Arşiv
Berlin’de Noel İzlenimleri – 2
Teknik Müze – Vejetaryen Vietnam Mutfağı
Yazının ilk bölümünde bir eksiklik fark etmişsinizdir belki. Hiç müzeye gitmedik ilk 3 günde, çünkü Noel dolayısıyla kapalıydı. Bu yüzden de nasıl, ne zaman gideceğimizi de hiç düşünmemiştik lakin pazartesi akşamı fark ettik ki Berlin’deki tüm müzeler pandemi ile birlikte online bilet uygulamasına geçmiş. Müzenin kendi sitesinden bilet almadan herhangi bir müzeye girebilmeniz çok zor. Çünkü online bilet sayesinde müzeler saatlik kişi sayısını kontrol edebiliyor ve bu kişi kapasitesi müzenin popülaritesine göre önceden dolabiliyor.
Mesela tarihi bir yapı olan Alman Meclis Binası (Reichstag) randevuları haftalar öncesinde bitiyor. Bizim son anda bilet alabildiğimiz Bergama (Pergamon) Müzesi için birkaç gün öncesinde bilet almanız gerekiyor. Biz şansımızı deneyerek online bilet almadan Doğa Tarihi (Naturkunde) Müzesi’ne gittik mesela ve kapıdan döndük. Ben bu durumun pandemiden sonra da devam edeceğini düşünüyorum. O yüzden bir yurt dışı gezisi planlarken müzelere önceden karar vererek biletlerini edinmek artık bir şart.
Daha fazlasını oku…Berlin’de Noel İzlenimleri – 1
Yaş aldıkça, hayatın daha iyiye gitmeyeceğine dair inancım artmaya başladı. Bunu ister benim egoma, isterseniz dünyada ve ülkemizde son yıllarda olanlara bağlayın, sonuç olarak hayatı daha fazla ertelemememiz gerektiğini düşünüyorum. Maddi ve/veya manevi imkansızlıklardan ötürü her istediğinizi yapamayabilirsiniz lakin imkan olunca da yapmak lazım.
Türk lirası hızla değer kaybederken Almanya’ya uçak bileti almamızın başlıca nedeni buydu. Siz inanmayabilirsiniz ama paranın tek mühim değer olmadığına inananlardanım. Sevmek, sevilmek, iyi bir sanat eseri deneyimlemek, leziz bir sofrayı sevdiğim kişilerle paylaşmak ve seyahat etmek gibi paradan öne koyduğum birkaç şey var. Bunlar için para gerekse de aldığım zevk maddiyatın çok üstünde kalıyor. Nitekim 6 gün, 5 gecelik bu Berlin gezisinde harcadığım parayı gerçekten önemsemedim.
Aşağıda detaylandıracağım bu geziyi 25-30 Aralık 2021’de iki çift olarak yaptık. Ezgi’nin geziden sadece üç hafta önceki önerisiyle birkaç saate biletleri aldık. Berlin’deki ev sahibimiz, eşim ile Ezgi’nin üniversiteden yakın arkadaşı Ata’nın evinde konaklayacağımızdan başka bir rezervasyona ihtiyaç duymadık.

Ata’nın Evine Gidiş – Amrit’te Hint Yemeği – İlk Noel Market
Hristiyan dünyasının Noel yortusunu kutladığı 25 Aralık sabahı Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan başladı yolculuğumuz. Üç saatlik uçuşun ardından, öğlen Berlin’in yeni havalimanı Brandenburg’a indik. Sorunsuz bir şekilde ve hızlıca pasaport işlemlerini (Pandemi sebebiyle Almanya, sadece online doldurulması gereken bir form ile havaalanında bunun ibrazını talep ediyor) ve bavulu hallettikten sonra havalimanının tren istasyonuna gittik. 7 günlük şehir içi (tüm araçları kapsayan) ulaşım biletimizi alıp Berlin Hauptbanhopf’a (ana istasyon) giden ekspres trene bindik. Sadece 3 istasyonda duran tren 30 dakika içinde bizi Berlin’e getirdi. Ata’nın evi zaten yakınlarda olduğundan kısa bir otobüs yolculuğu ile eve vardık.
Evde biraz soluklanıp Ata’yla hasret giderdikten sonra beşimiz dışarı çıktık. Ata, Noel olduğundan neredeyse her yerin kapalı olduğunu söyledi. Bu yüzden Noel’i pek takmayacak bir mekân bulmamız gerekiyordu ve bizi, Hint yemeği yapan bir zincir olan Amrit’e götürdü. Baharattan pek hoşlanmayan ağız tadım bu seçimi garipsese de itiraz etmedim. Neyse ki kendime uygun (yani baharatı baskın olmayan) bir seçenek buldum ve mekândan hoşnut ayrıldım.
Daha fazlasını oku…Cunda-Ayvalık İzlenimleri
Hayat sürprizlerle dolu. İyi ya da kötü, her biri geri döndürülemez bir şekilde hayatımızı değiştiriyor. Pandemi de az ya da çok tüm insanları etkiledi ve etkilemeye de devam ediyor. Öncelikle sağlığımız başta olmak üzere birtakım temel ihtiyaçlarımızı etkilemesinin yanında sarılmak, sanatsal bir etkinliğe gitmek, sevdiklerimizle yüz yüze konuşmak ve seyahat etmek gibi insanları manevi açıdan doyuran nice eylemden bizi mahrum bıraktı.
Gezmeyi çok seven bir çift olarak, evlendiğimizden beri eşimin iş durumu dolayısıyla çok sınırlı hareket edebiliyorduk. Pandemiden sadece bir ay önce bu durum tam rayına oturmuşken evden çıkamaz hâle geldik. Son seyahatimizi 2019 Mayıs’ta Kaş’a yapmışız. Geçen bunca sürede şehir dışına sadece annemlere gitmek için çıktık.
Dolayısıyla bunca hayat gailesinin ardından üç geceliğine Cunda’ya gitmek ilaç gibi geldi. Yeni yerler görmeyi de, farklı bir denize girerken tedirgin olmayı da, değişik tatlar keşfetmeyi de, etrafa boş boş bakıp gözlem yapmayı da özlemişiz.
30 Ağustos – 2 Eylül arasında gerçekleşen bu kısa tatilden izlenimlerimi aşağıda yazmaya çalışacağım. Hem kişisel tarihe bir not düşeyim, hem de Cunda’ya gideceklere veya gitmeyi düşünenlere bir rehber olsun. Hadi başlayalım!
Daha fazlasını oku…İç Anadolu’da Bir Hafta – Bölüm III: Kaymaklı, Ihlara Vadisi ve Ankara Müzeleri
Önceki yazı: Ürgüp, Balon Yolculuğu, Göreme, Avanos
22 Şubat Çarşamba sabahı ilk durağımız Kaymaklı Yer Altı Mağaraları’ydı. Burası Nevşehir-Niğde yolunun üzerinde bulunan Kaymaklı beldesindeki bir müze. Bölgenin elverişli toprak yapısı sayesinde İslamiyet öncesi yerel halk, düşmanlarından korunmak adına yerin altını, yedi katlık koca bir yapı oluşturacak bir biçimde kazmışlar. Ortaya ilginç bir yerleşim yeri çıkmasının yanında dönemin sosyal yapısını gözler önüne sermesi bakımından da ilgiye mazhar. Yedi katın her biri farklı bir sosyal sınıfa ait ve mağaraların yapısı da bunu gösterir biçimde değişiyor. En üstte yönetici sınıfının yaşama ve toplanma alanları yer alırken, bir alt katta zengin ailelerin mağaraları bulunuyor. Onların da altlarında sırasıyla orta sınıfın, fakirlerin ve mültecilerin hayatlarını geçirdiği mağaralar görülebiliyor. Üst katların tuvaletlerini toplama ve dışarı çıkarma gibi ayak işlerini en aşağı sınıfı temsil eden mülteciler görüyor. Müzeyi arşınlarken, yüzyılların geçmesiyle bazı şeylerin değişmediği gerçeğiyle de yüzleşiyorsunuz aynı zamanda.
Kaymaklı Yer Altı Mağaraları’ndan üç kare
Kültür ve Turizm Bakanlığı, mağaraları güzel koruyabilse de maalesef açıklayacı hiçbir tabela, yazı, vb yerleştirmemiş. Bu yüzden kapıda bekleyen rehberlerden birini tutmanız gerekiyor, diğer türlü içeride kaybolma ihtimaliniz bile mevcut. Biz Mehmet adında 50 yaşlarında yerli bir rehberi 60 TL’ye tuttuk, gayet de açıklayıcı bir gezi yaptırdı. Mağaraların havalanmasını sağlayan, aynı zamanda haberleşmeye de yarayan hava kanalları ve düşmanın içeri girme ihtimaline karşı hazırlanmış özel tuzak yerleri gibi ilginç detayları görmemizi ve işlevlerini anlamamızı sağladı. Daha fazlasını oku…
Gökçeada ve Bozcaada Üzerine Notlar
Gökçeada ve Bozcaada’yı genelde, okul sıralarında okutulan tarih ve coğrafya kitapları sayesinde Ege Denizi’nde Türkiye’nin sahip olduğu yegâne adalar olarak biliriz. Çanakkale Boğazı’nın hemen çıkışında karşılıklı olarak konumlanan bu iki şirin ada hakkında izlenimlerime geçmeden önce, biraz ‘adada olmak’ deneyiminden bahsetmek istiyorum.
Ada, yapısı gereği anakaradan ayrıdır. Özgürdür, ayrıksıdır, farklıdır ama aynı zamanda izoledir, yabancıldır, kopuktur. Birey, kendi doğasına paralel olarak çevresini yorumladığından ‘adada olmak’ hissi de her birey için farklı bir mana taşır. Kimisi adanın bağımsızlığına ithafen kendisini özgür hisseder, kimisi de kapana kısılmış. Robinson Crusoe’dan itibaren ada lokasyonlu çoğu yapıt bu ‘adada olmak’ hissini farklı açılardan işler. Mesela Ömer Kavur ustanın son eseri Karşılaşma (2003) bir mekân olarak adayı senaryoda kullanan nadide yerli işlerdendir.
Gayet soyut bir kavram olan bu ‘adasal’ hissiyatı kısmen de olsa açıklamaya çalışmamın sebebi, Gökçeada ve Bozcaada’da tatil yapmanın ana bileşenlerinden biri, belki de en önemlisi olması. Bir kere iki adaya da ulaşmak diğer tatil yörelerine nispeten daha zor. Bodrum’a, Fethiye’ye, Antalya’ya uçakla veya farklı kara yollarıyla ulaşmak mümkünken bu sefer sadece tek seçeneğiniz mevcut. Bu durumun, dezavantajları kadar avantajları da var. Önüne gelenin gidememesi ve bunun getirdiği ferahlık, tenhalık ve korunmuşluk duygusu mesela. Gerçi Bozcaada popüleritesinden ötürü saflığını kaybetme tehlikesine yaklaşmış olsa da üç gün boyunca tek apaçi görmemek bile insanı sevindiriyor.
GÖKÇEADA
Geçen yıl yakın arkadaş grubumla keşfetme duygusuyla gittiğimiz bu dağlık adayı o kadar sevdik ki aynı kadro bir yıl sonra yine tekrarladık bu sevimli tatili. Bu yüzden aşağıdaki notları, iki tatilin karışımından oluşturdum.
- Gökçeaada’ya sadece (Avrupa tarafındaki) Gelibolu Yarımadası’nın güneybatı köşesindeki Kabatepe İskelesinden kalkan feribotla ulaşabilirsiniz. Bu yıl online rezervasyon gelmiş feribota. Bu yüzden gidiş ve dönüş seferinize önceden karar verip biletinizi almanız tavsiye olunur.
- Ada gayet dağınık ve birbirine uzak köylerden oluşuyor. Bu uzaklığın sebepleri; adanın dağlık yapısı, yolların virajlı olması ve adanın büyüklüğü. Ada içinde toplu ulaşım çok seyrek ve görülecek/gidilecek lokasyonlar farklı yerlerde olduğundan araba şart.
- Feribot, adanın kuzeydoğusunda bulunan Kuzu Limanı’na yanaşıyor ama burada birkaç yazlık ev ve bir plaj dışında hiçbir şey yok.
- Limanın 7 km ilerisinde, adanın hemen hemen merkezinde konumlanan Gökçeada adlı merkez yerleşim bulunuyor. Bankalar ve hastane benzeri idari birimler sadece burada bulunuyor. Buranın diğer önemi, tüm köylere yolunun bulunması. Yani bir köyden diğerine giderken buradan genelde geçiyorsunuz.
İç Anadolu’da Bir Hafta – Bölüm II: Kapadokya
Kayseri-Ürgüp arası bir saati biraz aşan, gayet düzgün bir rota. Kapadokya civarındaki tüm ana yollar zaten çift gidiş-geliş. Yollar oldukça çorak olsa da bence kendine has bir güzelliği mevcut. İç Anadolu’ya sadece gezi amaçlı gitmemden dolayı olabilir ama bozkırlar arasında, ufuk çizgisi dahilinde pek bir şeyin görünmediği araba yolculuklarını seviyorum. Erciyes’i arkanıza alsanız bile tüm bölgeden gözüken bu yüksek dağın sizi izlediği izlemine kapılabilirsiniz. Hafif mistik çağrışımlar yapabilen, güzek manzaralara sahip bir yolculuk geçiriyorsunuz. Tabii görebilenler için…
Biz, Damla ile, Kapadokya’da Ürgüp içindeki Dere Suites’te kaldık. Üç gecelik konaklamamız beklediğimizden de güzel geçti. Kapadokya’nın alamet-i farikası tepelerinin içine oyulmuş mağara-odalardan oluşan bu tesis, tek bir binadan oluşmuyor haliyle. Gayet elden geçirilmiş, modernleştirilmiş mağara odaların kapıları direkt dışarıya çıkıyor. Küçük bir tepenin bir yakasına kurulu tesisin içinde tamamen açık havadaki merdivenlerle dolanıyorsunuz. Bizim odamız otoparkın yanında en alttaydı ama lokanta en tepedeydi. Kahvaltı için bayağı bir basamak çıkıyorduk. Bu yüzden Dere Suites ve benzeri yapıdaki Kapadokya konaklama tesislerinin, engelliler ve yürüme zorluğu çeken yaşlılar için pek uygun olmadığını not geçeyim.
Ürgüp sokakları
Tesisin en sevdiğimiz yanı mağara-odamızdı. Mağara dedim ama içinde her türlü olanak mevcuttu. Üstelik benzeri otellere göre gayet mantıklı bir fiyatı var, gecelik 220 TL civarı ödedik ama bence değer. Bilhassa çift olarak gideceklere öneririm. Daha fazlasını oku…
İç Anadolu’da Bir Hafta – Bölüm I: Kayseri
Bazen alıp başını gitmek lazım. Uzaklara… Daha önce gitmediğin diyarlara…
Günümüzde modern insanın gerçekte dert filan sayılamayacak asıl sorunu, gündelik ıvır zıvırlarının çokluğu. Lakin bunlar küçük ve oldukça saçma olsalar da o kadar fazlalar ki kişinin hayat enerjisini tüketiyor. Sanırım yaşamı kolaylaştıkça bu tarz saçma şeyler yüzünden onu daha da zorlaştıran modern insanın laneti bu.
Bir beyaz yakalı olarak maalesef ben de bu lanete sahibim. Bilhassa cumaları zombi gibi eve geliyorum ve bir an evvel yatmak istiyorum. Yaşanacak, tadacak, deneyimlenecek o kadar çok şey varken hele. Bu duruma düştüğüm için kendime fena halde acıyorum.
Tatiller bu rutinden çıkmak, bir rahat nefes almak ve silkinmek için çok önemli bu yüzden. Birey için de, özel hayatı için de, iş yaşamı için de… Kafasını dinlemiş ve rahatlamış bir çalışanın işine daha çok odaklanabildiği gerçeğine kimsenin itirazı yok, değil mi?
O zaman başlıyoruz bu seferki gezimize…
20 Şubat 2017 Pazartesi sabah 7.00 uçağıyla başladı gezimiz. Yanımda kız arkadaşım Damla, uçtuk İç Anadolu’nun ticaretiyle ünlü şehri Kayseri’ye. Normal saatinden önce iniş takımları yere değdi ve Anadolu’nun başka bir kopya havaalanına varmış olduk. Kendine has hiçbir özelliği olmayan bu soğuk ve standart havaalanlarını tasarlayanlar bu kadar düz insanlar mı, yoksa onlara bu tekdüzelik dayatılıyor mu merak ediyorum.
Havaalanından arabamızı kiralayarak iniyoruz merkeze. İlk izlenimimiz gayet geniş caddeler, uzun uzun ama dip dibe olmayan apartmanlar. İlk durağımız ise Lokman Gurme. Burada gayet güzel, bol çeşitli ve lezzetli bir kahvaltı yapıyoruz. Tıka basa doyuyoruz lakin masadakileri bitirmeye ne hacet!
Kahvaltıdan sonra şehrin daha da merkezine iniyoruz. Arabamızı bir caddeye park ettikten sonra sırt çantalarımızı arkaya atarak başlıyoruz sokakları aşındırmaya başlıyoruz. Hava hafif ısırıyor lakin öyle çok soğuk yok. Kenarlardaki karlar geçen haftanın sert olduğunu işaret ederken tepedeki güneş sorun olmadığını kulağımıza fısıldıyor.
Kayseri sokakları
Tarihi Kayseri Lisesi Daha fazlasını oku…
İskandinavya Macerası – II: Bergen
Bir önceki yazı için tıkla: Kopenhag
2 Eylül Çarşamba sabahı Kopenhag’tan Bergen’e uçarak Norveç’e geçmiş olduk. Norwegian Airways şimdiye kadar uçtuğum en düzenli ve yeni çağa uyumlu havayolu olabilir. Havaalanında güvenlik kontrolü hariç kimseyle muhatap olmadan uçağa binip iniyorsunuz. Böylece ne kuyruk oluyor, ne de karmaşa. Türkiye’deki uygulanabilirliği şüpheli de olsa, 21. yüzyılın kolaylıkları gündelik hayata yavaştan uyum sağlamış oluyor.
Bergen’e indiğimizde yağan yağmur hafiften moralleri azaltsa da hızlıca bu kompakt ve sevimli havaalanından çıkıp otobüse biniyoruz. Kredi kartıyla şoföre ödemeyi yaptıktan sonra otobüsteki kablosuz internetin keyfini çıkarmaya başlıyoruz. Yaklaşık 30-40 dakikalık bir yolculuk sonrası kuzeyin huzurlu şehrine varıyoruz.
Norveç’teki yaşam bizden biraz farklı, fiziksel ve ekonomik koşulları sağolsun. Bilindiği gibi her tarafı froydlarla (fyord mevzusuna bir sonraki yazıda detaylı gireceğim) kaplı olan Norveç bu yüzden bir sürü körfeze, koya, dağlık araziye, adaya ve göle sahip. Buna rağmen nüfus, belli yerlerde kümelenmemiş, tam tersine nereye baksanız ev var. Dağ, tepe, orman, ada, göl; her yerde mutlaka ev var. Bana açıkçası çok garip geldi. İnsan bu soğuk ülkede, belki 2-3 kilometre yakınında insan yokken ne diye yaşar? Valla oluyormuş. Bu yüzden belli bir kasaba yerine, bölgeler var burada. Bergen’de, mesela bariz bir kasaba merkezi olsa da aslında burası koca bir bölgenin merkezi. Bu sebeple tepeden baktığınızda, ev olmayan alan yok. Tabii bunlar dip dibe değil. Az olan kasaba merkezleri hariç, evler arasında ciddi mesafeler var ve her yer yemyeşil! Kendinizi cennette sanabilirsiniz.
Bu sefer de aşağıdan tepeye bakıyoruz 🙂
Tabii bu huzurun bir sebebi de ülkenin akıl almaz zenginliği! Kutup Buz Denizi’nde çıkan petrol ve bunun sosyalist bir politikayla dağıtımı sağ olsun, ülke ferahtan dolup taşıyor. Dünyanın en pahalı ülkelerinden biri burası. Geldikten sonra araştıracak kadar merak ettim bu ekonomiyi, sayesinde Big Mac Endeksi’ni (her ülkedeki Big Mac fiyatına göre yapılan sıralama) öğrendim 🙂 Gelmeden önce farkındaydık zaten de, bizzat görmek farklı oluyor. Herkesin pek bir cool takıldığı bir yer burası, artık iklimden midir bilemeyeceğim 🙂 Daha fazlasını oku…
Son Yorumlar