değildir. Normal süper değildir. Normal hiçbir zaman inanılmaz olamayacaktır.” Burada görüntüler değişip müzik hızlanıyor ve insanların sıra dışı hareketleri gösterilmeye başlanıyor: Asansörde herkesin içinde öpüşmek veya arabaya tutanarak asfaltta kaymak gibi. Ve esas yazı geliyor: “KİM NORMAL OLMAK İSTER Kİ?
  • Ben normal olmak istemiyorum. Gayet ciddiyim. Hayatta hep farklılaşmaya çalıştım. Bunlardan bazıları yanlıştı çünkü kopyaydı. Ama önemli olan denemek. Kendin olmak. Kendi tarzını yaratmak. Her anlamda. Kendi kararlarını verebilmek, özgürleşebilmek (bu dünyada ne kadar olabilirse). Hiçbir zaman sıradan bir insan olamayacağım. İçimden gelmiyor. Birkaç kere denedim. Hatta bunu istediğimi sandığım zamanlar oldu. İşte işten eve geleyim, TV izleyim, evleneyim, çocuklar olsun, vs. Bir süre sonra içimden bir şey beni dürttü, “Yanlış yoldasın.” dedi. Sıradan şeyler bana batıyor, sıkıyor. Kendimi çok üstün gördüğümü sanmayın. Asla. Belki de ben yanlışım. Zaten anormal olan benim! 😀 Fark ettim ki hayatım boyunca bu, bir şekilde devam edecek. Belki biraz durulacağım, mesela evlensem bile normal bir evlilik yaşayacağımı zannetmiyorum. Öyle geliyor nedense. İçimde öyle garip düşünceler var son zamanlarda.
  • Normal olmamak demişken, 2 aydır Yasemin Mori’yi dinliyorum. Kesinlikle normal biri değil! Şarkıları çok farklı bir boyutta sanki. Transa giriyor sanki, söylerken. 15 gün önce de Kadıköy Sahne’deki konserine gittim. Bayağı eğlendim. Tüm şarkılarını aralıksız söyledi, arada teyatral şovlar da yaptı. Tavsiye ederim, farklı bir şey dinlemek için.
  • Bu arada bahaneyle yeni açılan Kadıköy Sahne’yi de görmüş oldum. Bodrum katı olduğundan önce basık geliyor ama havalandırması çok iyi. Sahnesi küçük. Fiyatlar olağan. Gece konserleri için tercih edilebilir.
  • Yaklaşık 1 ay önce bir arkadaşıma selam vermek için Tünel’deki Lale Plak’a uğradım. Önümde bir kadın vardı. Arkadaşım da bir yandan onunla ilgileniyor, bana da “Birsen Tezer burada.” dedi. Önce anlamadım çünkü çok sakin ve olağan söyledi. Tekrarladı, yanlış anladım zannettim. Ama bir baktım, önümdeki kadın gerçekten Birsen Tezer! Hemen döndüm, “İmza verir mi acaba?” dedim. “İmzalatırsın yeni albümü işte.” dedi. Hemen bir tane kaptım oradan, imzalattık. Konuşamadım da kadının karşısında, iyi mi? 😀 Sadece “Biz sizin lansmana da geldik.” diyebildim. “Hangisi?” diye sordu. “Ghetto’da olan geçenlerde.” dedim. “Ooooooo! Babalar vardı orada!” diye cevapladı. Pek bir sevindirik oldum!
  • İşte böyle küçük şeylerden mutlu olabilirim. Diğer türlü, bu yalan dünyada somurtmaktan duramayız, maazallah. Gerçekten, bizi mutlu eden bu küçük şeyler olmasa halimiz nice olurdu! Bazen düşünüp ürperiyorum.
  • Yukarıda normal olmamanın (!) iyi taraflarından bahsettim. Negatif tarafları da var tabii. En önemlisi de yalnızlık. Bazen öyle yalnız hissedersiniz ki koca dünyada sanki bir tek siz kalmışsınızdır. Kıyamet kopmuş da bir tek siz kurtulmuşsunuz. Öylesi bir yalnızlık. Hiç güzel bir duygu değil. O anlarda kafamda neler döndüğünü hayal bile edemezsiniz.
  • Yazıyı güzel bir şarkıyla kapatalım. Fazlasıyla kişisel bir yazı oldu. Sonsuza kadar devam edebilirim lakin pek iyi sonuçlar doğurmaz kendi adıma :D. En sevdiğim şarkılardan biridir, Bulutsuzluk Özlemi’nin Normal‘i. Bu topraklarının en iyi tribute albümü olan, Bülent Ortaçgil İçin Söylenmiş Şarkılar‘ın en iyi 2. şarkısıdır.

Hayattan Notlar

  • Kısa kısa konudan konuya atladığım bu köşeye nicedir uğramıyordum. O yüzden bayağı konu birikti. Artık bu kadar biriktirmeme niyetindeyim. Umarım aksi olmaz.
  • Önce mekanlardan başlayalım. Bildiğiniz üzere yeme-içme sektörü son birkaç yılda atağa kalktı. Ardı ardına şık yerler, yabancı lüks zincirlerin şubelerini ülkemizde de görür olduk. Hatta Ferit Şahenk, Dream Group adı altında bayağı marka topladı. Şimdi de ünlü müzik organizasyon grubu Pozitif Live’i alıyormuş. Kendi kendime “Yuh!” dedim, neyse ki Babylon kapsam dışıymış.
  • Belçika menşei lüks fırın Le Pain Quotidien, İstanbul’da 6 şubeye ulaştı. Ben birkaç ay önce bir arkadaşımla Suadiye’deki şubesine kahvaltıya gittim. Ortamı gayet nezih ve şık. İnsanların iş toplantılarını da gerçekleştirebileceği büyük masalar mevcut. Mekan esas cafe tarzı olsa da içinde fırın var, sadece ekmek veya kahvaltılık malzeme alıp çıkabiliyorsunuz. Kahvaltı menüsü öne çıksa da diğer ana yemekler de mevcut menüsünde. Ben önce bir menemen aldım (tipik haftasonu kahvaltım 😀 ), küçük bir porsiyon geldi ama gayet lezizdi. Yumurtaların ve diğer tüm malzemelerin organik olduğu belirtilmişti menüde, fark hissediliyor gerçekten. Arkadaşım çikolatalı kruvasan aldı ve beğendi. Sonra da ben bir browni ısmarladım. Önüme altı kağıtlı kupkuru görünümlü simsiyah bir kek geldi. Görünüş negatifti ama tadı harikuladeydi. Fiyatlar adam başı 20-30 TL arası, denemeye değer.
  • Kahvaltı demişken, daha önce yazmış olabilirim lakin son 1.5 yıldır belli aralıklarla Anadolu Hisarı’ndaki Göksu Cafe’ye gidiyorum ve çok beğeniyorum. Kaliteli, leziz ve uygun fiyatlara sahip. Daha fazlasını oku…

Bir Jehan Barbur Konseri

Bu sezon konserlere daha fazla ağırlık vermeye başladım. 2 ay içindeki 4. konserime dün gece gittim. Aslında sevdiğim şarkıcılara gitmeyi hep isterdim ya, insan kendine çeşitli engeller koymayı başarıyor. Bu sezon da kendi önümdeki engelleri kaldırmaya karar verdim. Bu sayede bayram tatlısı niyetine Jehan Barbur konserine gittim.

Jehan Barbur’u ben ne yazık ki geç keşfettim. İkinci albümü Hayat’tan sonra dinleme olanağı bulabildim. Sonra hep canlı dinlemek istedim ama değindiğim soyut engeller yüzünden olamadı. Derken 1 ay önce 3. albümü Sarı çıktı ve doğal olarak konser sayısı bir anda yükseldi. Ben de dün Beyoğlu Mask’ta verdiği konseri yakalayabildim. Daha fazlasını oku…

Hayattan Notlar

    • Müzikle başlayalım. Biraz geç oldu lakin Julide Özçelik’in yeni albümü Jazz Istanbul – Volume 2 çıkmış. Geç dediğim benden kaynaklanıyor çünkü yılbaşında çıkmış. Neyse, albüm bir öncekisinin çizgisinde devam ediyor. İçine girebilmek için biraz daha dinlemem gerek.
  • Orhan Gencebay’ın tribute (saygı) albümünü dinledim ve beğenmedim. Beğenmemekle kastım, albümün kolaya kaçılarak yapılması ve bir bütünlüğün olmayışıdır. Benim aklımdan geçen her şeyi zaten Radikal’de Elif Ekinci yazdığından sizi ona yönlendiriyorum: Tıklayınız
  • Arabesk dinleyen biri olmamama rağmen sırf meraktan dinledim. Çünkü Orhan Gencebay’a saygı duysam da bana hitap etmeyen bir müzik türü. Bu, arabeski küçümsediğimden değil, zevkime uymadığı içindir. Ama albümü dinlerken sözlere bilhassa dikkat ettim. Arada birtakım farklar olsa da ana duyguların benzer olduğunu gözlemledim. Buradan şu sonucu çıkardım kendi adıma: Ayrılık acısı çeken biri veya evlenen birinin hissettiği duygular benzerdir ama zevkine ve dinlediği müzik türüne göre dinleyeceği şarkılar değişecektir.
  • Müzik demişken geçen hafta uzun zamandır canlı dinlemek istediğim iki efsaneye gittim. İlki kendine has müziğini sessiz sedasız yaparak efsaneleşen Bülent Ortaçgil. Harbiye Açık Hava’daki konseri muazzamdı! Bir tarafta senfonik yaylılar, diğer tarafta ona destek veren ünlü müzisyenler: Baki Duyarlar, Gürol Ağırbaş, Erkan Oğur ve Birsen Tezer. Gerçekten efsane konserdi. Hele finalde ‘Çığlık Çığlığa’yı dinlemek beni tarumar etti.
  • İkinci olarak da Yeni Türkü’yü dinledim. Hoş, yeni model Yeni Türkü demek daha gerçekçi. Konserden sonra küçük bir araştırma yaptım, Yeni Türkü’ye bir süre de olsa üye olan kişi sayısı 20’ye yaklaşmış! Bir tek Derya Köroğlu sabit! Ki buna Murathan Mungan gibi bir ara ciddi destek veren kimi sanatçılar dahil değil! Belki bilmeyenler vardır, ‘Hadi Yine İyisin’ Tayfun Duygulu bile bir ara üyeydi!
  • Konser doğal olarak güzeldi. Sonuçta bu kadar güzel şarkıları olan bir grubu kaç kere dinleseniz de sıkılmazsınız. ‘Destina’, ‘Çember’, ‘Aşk Yeniden’, ‘Fırtına’ vb.’leri gibisi üretilemedi bu müzik piyasında. Bunları canlı dinlemek gerçekten çok özel!
  • Konser, ilk defa gece açılan Jurassic Teras’taydı. Daha önce hiç gitmediğim Bayrampaşa’daki Forum’un üst katına bir nevi dinozor müzesi açmışlar, yanındaki açık havaya da sahne kurmuşlar. Önde masalar var oturarak izleyebiliyorsun, arkada ayakta takılıyorsun. Bence saçma olmuş, zaten gece mekanı için çok saçma bir yerde. Gece boyunca Derya Köroğlu “Bu dinozor bana bakıyor!” diye eğlendi kendi kendine. Bir daha gideceğimi zannetmiyorum, sahiplerinin yolu açık olsun.
  • Mekanlardan devam edelim. Beyoğlu’nda 13 çeşit gazozu bulan bir kahve bulduk, daha doğrusu Engin buldu. Adı Avam Kahvesi, sapa bir sokakta ama Alman Hastahanesi ile Hayal Kahvesi arasında kalıyor. Hala Mantı’nın caddede olmayan şubesini bilenler için aynı sokakta olduğunu yazayım. Mekan 80’ler tarzında döşenmiş, oldukça şeker. Fiyatlar uygun, tam çocukluğumuzdaki yerler gibi. Tuvaletinde halis kolonya var!

  • Gazozlara gelirsek! Biz 5 tane deneyebildik! En iyisi Zafer gazozuydu! Gittikçe favorilerimi buraya yazarım. 😀
  • Yakın arkadaşımlardan, kadim dost Burak Avcı’yı akademisyenlik uğruna Almanya’ya yolladık. Uğurlarken de güzel bir yemek düzenledik Sultanahmet’teki Balıkçı Sebahattin’de.  Hepimizin ilk gidişiydi ama pek beğendik. Zaten New York Times’a  bile çıkmış ünlü bir mekanmış.  Hatta yeri bulmaya çalışırken birine sorduk, adam direkt “Rezervasyonunuz yoksa hiç gitmeyin bence.” dedi. Gerçekten çok kalabalıktı.
  • Oldukça temiz bir mekan. Mezeleri de balıkları da gayet lezizdi. Müziksiz olması beni ayrıca cezbetti. Rakı içip sohbet etmenin keyfine varıyorsunuz. Hesap derseniz, içki dahil 70 TL civarı.
  • Sultanahmet’ten dönerken şok geçirdim. Gecenin köründe inanılmaz bir trafik ve insan yoğunluğu vardı. Sanki tüm İstanbul dışarıya çıkmıştı. Taksim’deki Kadıköy minibüsü kuyruğu inanılmazdı. Çabucak erittiler nasılsa! Eve gitmem 1.5 saati geçti.

Avrupa Gezi Notları – 2

Arlanda Havaalanı ahşap zeminiyle beni mest etti. Pasaport kontrolüne kadar gayet mutluydum. Kontrole görevli memur, dönüş biletimin çıktısı olmadığından bana zorluk çıkardı. Allah’tan davetiyemi götürmüştüm. Zorla inandırdım memuru.

Neyse çıktım havaalanından. Uppsala otobüsünü bekliyorum. Birden biri “Artun!” diye seslendi. “N’oluyor?” diye arkamı döndüm. İTÜ’den bölüm arkadaşım Mehmet Ali karşımda! Tesadüfün böylesi! Dünya gerçekten küçükmüş. Çarşamba günü Stockholm’de yüksek lisans mezuniyeti varmış. Ailesini almaya havaalanına gelmiş. Telefonunu verdi ve onlar Stockholm’e gitti. Ben de Uppsala’ya yollandım.

Uppsala ana istasyonunda Müge beni bekliyordu. Sarıldık, özleştik. Yürürken konuşmaya başladık hayatlarımızdan. Bu haftasonu karnaval varmış Uppsala’da. Beni direkt oraya götürdü. Çimenlerde oturduk biraz. Sonra arkadaşlarının yanına gittik.  Orta ölçekli bir parkta patika üzerlerinde çeşitli şeyler satıyordu satıyordu insanlar. Yiyecek, içecek, incik boncuk, vs.

Küçük sahnede Müge’nin arkadaşı Cecilia’nın göbek dansı gösterisini seyretmeye gittik. Gayet kalabalık bir topluluk gösteriyi zevkle izledi. Şu çok garibime gidiyor: Batılıların Doğululardan bu kadar tiksinirken (politik, tarihi ve sosyal olarak) Doğu kültürünü bu kadar sevmeleri bana göre büyük bir paradoks! Bunun diğer bir kanıtı da ilerlerleyen saatlerde ortaya çıktı. Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı, konser Etiketler:,

Bir Yaz Gecesi: MFÖ Konseri ve Thales Room

31/07/2011 1 yorum

İstanbul’da şu sıralar boğucu bir nem ve sıcak var. Hal böyle olunca insanlar güneş tepedeyken dışarı çıkmıyor. Çıksalar da kapalı ve klimalı mekanlarda pineklemeyi tercih ediyorlar. Biz de dün öğlen buluşsak da bir süre sonra klimalı yer diye sayıklayarak Ortaköy Starbucks’a kendimizi attık.

6’dan sonra hava biraz ateşini kaybetmeye yüz tutunca, Taksim’e çıktık, yemek için. Minda’ya gittik Sıraselviler’de. Çok şirin bir lokantadır, temizdir ve lezizdir. Canınız mantı veya ev yapımı zaytinyağlı/meze çekerse gidebilirsiniz. Biz açıldığından beri gideriz arkadaşlarla. Mantımı yiyerek geceye hazırlığımı tamamladım.

Taksim’de aramıza diğer katılacakları da alarak Cemil Topuzlu Açıkhava’ya doğru yürümeye başladık. Konser alanına vardığımızda yavaştan dolmaya başlamıştı koca amfi. Benim Açık Hava’ya ilk gidişimdi ama Bursa Açık Hava’dan çok farklı bulmadım. Biz bu konsere gitmeye son gün karar verdiğimizden merdivene bilet alabildik. Aslında iyi de oldu. 100’lük bilet kesiminin yanı başında 45’e seyrettik MFÖ’yü.

MFÖ konseri de benim için bir ilkti. Sahnede ilk defa izledim onları. Bilindik şarkıları arka arkaya sıraladılar. Benim en sevdiğim 3 şarkıdan ikisini ilk yarıda söylediler, Bazen ve Yalnızlık Ömür Boyu. Ama Sanatçının Öyküsü‘nü çalmamalarına bozuldum. Bana göre MFÖ’yü MFÖ yapan şarkılardandır.

Diğer türlü konser oldukça olağan geçti. 40 yıldır konser veren profesyoneller olarak, nerede ne yapacaklarını iyi biliyorlar ve her şey önceden belirlenmiş. Sıralamadan sapılmıyor: Mazhar’ın çakırkeyif saçmalamaları, Fuat’ın dinginliği ve babacan tavrı ve Özkan’ın deli şovu. Her şey şov ve bu yapaylık, biraz sizi olumsuz etkiliyor açıkçası. Mesela biste Mazhar mikrofon desteğini fırlatıyor, daha saniye dolmadan asistanı gelip yerden alıp yerine koyuyor. Bırak kalsın o orada işte.

Konserden sonra, daha da kalabalık bir grup halinde (10 kişi filandık) İstiklal’e yürüdük. Genel karar çerçevesinde Thales Room’a gittik. Burası, artık Taksim’de içki içmek için tercih ettiğim ilk ve belki de tek yer haline geldi. Uygun fiyatları, nispeten rahatlığı ve temizliği, servisi ile Nevizade ve Asmalımescit mekanlarından çok daha iyi.

Zaten mekana oturabildiğimizde saat yarım olmuştu. Gırgır, şamata, içki derken saatler ilerledi. Fire punch isteyerek gecenin tepe noktasına ulaştık saatler 2’yi gayet geçerken. Fire punch, bol buzlu küre bir kap içinde Sex on the Beach’ten ibaret. Ama sunumu çok fiyakalı, bol pipetle ve ateşle beraber geliyor. Grup gaza gelip, herkes aynı anda içmeye başlıyor. Grup olarak gidildiğinde eğlenceli oluyor. Tadı da çok iyi, hele yazın buzlu olarak iyi geliyor.

3.5 civarıydı, mekan kapanıyormuş, biz de kalktık. Bir Bambi yaparak geceyi sonlandırdık. Bambi’ye girerken 4’e geliyordu ve zor yer bulabildik, her yer doluydu. Yalnız tavsiyem Bambi’ye Taksim hariç diğer şubelerine gitmemeniz. Geçen hafta gece Suadiye’dekine girmiştik, her şeyiyle berbattı. Taksim’dekiler ise hala belli bir düzeyi koruyabiliyorlar.

Gerçekten güzel ve eğlenceli bir geceydi. Bu sıcak aylarda galiba dışarıya çıkıp eğlenmek için tek seçenek, geceler! İstanbul geceleri dopdolu!

Kategoriler:eğlence, gece hayatı, konser, mekan Etiketler:,

Sahnede Rakı İçen Cazcı

1 aya yaklaştı sanırım, arkadaşlarla Birsen Tezer konserine gittik. Tezer, şahane bir sese sahip bir caz şarkıcısıdır. Herkes gibi ben de onu efsane ‘Çığlık Çığlığa’ yorumuyla duydum. İlk dinleyeli kaç yıl oldu, hala tüylerimi diken diken eden olağanüstü bir yorumdur.

Tezer ilk albümü ‘Cihan’ı iki yıl önce çıkardı. Şahane bir albüm. Başucu albümü olabilecek kadar hem de. Kimi zaman şarkılardan birisi hoşunuza gidiyor, başka bir zaman diğeri. Kötü veya vasat bir şarkısı bulunmayan nadide Türk albümlerindendir.
20 Mayıs’ta, yine bir iş çıkışı ve cuma akşamı Alt Nokta’ya girdik. Jülide Özçelik konserinde daha kalabalık lakin çok da sıkmayacak kadar. Zaten maksimum 80 kişilik bir mekandan bahsediyoruz.
Birsen Tezer, 4 müzisyen arkadaşıyla 10 buçuğu biraz geçe sahneye çıktı. Dediğine göre basçı hariç bu ekiple 15 yıldır beraberlermiş. Dile kolay.
Albümünü baştan sonra söyledi, yanına da bir klasik sanat parçasıyla iki Bülent Ortaçgil şarkısı sıkıştırdı. Şarkılar hep bir ağızdan söylendi, her biri başka güzel zaten. ‘Bilsen’, ‘Balıkesir’, ‘İstanbul’ gibi en sevdiğim parçalarını baştan söyleyince şaşırdım önce. Zaten hep sadece sesini dinlediğim birini kanlı canlı dinlemek biraz şaşırttı beni.
Ben biraz daha vakur, sakin birini bekliyordum. Tezer ise gayet şen şakrak, içinden geldiğince hareket eden biri. Sahnedeki koltuğunda rakısı duruyor. Her şarkı arasında bir fırt çekiyor. Çakırkeyifliği her halinden belli. Oldukça rahat, cazcıdan çok bu halliyle rockçıya benziyor. Bir ara dedi ki:
“Bugün gelirken kim gelir ki bu gece konsere dedim. İstanbul boşalmıştır diyordum. Siz hala daha neden bu şehirdesiniz ya? Isındı havalar, güneye gidin.”
“Çalışıyoruz.” cevabına da şaşırdı. Herkes boş beleş takılıyor yani! Bana bu derece rahatlığı biraz garip geldi açıkçası. Fazla laubali buldum. Seyirciyle iletişim önemli de çalışan kesimin takıldığı bir mekanda fazla mıydı sanki?
Neyse ki bu durum, harika sesini ve yorumunu gölgelemiyor. İkinci yarıda ‘Sus Pus’ mahvetti bizi. Ardından da kanununu aldı (kendisi kanun eğitimli bir müzisyen aynı zamanda), ‘Aşk Bu Değil’ ile ‘Seher Vakti’ni söyledi. Mest olduk. Finalde tabii ki ‘Çığlık Çığlığa’ müthişti zaten.
Bis yapmaya tenezzül bile etmedi.

Daha fazlasını oku…

Kategoriler:caz, konser Etiketler:,

Bir Jülide Özçelik Konseri

‘Paylaşmak Üzerine’ adlı yazımda belirtmiştim, Jülide Özçelik konserine gideceğimi. Nitekim o gün işten çıkıp Üsküdar servisine atladım. Cuma iş çıkışı olmasına rağmen köprü yolu bomboştu! Altunizade durağında neredeyse bomboş bir metrobüse binip boğazı seyre dalarak Avrupa yakasına geçtim. Gayrettepe’de metroya geçerek Tünel’de gün ışığını tekrar gördüm.

Eski bir arkadaşımı bekledim oralarda, orta okul ve lise arkadaşım Aylin’i. Birazdan o da metrodan çıktı. Hemen yemek dedim, itiraz etmedi. Tramvay’da oturduk, 2 yılı geçmiş görüşmeyeli. Biraz benden, biraz ondan bahsettik, eskileri anımsadık, kim neler yapıyor dedik. Güzel ve keyifli bir yemek oldu. Hem karnımızı hem de dimağımızı doldurduk.
9 buçuğa gelirken kalktık, konseri önceden söylemiştim ona. Beni Alt Nokta’nın girişinde bırakırken, “Ben de gelsem mi?” dedi, daha sorusunu bitirirken 2 bilet aldım ve içeri girdik.
Alt Nokta, İstiklal Caddesi’nde Tünel’e doğru yürürken, Galatasaray’ı geçince solda kalan House Cafe’nin sokağında. Daha doğrusu sokağın en ucunda. Caz üzerine bir mekan. Diyebilirim ki Türkçe caz yapan çoğu kişi ayda bir mutlaka burada sahne alıyor. İçerisi küçücük. 3 masa vardı, biz girdiğimizde, üçü de rezerveydi. Sahnenin önünde dört de kokteyl masası var. Biz onların birine tünedik. Bunların dışında bar ve yine küçücük bir sahneden başka da bir şey yok. En fazla 70-80 kişilik bir yer, camı yok. Kapalı alan fobisi olanlara sakıncalı yani.