Arşiv

Archive for the ‘fikir’ Category

Güzellik Yarışması

Ünlü ekonomist Keynes’in borsadaki eğilimler üzerine bir teorisi var. Adı da çok cafcaflı: Keynes’in Güzellik Yarışması (Keynesian Beauty Contest). Teori aslında bir kurguya dayanıyor:

Bir güzellik yarışması düzenlendiğini düşünün. Bu yarışmada en güzelin haricinde onu seçen (doğru kişiyi tahmin eden) kişilere de ödül veriliyor. Keynes diyor ki “Böyle bir durumda seçiciler, en güzel olduğunu düşündüğü kişiyi değil, başkalarının kimi seçeceğini düşünerek seçim yapar.” Yani kişi, genel eğilimin ne olacağını düşünür.

İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lere kadar dünya ekonomisini yönlendiren kişilerden biri olan John Maynard Keynes (1883-1946)

Keynes bu düşünceye ‘birinci derece’ diyerek borsa ve benzeri finans pazarlarında ikinci ve hatta daha da yüksek derecelerde eğilimler olabileceğini söylüyor. İkinci derecede ise kişi, genelin, genel eğilimin ne olacağını tahmin edeceğini düşünüyor.

Ben bu teoriyi geçen yıl Fularsız Entellik podcast’inin bir bölümünde duymuştum. O zamandan beri de teorinin sanata uygulanabilirliği üzerine düşünüyorum. Şahsi görüşüm gayet oturduğu.

Daha fazlasını oku…

Spider-man: Across the Spider-verse: Kuşak çatışması üzerine konuşmamız gerek!

25/10/2023 1 yorum

Filmekimi’nde (2013) o kadar kaliteli sinema eseri izledikten sonra neden bir süper kahraman filmi üzerine yazdığımı sorgulayanlar olabilir. Tavsiyem, önyargılarınızı bir kenara bırakmanız. Marvel sayesinde seri üretim, içi boş süper kahraman filmleri sinema salonlarını istila ettiğinden türün itibarı yerle bir olmuşsa da sonuçta bu da bir hikâye anlatım biçimi. Üstelik mitoloji sayesinde en eskilerinden biri.

Marvel’in Sony ile ortak tescile sahip olması yüzünden Örümcek Adam’ın beyazperde öyküsü, diğer süper kahramanlardan farklılaşıyor. Son 20 yılda, sıfırdan yapılan üç farklı film serisinin haricinde, bir de Sony Animations bünyesinde bir animasyon film serisi başlatıldı 2018’de (Disney’in Marvel’e sahip olması durumu daha da absürdleştiriyor). Hikâyenin peşinde koşan bir sinema manyağı olarak, bu yeni animasyon serisini çocuklara yönelik bir para tuzağı olarak düşünmüştüm. Ta ki senaryodaki Christopher Miller ve Phil Lord imzasını görene kadar!

The Lego Movie (2014) ile bir ticari markadan uyarlanan bir filmin de eleştirel ve kaliteli bir sinema eserine dönüşebileceğini kanıtlayan bu ikili, Örümcek Adam’ın animasyon serisinin başına geçmişlerdi. Üstelik Örümcek Adam’ları siyahiydi! Nitekim Spider-man: Into the Spider-verse (2018) herkesin süper kahraman olabileceğini ama bu yeteneği sevgi, empati ve vicdanla harmanlamadan bir manası olmadığını vurgulamasıyla (ve tabii sağlam senaryosu ile çizgi roman estetiğine yaslanan görselliğiyle de) açık ara en iyi Örümcek Adam filmi olmuştu.

Daha fazlasını oku…

Seçim, Kurak Günler ve Karanlık Gece

Dedem ben küçükken “Burası Türkiye, bir gün kaldırımda yürürken kafana bir şey düşer ve ölüverirsin” derdi. Hâlâ geçerli olan bu saptama, ülkenin seküler kesiminin inatla kabullenmek istemediği gerçeği de çok güzel özetliyor. Bu ülkenin vatandaşlarının çoğu, bir gün âniden ve hiç çaba sarf etmeden köşeyi dönme hayaline sahip ve bu ufacık ihtimal için âniden ölebilme ihtimalini de göze alıyor.

Bu yazıda yerli sinemanın son dönem örnekleri üzerinden örnekler vererek meramımı anlatmaya çalışacağım. Biraz spoiler da verebilirim, önceden uyarayım.

Son Antalya Film Festivali’nde (2022) iki iddialı filmin benzerliği çok konuşuldu, Karanlık Gece’nin (2022) geçen ayki vizyonu sayesinde konuşulmaya da devam ediyor. İzlemeyenler için özet geçeyim: Emin Alper’in Kurak Günler’i (2022) ile Özcan Alper’in Karanlık Gece’si birden fazla temayı paylaşıyorlar. Aynı yıl gösterime girmeseler büyük ihtimalle intihalle itham edilebilecek derecede ortaklıkları var.

İki filmde de eğitimli, seküler kesimden bir genç devlet memuru Orta Anadolu’da küçük bir ilçeye atanıyor. Tüm idealizmiyle işini yapmaya çalışırken yerel güç sahipleriyle çatışmaya başlıyor ve olaylar gelişiyor. İkisinde de ana olaylar farklı olsa da ülkenin politik karanlığı/kuraklığı içinde sağduyuyla hizmet etmeye çalışanların nasıl engellendiği anlatılıyor. Anlatılırken de ataerkil yapının medar-ı iftiharı avcılık, Orta Anadolu’nun ilginç doğal şekillerinden obruklar ve dillendirilmese de üstü kapalı olarak her daim bilinen eşcinsellik metaforlaştırılıyor. Lakin finalde iki film bariz olarak farklılaşıyor.

Daha fazlasını oku…

Kaos İçinde Yaşamak

14/03/2023 1 yorum

Türkiye kaosu seven, kaosla beslenen, nev-i şahsına münhasır bir ülke. İçinde barındırdığı bu kadar farklı görüşte ve anlayışta insana rağmen hâlâ tek vucüt olarak hareket etmeye çalışıyor. Buradaki sorun, bu amaç için çalışması değil; bağımsız bir ülke olarak tabii ideali bu olmalı. Başlıca sorun; bunun nasıl yapılacağının, hangi görüş esas alınarak bu hedefe ulaşılacağının net olmaması.

Atatürk bu hedefleri de, nasıl ulaşılacağını da aslında belirlemiş ve yasalaştırmış. Lakin ondan sonra devleti yönetenler, bunları ya kendine göre yontmuş ya da tamamen değiştirmiş. İşin vahimi şu ki hükumeti kuran her yeni bir kadro, eskisine asla güvenmediği için değiştirmeye/yontmaya/kendi açısından düzeltmeye devam etmiş. Öyle ki şu an muğlak ifadelerle dolu ve cunta rejimi tarafından yapılmış bir anayasamız, bu muğlaklıklara rağmen anayasayla çelişen kanunlarımız, tüm bunlarla çelişen tüzüklerimiz ve tüm bunlara rağmen hiçbir yasaya ve tüzüğe uymayan uygulamalarımız var. Misal kürtaj ülkede yasak değil ama kamu hastanelerinde yıllardır yapılmıyor. Veya bu yazı yazıldığı sıralarda Ekşi Sözlük’e erişim hiçbir açıklama yapılmadan engellendi.

Türkiye’nin kaosla tanıştığı dönem, Demokrat Parti’nin 1955 sonrası anti-demokratik uygulamalarıyla başladı denilebilir. (Kaynak: Star Gazetesi)

Türkiye’de bence başlıca sorun, niceliği ne kadar olursa olsun her kesimin ülkeyi kendi bildiği/istediği gibi yönetmek istemesi ve bunun dışındaki tüm alternatifleri baştan reddetmesi. Gerek makro, gerekse mikro açıdan ülkenin neredeyse hepsi demokrasiyi, istediğini fütursuzca yapabilmek sanıyor. Halbuki demokrasi, sadece kitabi olarak “başkasının haklarının başladığı yere kadar istediğini yapabilme” değildir, olmamalıdır. Bu tanımın günlük hayatta, üstelik her an ve koşulda karşılığı olmalıdır. Aksi hâlde kaos oluşur, zaten ülke bu yüzden en az 70 yıldır kaos içindedir.

Daha fazlasını oku…

Etkisiz Elemana Bir Ağıt: The Banshees of Inisherin

İnsanlık çok büyük bir dönüşümün arifesinde ve bunun sıkıntılarıyla cebelleşiyor. Bu dönüşümün ne zaman ve nasıl olacağı ile insanlığın sonrasındaki durumu meçhul.

Lakin tarımın başlaması, rönesans/aydınlanma, sanayi devrimi gibi diğer büyük dönüşümlerden biliyoruz ki bu süreçte edinilen kazançların yanı sıra yabana atılamayacak kadar büyük kayıplar da veriliyor. İşin ya da doğanın kanunu bu olsa da belki de tarihte ilk defa önümüzdeki dönüşümde kazançların yanında kaybettiklerimizi de bolca konuşacağız.

İrlandalı ünlü oyun yazarı, senarist ve yönetmen Martin McDonagh’ın son filmi The Banshees of Inisheren (2022) aslında bu kaybedilenlere şimdiden yakılan bir ağıt.

Kaynak: Variety

Film günümüzden yaklaşık bir asır önce, 1923 baharında İrlanda’ya yakın küçük bir adada geçiyor. Neredeyse her gün beraber bara gidip laklak eden Padraic ile Colm’un araları âniden bozulur. Çünkü adada sanatla uğraşan nadir insanlardan olan Colm, artık boş konuşmak yerine tüm vaktini, adını yaşatacak olan bir beste yapmaya vermek istemektedir. Oysa yapması gereken günlük işler dışında başka hiçbir şey hakkında düşünmeyen düz biri olan Padraic bu duruma hiç anlam veremez.

Daha fazlasını oku…

Eleştiri Kültürü Üzerine Düşünceler

Ülkemizde eleştiri kültürü maalesef yok. Bunun sürüyle sebebi var. Bir sosyolog, psikolog veya antropolog olmadığımdan bu sebepleri irdelemeye çalışsam da yüzeysel kalırım, şahsi iddialardan öteye gidemem. O yüzden bu yazıda, neden uzun zamandır kötü eleştiri yazmadığımı açıklamaya çalışacağım.

Bu konu aslında yıllardır üzerine -zaman zaman tabii- kafa yorduğum bir konu. Bu yazıda örnekleri filmler üzerinden vereceksem de aslında günlük hayatın her alanında, her ânında karşılaştığımız ikilemleri de kapsıyor. Çünkü eleştiri kavramı özünde demokratik bir eylem (bu yüzden de gayet politik) ve dozunu ayarlamak çok önemli.

Ergenken insan -doğal olarak- her şeye karışmaya hakkı olduğunu düşünüyor. Her konuda, her koşulda ve her zaman fikir beyan edebileceğini sanıyor. Çünkü o zamana kadar edindiği kısıtlı bilgiyle ve/veya bakış açılarıyla her şeyi bildiğini düşünüyor ve bu kısıtlı dağarcığıyla da gayet sert bir şekilde karşısında olduğu görüşü/kişiyi/kavramı/eseri tamamen subjektif açıdan eleştiriyor.

Buraya ufak ama önemli bir parantez açayım. Tüm insanların gelişim sürecindeki önemli aşamalardan biri olan ergenlik, fiziksel açıdan belli bir yaş aralığında gerçekleşiyorken psikolojik olarak sona erme yaşı -bence- çok değişebiliyor. Meramımı hemen bir örnekle açıklayayım: Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Ahlat Ağacı (2018) vizyondayken bir arkadaşım film hakkında fikrimi sormuştu, ben de “Bir ergenin büyüme hikâyesi sonuçta” deyince gülmüştü, “Üniversite mezunu biri nasıl ergen olur” diye.

Halbuki Ahlat Ağacı‘nın başkarakteri, fiziksel ergenliğini çoktan tamamlamış olsa da tavırları, davranışları, düşünceleri ile filmin başında tam bir ergendi. Yazacağı kitabın kapışılacağını, sevdiği kızın da onu sevdiğini, babasının silik bir karakterden ibaret olduğunu zannederken filmin sonunda fikirleri tamamen değişiyordu. Çünkü öncelikle kendisini tanımaya başlıyordu ve de dünyada hiçbir şeyin tek yönlü olmadığını fark ediyordu. Zaten bu sürece de olgunlaşma deniyor lakin maalesef olgunlaşmanın net bir yaşı yok.

Daha fazlasını oku…
Kategoriler:fikir

Mülteci Sorununa Dair…

08/05/2022 2 yorum

Adına ister mülteci, ister sığınmacı, ister göçmen deyin; doğduğu/büyüdüğü yerden ayrılarak yaşamak için yeni bir yer arayan/bulan insanlar tarihin her ânında var olduğu gibi, gelecekte de var olacaktır. Bu gerçeği kimsenin engellemesi mümkün değil. Vereceğim birkaç örnekle bu imkansızlığı bir nebze olsun anlatmaya çalışacağım.

Eşimle ilk gezimizi Kapadokya’ya yapmıştık ve orada Kaymaklı Yer Altı Mağaraları’nı da ziyaret etmiştik. Tuttuğumuz rehber bize bu mağaralarda kimlerin, nasıl yaşadığını aktarırken, en altta bulunan yedinci katta mültecilerin kaldığını ve görevlerinin üst katlarda yaşayanların tuvaletlerini temizlemek ile ayak işlerini yapmak olduğunu söylemişti.

Kaynak: Antik Yazar

Peki Anadolu’da sadece bu mağaraların sıklıkla kullanıldığı İslamiyet öncesi dönemde mi mülteci akını vardı? Bu sorunun yanıtını tarihle birazcık ilgilenenler bile bilecektir. Truva’nın neden 10 katmandan oluştuğunu*, daha bir sürü antik Anadolu kentinin farklı halkların akınlarıyla işlevsiz hâle geldiğini veya aynı kentte bazen bin yıl ya da daha fazla sene arayla yaşamış medeniyetlerin yapılarının yan yana olduğunu biliyor musunuz?

Daha fazlasını oku…

21. Yüzyılda Bond’a İhtiyacımız Kaldı mı?

Geçen gün son Bond filmi No Time to Die‘ı (2021) izledim. Kendimi hep bir Bond hayranı olarak nitelemişimdir lakin filmi izlerken ‘gerçekten bir Bond hayranı’ olup olmadığımı sorguladım. Çünkü serinin son halkası, gençliğimde hayranlıkla izlediğim Connery, Brosnan ve de Dalton filmleri (Moore filmleri bana daima fazla karikatürize-saçma gelmiştir) kadar eğlenceli, hatta onların gerçek dışılıklarına biraz Bourne havası katılmış olarak daha gerçekçi versiyonuydu. Yine de bir yapaylık vardı bana göre.

Bu yapaylığın sebebi Bond klişeleri, kırılamayan maçoluğu, büyük şansı değil; Bond’un daimi yalnızlığı ve her zaman tüm engellere rağmen tek başına dünyayı kurtarmasıydı. Neden ona muhtacız? Nasıl oluyor da incelikle hazırlanmış planlar, devasa organizasyonlar ve yapılar onun karşısında kağıttan evler misali yıkılabiliyor? Bunun en açık tezahürü serinin bir önceki filmi Spectre‘deydi (2015), finalde Bond resmen kılını kıpırdatmaya gerek duymadan çöldeki devasa yapıyı patlatmıştı. Yeni filmde ise çok ciddi bir darbe alsa da sonuçta ana kötüyü de, yardımcılarını da, içinde bulundukları tesisi de tarihe gömen tek başına yine Bond oldu.

No Time to Die (Kaynak: MGM)

Aynı konu yakın zamanda etraflıca Dune (2021) üzerinden de tartışıldı. Bu film özelinde, evrenin kurtuluşunun tek bir kişiye bağlı olması ne kadar mantıklı? Bir de bu ‘seçilmiş kişi’nin ‘günün birinde’ gelecek olmasının halk tarafından bilinmesi ve yoğun umutlar beslenmesi, 21. yüzyıl için çok bayağı ve acınası değil mi? Filmin uyarlandığı kitabı okumadım, zaten lafım ona değil. Star Wars dahil çoğu eseri etkileyen ve David Lynch ile Alejandro Jodorowski gibi iki kült ve uçuk beyni kendine çekebilen bir bilim-kurgu klasiği sonuçta.

Şahsi olarak pandemiden önce bile insanlığın çok keskin bir dönüm noktasının hemen öncesinde olduğunu hissediyordum. Pandemi ve aynı dönemde dünyada yaşanan (artan yangınlar, kuraklıklar, küresel ekonomik kriz, vb.) diğer mühim gelişmeler bana bu dönüm noktasının giderek yaklaştığını düşündürtüyor. Lakin insanlık bu dönemeci atlatacaksa bir ya da birkaç kişi sayesinde olmayacağını da biliyorum.

Dune (Kaynak: Warner Bros)

Mesih veya kahramanlık öykülerinin insanlık tarihi boyunca var olduğunu ve çok sevildiğinin farkındayım. Sonuçta hiçbir umudu olmayan kitlelere (kendisinin yaşayamayacağı/göremeyeceği ama soyundan birinin ‘o’ olabileceğine yönelik) sahte bir umut vermek için müthiş bir fikir. Aynı zamanda bu fikre/hikâyeye inananlar için  de üzerindeki sorumluluğu atmak/yıkmak için güzel bir bahane. Nasılsa ‘o’ gelip insanlığı kurtaracak neden çalışsın ki / iyilik yapsın ki / başkalarına yardım etsin ki / kafasını çalıştırmaya uğraşsın ki? Monty Python ekibinin harika bir şekilde bu şablonla dalga geçtiği The Life of Brian (1979) filmini izlemenizi öneririm.

İnsanlığı ya da bir grup insanı kurtarma sorumluğunun tek kişide olması çok saçma değil mi? Böyle birinin insan üstü özelliklere sahip olması gerekmez mi? Diğer türlü o kadar insanı tek başına nasıl kurtarabilir ki? Zaten bu yüzden antik dönem ve öncesinde, o kadar çok tanrı var. İsmi bilinen çoğu tanrının arkeolojik araştırmalar sonucunda, bir  zamanlar dinî veya askerî sınıfa ait birer figür olduğu biliniyor. Roma’nın imparatorluk döneminde her imparatorun kendi kültünü yaratması ve adına tapınaklar inşa edilmesi, insanlığın bu alışkanlığının bir devamı aslında. Nitekim tarihteki Türk devletlerinde de hakan, Tanrı’nın yeryüzündeki suretidir ve başa geçmesi için bunu kanıtlaması gerekir.

Uzun lafın kısası, kahramanlık anlatıları tarih boyunca süregelen bir olgu. Kimi zaman bir ihtiyaçtan beslenmiş, kimi zaman da bir propaganda aracı olarak hizmet görmüş. Bu tarihî gerçeği değiştiremeyiz. Lakin giderek demokratikleşen ve bilimsel verilerle eskiden bilinemeyen çoğu olgunun açıklandığı bir dünyada kahramanlık kültüne duyulan ihtiyaç bence sorgulanmalı. Zaten sorgulanıyor ki dünya bir dönemece girmek üzere.

No Time to Die (Kaynak: MGM)

Şahsen ben artık isimlere oy vermek istemiyorum. Kurumsallaşmış, anonimleşmiş ve merkeziyetsizleşmiş bir dünya hayal ediyorum. (Böyle bir dünyanın da kusursuz olamayacağının bilincindeyim, Ursula K. LeGuin klasiği Mülksüzler tam da böyle bir dünyadaki sorunları teşhis eder. Bu sebeple çözümün komünizm olmayacağını, özel mülkiyetin devam edeceğini düşünüyorum.) Bu yüzden de Bond’un tek başına her şeye kâdir olmasına artık aklım yatmıyor ve zevk de alamıyorum. Bourne gibi arızalı, acı çeken, kendisini ve sistemi devamlı sorgulayan karakterler ilgimi daha çok çekiyor. Ya da bir animasyon olmasına karşın  ‘sıradan bir insan da kahraman olabilir çünkü önemli olan hislerin ve düşüncelerin’ anlatısını derinlemesine işleyebilen The Lego Movie (2014) beni daha çok tatmin ediyor.

Benim gibi düşünen ve bu kalıpları sorgulayan insanların giderek çoğaldığını biliyorum. Yeni nesilde; ailesinde, okulunda, işinde, ülkesinde yani günlük hayatın her yerinde tek kişiye bağımlı bir sistemi reddeden kişilerin sayısının daha da artacağını düşünüyorum. Lakin bu artış, sistemi nasıl ve ne şekilde değiştirebilir tahayyül edemiyorum. Sanırım bunu ancak zamanı geldiğinde göreceğiz.

İnsanın Makineleşmesine Dair

Son zamanlarda aşı karşıtlarının en çok kullandığı argümanlardan biri, aşılanan insanın beyninde çip oluşacağı teorisi. Bu, aslında çok daha büyük bir korkunun ya da endişenin özelleşmiş bir hâli. İnsanlık, endüstri devriminin başından beri makineleşmekten korkuyor. Önceleri birkaç düşünür veya sanatçının kafa yorduğu bu konu, artık sokaktaki insanın da günlük muhabbeti arasına girdi.

Tektipleşmeye, duygusuzlaşmaya veya küreselleşmeye itiraz etmeyen, etmeyi bile düşünmeyen bir insanın; bir çip ya da kablo takılarak makineleşeceğini veya robotların işini elinden aldığında aç kalacağını düşünmesi bana ironik geliyor. Neden olduğunu açıklamaya çalışacağım.

Bir makinenin/robotun bir insana göre en önemli avantajı; yorulmadan, hastalanmadan, dinlenmeye ihtiyaç duymadan ve duygularını yaptığı işe asla karıştırmadan çalışabilmesidir. Ayrıca bir makine/robot bozulduğunda veya ömrünü tükettiğinde işini kısa vadeli olarak aksatması dışında hiçbir sorun oluşturmaz. Kolayca gözden çıkarılır, kimsenin onunla duygusal bir bağı olmadığından hatırlanmaz, yaptığı işe ekstra bir vasıf katmadığından kolayca yeri doldurulabilir.

Chaplin’in bu ölümsüz başyapıtı, insanın modern dünyadaki konumunu sorgulayan ilk filmlerdendir.

Yukarıdaki paragraftaki makine yerine insanı koyduğunuzda kavramların çok da sırıtmadığını fark etmişsinizdir. Etmediyseniz bir daha okumanızı öneririm. Bu durum, aslında Marx’ın ta 19. yüzyılda yazdığı, Charlie Chaplin’in de Modern Times‘ta (1936) görselleştirdiği ‘insanın (fiziksel olarak) doğaya, çevresine ve hatta kendisine yabancılaşması’nın gelebileceği en son durumdur. İnsan, yaşamdan o kadar soyutlanacak, yaptığı işle o derece özdeşleşecek ama aynı zamanda o işin önüne geçmeyecektir ki onun varlığı bile sorgulanabilecektir.

Daha fazlasını oku…

Salgın Günlükleri – 5

Sadece son üç hafta içerisinde aşağıdaki olaylar yaşandı:

Kaynak: bbc.com
  • Doğduğum şehir olan, akraba ve arkadaşlarımın hatırı sayılı bir kısmının yaşadığı İzmir’de 5.6 ila 7.0 arası bir deprem oldu. Bir sürü insan öldü, daha çoğu fiziksel yaralandı, çok daha fazlası ise psikolojik travma yaşandı. Ayrıca bir sürü apartman yıkıldı, çok daha fazlası oturulamaz hâle geldi.
  • Pandeminin etkisi daha da hissedilmeye başladı. Sağlık çalışanlarının izinleri ve istifa hakları süresiz kaldırıldı. Hastalığa yakalanmalar ve hatta ölümler daha da fazlalaşmaya başlarken, çoğu kişi ilk defa yakınlarından kötü haberler aldı. Bazı yeni kısıtlamalar gelirken, bazıları da sıkılaştırıldı.
  • Demokrasinin beşiği denilen ABD’de seçim oldu. Joe Biden beş günlük oy sayımının ardından başkanlığını ilan etti. Böylece ilk defa kadın ve Hint asıllı bir ABD vatandaşı başkan yardımcısı seçildi. Trump yenildiğini kabul etmedi, itirazlarını devam ettiriyor. Tüm bu süreç de 21. yüzyılda demokrasinin nereye gittiği konusunda, bilhassa politik felsefe ve buna etki edenler üzerine düşünenleri daha da telaşlandırdı.
  • Türkiye ekonomisinin kötü gidişine kayıtsız kalamayan Cumhurbaşkanı, TC Merkez Bankası Başkanı’nı normal süresinin yarısı dolmadan değiştirdi. Hemen ardından Cumhurbaşkanı’nın damadı olan Hazine ve Maliye Bakanı, bir sosyal medya platformu üzerinden istifa etti. Bu istifayı hiçbir ana akım medya haber yapamadı.
  • Cumhurbaşkanı’nın ekonomiyi düzeltmek için bağımsız adalet sistemi gibi yapısal reformlar yapılacağı duyurusunun haftasında, bir genci öldürürken fotoğrafı olan bir polis aynı cinayetten delil yetersizliği sebebiyle beraat etti. Aynı zamanda fotoğrafı çeken muhabirin 20 yıl hapis istemiyle yargılandığı öğrenildi.
  • Tüm bu ciddi konular sorgulanmadan, tartışılmadan, üzerine kafa yorulmadan kenarda dururken; yurdum insanı Berkun Oya’nın Netflix’te yayınlanan yeni mini-dizisi Bir Başkadır yüzünden birbirine girdi. Sevenlerle sevmeyenler arasında hakaret boyutuna varan sürtüşmeler oldu.

Tüm bu maddelere beraber baktığımda -bazılarının olduğu gibi- benim de aklıma şu soru geliyor: “Pandemi mi her şeyi bu kadar zıvanadan çıkardı?” Öyle ya, çoğu kişi için pandemiye suç atmak en basit çözüm nicedir.

Lakin oturup azıcık düşününce bile yukarıdaki hiçbir maddenin sorumlusunun -dolaylı olarak bile- pandemi olmadığı çok aşikâr. Hatta yakın zamanda artan vaka sayılarının da sorumlusu insanlığın umursamazlığı, gamsızlığı, bencilliği.

Pandemi nice şey için sadece bir katalizör görevi gördü. Bunun iki görünür örneği var:

Daha fazlasını oku…
Kategoriler:fikir, politika, tarih