Arşiv
Kaos İçinde Yaşamak
Türkiye kaosu seven, kaosla beslenen, nev-i şahsına münhasır bir ülke. İçinde barındırdığı bu kadar farklı görüşte ve anlayışta insana rağmen hâlâ tek vucüt olarak hareket etmeye çalışıyor. Buradaki sorun, bu amaç için çalışması değil; bağımsız bir ülke olarak tabii ideali bu olmalı. Başlıca sorun; bunun nasıl yapılacağının, hangi görüş esas alınarak bu hedefe ulaşılacağının net olmaması.
Atatürk bu hedefleri de, nasıl ulaşılacağını da aslında belirlemiş ve yasalaştırmış. Lakin ondan sonra devleti yönetenler, bunları ya kendine göre yontmuş ya da tamamen değiştirmiş. İşin vahimi şu ki hükumeti kuran her yeni bir kadro, eskisine asla güvenmediği için değiştirmeye/yontmaya/kendi açısından düzeltmeye devam etmiş. Öyle ki şu an muğlak ifadelerle dolu ve cunta rejimi tarafından yapılmış bir anayasamız, bu muğlaklıklara rağmen anayasayla çelişen kanunlarımız, tüm bunlarla çelişen tüzüklerimiz ve tüm bunlara rağmen hiçbir yasaya ve tüzüğe uymayan uygulamalarımız var. Misal kürtaj ülkede yasak değil ama kamu hastanelerinde yıllardır yapılmıyor. Veya bu yazı yazıldığı sıralarda Ekşi Sözlük’e erişim hiçbir açıklama yapılmadan engellendi.

Türkiye’de bence başlıca sorun, niceliği ne kadar olursa olsun her kesimin ülkeyi kendi bildiği/istediği gibi yönetmek istemesi ve bunun dışındaki tüm alternatifleri baştan reddetmesi. Gerek makro, gerekse mikro açıdan ülkenin neredeyse hepsi demokrasiyi, istediğini fütursuzca yapabilmek sanıyor. Halbuki demokrasi, sadece kitabi olarak “başkasının haklarının başladığı yere kadar istediğini yapabilme” değildir, olmamalıdır. Bu tanımın günlük hayatta, üstelik her an ve koşulda karşılığı olmalıdır. Aksi hâlde kaos oluşur, zaten ülke bu yüzden en az 70 yıldır kaos içindedir.
Daha fazlasını oku…Mülteci Sorununa Dair…
Adına ister mülteci, ister sığınmacı, ister göçmen deyin; doğduğu/büyüdüğü yerden ayrılarak yaşamak için yeni bir yer arayan/bulan insanlar tarihin her ânında var olduğu gibi, gelecekte de var olacaktır. Bu gerçeği kimsenin engellemesi mümkün değil. Vereceğim birkaç örnekle bu imkansızlığı bir nebze olsun anlatmaya çalışacağım.
Eşimle ilk gezimizi Kapadokya’ya yapmıştık ve orada Kaymaklı Yer Altı Mağaraları’nı da ziyaret etmiştik. Tuttuğumuz rehber bize bu mağaralarda kimlerin, nasıl yaşadığını aktarırken, en altta bulunan yedinci katta mültecilerin kaldığını ve görevlerinin üst katlarda yaşayanların tuvaletlerini temizlemek ile ayak işlerini yapmak olduğunu söylemişti.
Peki Anadolu’da sadece bu mağaraların sıklıkla kullanıldığı İslamiyet öncesi dönemde mi mülteci akını vardı? Bu sorunun yanıtını tarihle birazcık ilgilenenler bile bilecektir. Truva’nın neden 10 katmandan oluştuğunu*, daha bir sürü antik Anadolu kentinin farklı halkların akınlarıyla işlevsiz hâle geldiğini veya aynı kentte bazen bin yıl ya da daha fazla sene arayla yaşamış medeniyetlerin yapılarının yan yana olduğunu biliyor musunuz?
Daha fazlasını oku…Benden Şarkılar – Sen Diyorsun ki
Hem ülke, hem de dünya olarak oldukça karanlık günler geçiriyoruz. Böyle zamanlarda beni sarsarak yaşadığımı hissettiren genelde sanat olur. Bazen bir kitap, bir film, bazen de ufacık bir şarkı! Yine böyle oldu. Geçenlerde spotify’da Anatolian Rock Revival Project’in enfes listesini rastgele dinlerken kulağıma bir şarkı takıldı. Daha önce de dinlemiştim ama bu sefer başka bir vurdu beni.
Şarkıyı söyleyeni tanısam da adına bakma ihtiyacı hissettim. Çünkü sesin çok genç olduğu barizdi ve yanılabileceğimi düşündüm. Ama yanılmamışım, şarkı Bulutsuzluk Özlemi’nin beyni olarak tanıdığımız Nejat Yavaşoğulları’nın gruptan önceki dönemine ait.
Beni etkileyen, şarkının sözleri ve de Yavaşoğulları’nın sade yorumu oldu. Sözlerin bana hissettirdiklerine geçmeden önce bu sade yorumun önemini biraz açayım. Yavaşoğulları’nın Fikret Kızılok’tan alıntı yaparak Nilay Örnek’in podcast serisinde belirttiği üzere, kendisi biraz bağırarak şarkı söyleyen bir yorumcu. Zaten kendisi, tıpkı Bob Dylan gibi, sesi ve şarkı söyleyişinden daha çok; şarkılarının içeriği, ülkemizin müzik camiasındaki duruşu ve sürekliliğiyle sevilmiş ve kendisine yer edinmiştir. Bu şarkıda bariz bir John Lennon öykünmesi de hissettim.
Daha fazlasını oku…Salgın Günlükleri – 4
Covid-19 pandemi süreci dünyayı olduğu gibi, beni de etkilemeye devam ediyor. Önceki yazılarımda paylaştığım ufak fiziksel etmenleri/olayları bir kenara bırakırsak, düşünsel ve psikolojik bir süreçten geçiyorum.
Okuduklarım, izlediklerim, dinlediklerim ve de yaşadıklarımla birebir bağlantılı olsa da bence esas olarak bu salgın sürecinde kişilerin ve kurumların salgına ve genel olarak hayata verdikleri ve vermedikleri tepkiler beni hayal kırıklığına uğrattı.
Mesela salgının başlangıcında ikinci/üçüncü dalganın neden olabileceğini anlamlandıramıyordum. Bir şekilde durumu kabullenen ve bilinçlenen kişi/kurum gerekli önlemleri alarak salgın bitene kadar sürdürecekti, benim düşünceme/algıma göre. Ama hiç de böyle olmuyormuş meğer. Tarihteki diğer salgınların açıkça gösterdiği üzere, insanlık unutmaya bu konuda da -her ne kadar yaşamsal olsa da- fena halde yatkınmış.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın defaatle yenilediği üzere daha birinci dalga bitmeden çoğu insan kafasından salgını bile sildi. Fiziken salgının olduğu bir düzende yaşamaya devam etse de, kağıt üzerinde bu doğrultuda birtakım kararlar alsa da uygulamada salgın yokmuş gibi düşünüyor, karar veriyor ve eylemde bulunuyor.
İkinci dalga gelince çok mu farklı olacak? Hayatı değiştiren başka bir durum/olay (deprem, savaş, iklim krizi, vs.) olduğunda farklı mı olacak?
Daha fazlasını oku…Salgın Günlüğü – 3
Bu yazıda iki kişisel gelişmeden kısaca bahsettikten sonra ünlü Demirkırat (1991) belgeseli üzerine birkaç düşüncemi yazacağım.
Geçen yazıda söz ettiğim üzere 26 Nisan itibariyle vardiyalı olarak ofis hayatına döndüm. Pandemi sırasında toplu hayata intikal etmek ilginç. Başta kişinin kendisi de karşısındaki de huzursuz oluyor. Sanki her konuştuğu kişi COVID-19 hastası, her tamas ettiği yüzeyde mikrop var gibi geliyor insana. Hareketlerinizi ona göre atıyorsunuz. Zaman içinde yeni rutinler geliştirmeye başlıyorsunuz.
Kişisel rutinlerim şöyle: Kapıdan çıkmadan önce maskemi takıyorum ve ofise girene kadar etrafla en az şekilde temas etmeye çabalıyorum. Şirkette masama oturduğumda (normalde Skype görüşmelerinde kullandığım) kulaklığımı takarak maskenin iplerini kulaklığa aktarıyorum. Böylece kulak arkasının yara olma durumunun önüne geçebildim. Bu durumda yemek hariç her yere kulaklıkla (kablosu boynuma dolanmış şekilde) gitmek zorunda kalsam da konforumu sağlayabildim.
Yemeğimi mutlaka evden götürüyorum. Öğlen mikro dalgada ısıtıp kapalı kantinin boş masalarında tek başıma yiyorum. Maskemi su ve kahve içmek arada indirsem de hep ağzımı ve burnumu kapatacak şekilde tutmaya özen gösteriyorum.
Eve giriş ise apayrı bir ritüel. Etrafa pek temas etmeden elimi yıkıyorum, telefonumu ıslak mendille temizliyorum ve hemen ardından duşa giriyorum. Normalden farklı olarak da gözlüğümü ve kulak arkaları dahil tüm yüzümü uzun süre sabunluyorum. 15 yılı aşkın süredir dışarı çıktığı her gece yatmadan önce -ne kadar yorgun olsam da- yıkanma rutinim böylece kökünden değişti. Daha fazlasını oku…
Salgın Günlüğü – 1
Salgının bir şehir, birkaç ülke tarafından değil de; tüm insanlık tarafından ciddiye alındığı veya alınmak zorunda kaldığı şu günlerde çoğu kişi, başkalarının salgını başta nasıl hafife aldığını kanıtlamakla meşgul. Ama işin ilginci de yine insanlığın neredeyse tamamının ilk duyduğunda bu virüsü hafife aldığı gerçeği. Hastalığın ilk ortaya çıktığı yer olarak düşünülen Çin’in Wuhan kentinde bile bu virüsün salgına yol açabileceğini düşünen ilk hekim yoğun bir tepkiyle karşılandı.
Bu yüzden yazının adından da anlaşılabileceği gibi bu yazıda sadece kişisel düşüncelerimi ve gündelik yaşamımı yazacağım. Benim bu virüsü ciddiye almam şubat ortasına rastlıyor. Ofiste son birkaç aydır iki ayrı uluslar arası projede görev alıyorum ve ikisinin de müşterisi bir Çin şirketi. Şubat başına denk gelen Çin yılbaşı tatili önce 1-2 hafta ertelendi, dolayısıyla proje toplantıları da genelde iptal edildi ya da ertelendi. Ardından gelen toplantılara Çin’den katılanların genelinin evden bağlandığı görüldü. Çünkü bağlantı kopmaları başladı; aralara garip ekolar, çocuk sesleri, ev gürültüleri girmeye başladı. Toplantı başlarında da salgınla ilgili konuşulan birkaç cümlede şirketlerin genelinin ofise gelemediğini duymaya başladık. İşte o zaman bu salgının dünya ekonomisini ciddi etkileyeceğini anlamaya başladım. Çünkü dünyanın en büyük endüstrisine sahip olan Çin’de şirketlerin bir ay kapanmalarının bile dünya piyasasını orta vadede negatif etkileyeceği aşikârdı.
Nitekim şubat ortasında konuştuğum tanıdık bir tekstil şirketi sahibi çok mutluydu. Çin’deki üretimin durmasıyla kendisine duyulan ihtiyacın bir anda arttığını ifade ediyordu. Sadece bu durumun ne kadar devam edeceğini kestiremediğinden iş büyütme konusunda kararsızdı. Halbuki bir ay sonra kendisi de fabrikayı kapayacaktı. Tahmininin tersine şu anda ne kadar küçülmesi konusunda karar vermeye çalışıyor.
Şirketim FEV Türkiye, 16 Mart itibariyle tamamen evden çalışmaya geçti. Ertesi gün ofisten çıkarken dizüstümün yanında bir monitörümü (şirkette iki monitör ve dizüstünün ekranıyla çalışıyorum), klavyemi, faremi ve hatta ethernet kablomu da yanıma aldım. Evdeki çalışma masama hepsini hanımla muntazam kurduk. Çalışma düzenim neredeyse değişmedi. Zaten ocak ortasından beri iş yoğunluğum nedeniyle fazla mesaiye geçmiştim. Evden çalışma, fazla mesaiye daha fazla kapı aralamış oldu. Ofistekinden bariz daha fazla çalışıyorum. Daha fazlasını oku…
Engelli Olmak Üzerine Düşünceler
Baştan anlaşalım, bu bir acındırma yazısı değil. Anılarımı içeren bir yazı da değil. Çünkü amacım yaşadıklarımdan ziyade, bir engellinin toplumdaki yeri ve toplumun bakış açısını irdelemek. Bir sosyolog ya da psikolog olmasam da bir engelli olarak kendi bakış açımı sizlere aktarabilmek, dilim döndüğünce.
Önce kelimeden başlayalım. Engelli sözcüğü nispeten yeni bir sözcük. Genelde kullanılan özürlü ve sakat kelimelerine kıyasla pozitif bir anlam barındırarak bireyin azimle mevcut durumunu aşabileceğini veya en azından etkisini azaltabileceğini vurguluyor. Umudu her zaman yaşatmak mühim olduğundan engelli kelimesini kullanmak ve kullandırtmaya çalışmak önemli. Lakin keşke engellilerin tek sorunu kelimeler olsaydı. Kısa süre öncesine kadar çok takıldığım bu konuyu umursamamaya başladım artık. Çünkü zihniyet aynı kaldıktan sonra birey daha umutlu kelimeyi kullansa bile ne değişir ki?
Engellilerin en önemli sorunu, toplumun zihniyeti olmuştur ve bu, maalesef her zaman aynı kalacaktır. Fakat bu durumu salt engellilere yarım insan, hatta insan olamamış mahluk gözüyle bakan insanları eleştirerek değerlendirmemeliyiz. Konunun içeriği aslında çok daha geniş ve derin. Çünkü engellilere yapılan, ayrımcılığın sadece bir türü ve dünyada daha bir sürüsü var. Hepsini yazmayacağım ama bir engelliye yapılan insan dışı muamelenin bir kadına, bir Yezidi’ye, bir siyah tenliye, bir eşcinsele, bir mülteciye yapılan ayrımcılıktan farkı yok.
2017 Biterken
Biz Türkiye’de Fatih Terim’in kişisel hezeyanlarıyla, Rıza Sarraf beyefendinin kime ne kadar bayıldığıyla, hangi mankenin hangi şarkıcıya yan gözle baktığıyla, sayın Cumhurbaşkanı’nın bundan sonra kimi görevden alacağıyla günlük tartışmalarımızı bitirip huzurluca yatağımızda uyuyalım. Nasılsa bizim için yılların geçmesi sadece yeni cep telefonu modellerinin çıkmasından, futbol ve yerel sabun köpüğü dizilerimizin sezonlarının geçmesinden ibaret. Teknoloji gelişiyormuş, bilim yeni bir eşiğe gelmek üzereymiş, uzay madenciliği için son hazırlıklar yapılıyormuş, global ekonomik düzen kabuk değiştiriyormuş… Ne önemi var ki? İlber Hoca’m her konuyu biliyor nasıl olsa!
Çoğu zaman ben, kendime de çok sinirleniyorum. O kadar ufak, önemsiz ve bize hiçbir katkısı olmayan şeyler üzerine kafa yoruyoruz, düşünüyoruz, endişeleniyoruz ve hatta kendimizi hırpalıyoruz ki! Değiştiremeyeceğim, beni hiçbir şekilde yükseltmeyen konuları duymaktan, izlemekten, haklarında konuşmaktan çok sıkıldım, yoruldum ve usandım. Bu yüzden de uzun yıllardır televizyon izlemiyorum, birbirinin kopyası gazeteleri okumuyorum. Çünkü bilmediğim, tanımadığım, üstelik benden üstün olmayan kişiler tarafından manipüle edilmek istemiyorum. Bu manipülasyonlar bize o kadar zaman kaybettiriyor ki üstelik.
Hexagon’un Ardından
Hayatın, sınırları kimi zaman belirsiz, kimi zaman da gayet net olan dönemleri vardır. Mesela profesyonel yaşamın sınırları; ergenlik, çocukluk, yaşlılık gibi ana dönemlere göre daha keskindir. Hele şirketlere göre kendi içinde de bölerseniz, işe giriş-çıkış tarihi kadar netleştirebilirsiniz. Peki o dönemde kazandıklarınızı, kaybettiklerinizi, öğrendiklerinizi bu kadar kesin belirtebilir misiniz?
Hexagon Studio’da istifamın ardından geçirdiğim son iki ayda bu soruya biraz cevap aradım. 7 yıl, 4 aylık bu sürenin 33 yıllık hayatımın yaklaşık beşte birini kapladığı düşünüldüğünde; hele bebeklik, çocukluk gibi bilinçsiz dönemler atıldığında ister istemez bu kadar uzun bir dönemin kişi üzerindeki etkisi artıyor.
Hexagon Studio 2010 İftar Etkinliği (Ağustos 2010)
İlk şirketim olan Figes’te 1.5 yıl geçirdim. İş hayatının dinamiklerini, işimin (CAE analizleri) temel mantığını, ofis hayatının kendine has özelliklerini orada öğrenmiştim. Hexagon için bana çok verimli bir hazırlık ortamı sağladığını, burada çalışırken anlamaya başladım. Bilhassa daha küçük ve daha az kurumsal olması bakımından Hexagon’da yaşadığım kimi olaylarda bana farklı bir bakış açısı kattığını düşünüyorum. Daha fazlasını oku…
Son Yorumlar