Arşiv

Archive for the ‘fikir’ Category

Kaos İçinde Yaşamak

14/03/2023 1 yorum

Türkiye kaosu seven, kaosla beslenen, nev-i şahsına münhasır bir ülke. İçinde barındırdığı bu kadar farklı görüşte ve anlayışta insana rağmen hâlâ tek vucüt olarak hareket etmeye çalışıyor. Buradaki sorun, bu amaç için çalışması değil; bağımsız bir ülke olarak tabii ideali bu olmalı. Başlıca sorun; bunun nasıl yapılacağının, hangi görüş esas alınarak bu hedefe ulaşılacağının net olmaması.

Atatürk bu hedefleri de, nasıl ulaşılacağını da aslında belirlemiş ve yasalaştırmış. Lakin ondan sonra devleti yönetenler, bunları ya kendine göre yontmuş ya da tamamen değiştirmiş. İşin vahimi şu ki hükumeti kuran her yeni bir kadro, eskisine asla güvenmediği için değiştirmeye/yontmaya/kendi açısından düzeltmeye devam etmiş. Öyle ki şu an muğlak ifadelerle dolu ve cunta rejimi tarafından yapılmış bir anayasamız, bu muğlaklıklara rağmen anayasayla çelişen kanunlarımız, tüm bunlarla çelişen tüzüklerimiz ve tüm bunlara rağmen hiçbir yasaya ve tüzüğe uymayan uygulamalarımız var. Misal kürtaj ülkede yasak değil ama kamu hastanelerinde yıllardır yapılmıyor. Veya bu yazı yazıldığı sıralarda Ekşi Sözlük’e erişim hiçbir açıklama yapılmadan engellendi.

Türkiye’nin kaosla tanıştığı dönem, Demokrat Parti’nin 1955 sonrası anti-demokratik uygulamalarıyla başladı denilebilir. (Kaynak: Star Gazetesi)

Türkiye’de bence başlıca sorun, niceliği ne kadar olursa olsun her kesimin ülkeyi kendi bildiği/istediği gibi yönetmek istemesi ve bunun dışındaki tüm alternatifleri baştan reddetmesi. Gerek makro, gerekse mikro açıdan ülkenin neredeyse hepsi demokrasiyi, istediğini fütursuzca yapabilmek sanıyor. Halbuki demokrasi, sadece kitabi olarak “başkasının haklarının başladığı yere kadar istediğini yapabilme” değildir, olmamalıdır. Bu tanımın günlük hayatta, üstelik her an ve koşulda karşılığı olmalıdır. Aksi hâlde kaos oluşur, zaten ülke bu yüzden en az 70 yıldır kaos içindedir.

Daha fazlasını oku…

Etkisiz Elemana Bir Ağıt: The Banshees of Inisherin

İnsanlık çok büyük bir dönüşümün arifesinde ve bunun sıkıntılarıyla cebelleşiyor. Bu dönüşümün ne zaman ve nasıl olacağı ile insanlığın sonrasındaki durumu meçhul.

Lakin tarımın başlaması, rönesans/aydınlanma, sanayi devrimi gibi diğer büyük dönüşümlerden biliyoruz ki bu süreçte edinilen kazançların yanı sıra yabana atılamayacak kadar büyük kayıplar da veriliyor. İşin ya da doğanın kanunu bu olsa da belki de tarihte ilk defa önümüzdeki dönüşümde kazançların yanında kaybettiklerimizi de bolca konuşacağız.

İrlandalı ünlü oyun yazarı, senarist ve yönetmen Martin McDonagh’ın son filmi The Banshees of Inisheren (2022) aslında bu kaybedilenlere şimdiden yakılan bir ağıt.

Kaynak: Variety

Film günümüzden yaklaşık bir asır önce, 1923 baharında İrlanda’ya yakın küçük bir adada geçiyor. Neredeyse her gün beraber bara gidip laklak eden Padraic ile Colm’un araları âniden bozulur. Çünkü adada sanatla uğraşan nadir insanlardan olan Colm, artık boş konuşmak yerine tüm vaktini, adını yaşatacak olan bir beste yapmaya vermek istemektedir. Oysa yapması gereken günlük işler dışında başka hiçbir şey hakkında düşünmeyen düz biri olan Padraic bu duruma hiç anlam veremez.

Daha fazlasını oku…

Eleştiri Kültürü Üzerine Düşünceler

Ülkemizde eleştiri kültürü maalesef yok. Bunun sürüyle sebebi var. Bir sosyolog, psikolog veya antropolog olmadığımdan bu sebepleri irdelemeye çalışsam da yüzeysel kalırım, şahsi iddialardan öteye gidemem. O yüzden bu yazıda, neden uzun zamandır kötü eleştiri yazmadığımı açıklamaya çalışacağım.

Bu konu aslında yıllardır üzerine -zaman zaman tabii- kafa yorduğum bir konu. Bu yazıda örnekleri filmler üzerinden vereceksem de aslında günlük hayatın her alanında, her ânında karşılaştığımız ikilemleri de kapsıyor. Çünkü eleştiri kavramı özünde demokratik bir eylem (bu yüzden de gayet politik) ve dozunu ayarlamak çok önemli.

Ergenken insan -doğal olarak- her şeye karışmaya hakkı olduğunu düşünüyor. Her konuda, her koşulda ve her zaman fikir beyan edebileceğini sanıyor. Çünkü o zamana kadar edindiği kısıtlı bilgiyle ve/veya bakış açılarıyla her şeyi bildiğini düşünüyor ve bu kısıtlı dağarcığıyla da gayet sert bir şekilde karşısında olduğu görüşü/kişiyi/kavramı/eseri tamamen subjektif açıdan eleştiriyor.

Buraya ufak ama önemli bir parantez açayım. Tüm insanların gelişim sürecindeki önemli aşamalardan biri olan ergenlik, fiziksel açıdan belli bir yaş aralığında gerçekleşiyorken psikolojik olarak sona erme yaşı -bence- çok değişebiliyor. Meramımı hemen bir örnekle açıklayayım: Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Ahlat Ağacı (2018) vizyondayken bir arkadaşım film hakkında fikrimi sormuştu, ben de “Bir ergenin büyüme hikâyesi sonuçta” deyince gülmüştü, “Üniversite mezunu biri nasıl ergen olur” diye.

Halbuki Ahlat Ağacı‘nın başkarakteri, fiziksel ergenliğini çoktan tamamlamış olsa da tavırları, davranışları, düşünceleri ile filmin başında tam bir ergendi. Yazacağı kitabın kapışılacağını, sevdiği kızın da onu sevdiğini, babasının silik bir karakterden ibaret olduğunu zannederken filmin sonunda fikirleri tamamen değişiyordu. Çünkü öncelikle kendisini tanımaya başlıyordu ve de dünyada hiçbir şeyin tek yönlü olmadığını fark ediyordu. Zaten bu sürece de olgunlaşma deniyor lakin maalesef olgunlaşmanın net bir yaşı yok.

Daha fazlasını oku…
Kategoriler:fikir

Mülteci Sorununa Dair…

08/05/2022 2 yorum

Adına ister mülteci, ister sığınmacı, ister göçmen deyin; doğduğu/büyüdüğü yerden ayrılarak yaşamak için yeni bir yer arayan/bulan insanlar tarihin her ânında var olduğu gibi, gelecekte de var olacaktır. Bu gerçeği kimsenin engellemesi mümkün değil. Vereceğim birkaç örnekle bu imkansızlığı bir nebze olsun anlatmaya çalışacağım.

Eşimle ilk gezimizi Kapadokya’ya yapmıştık ve orada Kaymaklı Yer Altı Mağaraları’nı da ziyaret etmiştik. Tuttuğumuz rehber bize bu mağaralarda kimlerin, nasıl yaşadığını aktarırken, en altta bulunan yedinci katta mültecilerin kaldığını ve görevlerinin üst katlarda yaşayanların tuvaletlerini temizlemek ile ayak işlerini yapmak olduğunu söylemişti.

Kaynak: Antik Yazar

Peki Anadolu’da sadece bu mağaraların sıklıkla kullanıldığı İslamiyet öncesi dönemde mi mülteci akını vardı? Bu sorunun yanıtını tarihle birazcık ilgilenenler bile bilecektir. Truva’nın neden 10 katmandan oluştuğunu*, daha bir sürü antik Anadolu kentinin farklı halkların akınlarıyla işlevsiz hâle geldiğini veya aynı kentte bazen bin yıl ya da daha fazla sene arayla yaşamış medeniyetlerin yapılarının yan yana olduğunu biliyor musunuz?

Daha fazlasını oku…

21. Yüzyılda Bond’a İhtiyacımız Kaldı mı?

Geçen gün son Bond filmi No Time to Die‘ı (2021) izledim. Kendimi hep bir Bond hayranı olarak nitelemişimdir lakin filmi izlerken ‘gerçekten bir Bond hayranı’ olup olmadığımı sorguladım. Çünkü serinin son halkası, gençliğimde hayranlıkla izlediğim Connery, Brosnan ve de Dalton filmleri (Moore filmleri bana daima fazla karikatürize-saçma gelmiştir) kadar eğlenceli, hatta onların gerçek dışılıklarına biraz Bourne havası katılmış olarak daha gerçekçi versiyonuydu. Yine de bir yapaylık vardı bana göre.

Bu yapaylığın sebebi Bond klişeleri, kırılamayan maçoluğu, büyük şansı değil; Bond’un daimi yalnızlığı ve her zaman tüm engellere rağmen tek başına dünyayı kurtarmasıydı. Neden ona muhtacız? Nasıl oluyor da incelikle hazırlanmış planlar, devasa organizasyonlar ve yapılar onun karşısında kağıttan evler misali yıkılabiliyor? Bunun en açık tezahürü serinin bir önceki filmi Spectre‘deydi (2015), finalde Bond resmen kılını kıpırdatmaya gerek duymadan çöldeki devasa yapıyı patlatmıştı. Yeni filmde ise çok ciddi bir darbe alsa da sonuçta ana kötüyü de, yardımcılarını da, içinde bulundukları tesisi de tarihe gömen tek başına yine Bond oldu.

No Time to Die (Kaynak: MGM)

Aynı konu yakın zamanda etraflıca Dune (2021) üzerinden de tartışıldı. Bu film özelinde, evrenin kurtuluşunun tek bir kişiye bağlı olması ne kadar mantıklı? Bir de bu ‘seçilmiş kişi’nin ‘günün birinde’ gelecek olmasının halk tarafından bilinmesi ve yoğun umutlar beslenmesi, 21. yüzyıl için çok bayağı ve acınası değil mi? Filmin uyarlandığı kitabı okumadım, zaten lafım ona değil. Star Wars dahil çoğu eseri etkileyen ve David Lynch ile Alejandro Jodorowski gibi iki kült ve uçuk beyni kendine çekebilen bir bilim-kurgu klasiği sonuçta.

Şahsi olarak pandemiden önce bile insanlığın çok keskin bir dönüm noktasının hemen öncesinde olduğunu hissediyordum. Pandemi ve aynı dönemde dünyada yaşanan (artan yangınlar, kuraklıklar, küresel ekonomik kriz, vb.) diğer mühim gelişmeler bana bu dönüm noktasının giderek yaklaştığını düşündürtüyor. Lakin insanlık bu dönemeci atlatacaksa bir ya da birkaç kişi sayesinde olmayacağını da biliyorum.

Dune (Kaynak: Warner Bros)

Mesih veya kahramanlık öykülerinin insanlık tarihi boyunca var olduğunu ve çok sevildiğinin farkındayım. Sonuçta hiçbir umudu olmayan kitlelere (kendisinin yaşayamayacağı/göremeyeceği ama soyundan birinin ‘o’ olabileceğine yönelik) sahte bir umut vermek için müthiş bir fikir. Aynı zamanda bu fikre/hikâyeye inananlar için  de üzerindeki sorumluluğu atmak/yıkmak için güzel bir bahane. Nasılsa ‘o’ gelip insanlığı kurtaracak neden çalışsın ki / iyilik yapsın ki / başkalarına yardım etsin ki / kafasını çalıştırmaya uğraşsın ki? Monty Python ekibinin harika bir şekilde bu şablonla dalga geçtiği The Life of Brian (1979) filmini izlemenizi öneririm.

İnsanlığı ya da bir grup insanı kurtarma sorumluğunun tek kişide olması çok saçma değil mi? Böyle birinin insan üstü özelliklere sahip olması gerekmez mi? Diğer türlü o kadar insanı tek başına nasıl kurtarabilir ki? Zaten bu yüzden antik dönem ve öncesinde, o kadar çok tanrı var. İsmi bilinen çoğu tanrının arkeolojik araştırmalar sonucunda, bir  zamanlar dinî veya askerî sınıfa ait birer figür olduğu biliniyor. Roma’nın imparatorluk döneminde her imparatorun kendi kültünü yaratması ve adına tapınaklar inşa edilmesi, insanlığın bu alışkanlığının bir devamı aslında. Nitekim tarihteki Türk devletlerinde de hakan, Tanrı’nın yeryüzündeki suretidir ve başa geçmesi için bunu kanıtlaması gerekir.

Uzun lafın kısası, kahramanlık anlatıları tarih boyunca süregelen bir olgu. Kimi zaman bir ihtiyaçtan beslenmiş, kimi zaman da bir propaganda aracı olarak hizmet görmüş. Bu tarihî gerçeği değiştiremeyiz. Lakin giderek demokratikleşen ve bilimsel verilerle eskiden bilinemeyen çoğu olgunun açıklandığı bir dünyada kahramanlık kültüne duyulan ihtiyaç bence sorgulanmalı. Zaten sorgulanıyor ki dünya bir dönemece girmek üzere.

No Time to Die (Kaynak: MGM)

Şahsen ben artık isimlere oy vermek istemiyorum. Kurumsallaşmış, anonimleşmiş ve merkeziyetsizleşmiş bir dünya hayal ediyorum. (Böyle bir dünyanın da kusursuz olamayacağının bilincindeyim, Ursula K. LeGuin klasiği Mülksüzler tam da böyle bir dünyadaki sorunları teşhis eder. Bu sebeple çözümün komünizm olmayacağını, özel mülkiyetin devam edeceğini düşünüyorum.) Bu yüzden de Bond’un tek başına her şeye kâdir olmasına artık aklım yatmıyor ve zevk de alamıyorum. Bourne gibi arızalı, acı çeken, kendisini ve sistemi devamlı sorgulayan karakterler ilgimi daha çok çekiyor. Ya da bir animasyon olmasına karşın  ‘sıradan bir insan da kahraman olabilir çünkü önemli olan hislerin ve düşüncelerin’ anlatısını derinlemesine işleyebilen The Lego Movie (2014) beni daha çok tatmin ediyor.

Benim gibi düşünen ve bu kalıpları sorgulayan insanların giderek çoğaldığını biliyorum. Yeni nesilde; ailesinde, okulunda, işinde, ülkesinde yani günlük hayatın her yerinde tek kişiye bağımlı bir sistemi reddeden kişilerin sayısının daha da artacağını düşünüyorum. Lakin bu artış, sistemi nasıl ve ne şekilde değiştirebilir tahayyül edemiyorum. Sanırım bunu ancak zamanı geldiğinde göreceğiz.

İnsanın Makineleşmesine Dair

Son zamanlarda aşı karşıtlarının en çok kullandığı argümanlardan biri, aşılanan insanın beyninde çip oluşacağı teorisi. Bu, aslında çok daha büyük bir korkunun ya da endişenin özelleşmiş bir hâli. İnsanlık, endüstri devriminin başından beri makineleşmekten korkuyor. Önceleri birkaç düşünür veya sanatçının kafa yorduğu bu konu, artık sokaktaki insanın da günlük muhabbeti arasına girdi.

Tektipleşmeye, duygusuzlaşmaya veya küreselleşmeye itiraz etmeyen, etmeyi bile düşünmeyen bir insanın; bir çip ya da kablo takılarak makineleşeceğini veya robotların işini elinden aldığında aç kalacağını düşünmesi bana ironik geliyor. Neden olduğunu açıklamaya çalışacağım.

Bir makinenin/robotun bir insana göre en önemli avantajı; yorulmadan, hastalanmadan, dinlenmeye ihtiyaç duymadan ve duygularını yaptığı işe asla karıştırmadan çalışabilmesidir. Ayrıca bir makine/robot bozulduğunda veya ömrünü tükettiğinde işini kısa vadeli olarak aksatması dışında hiçbir sorun oluşturmaz. Kolayca gözden çıkarılır, kimsenin onunla duygusal bir bağı olmadığından hatırlanmaz, yaptığı işe ekstra bir vasıf katmadığından kolayca yeri doldurulabilir.

Chaplin’in bu ölümsüz başyapıtı, insanın modern dünyadaki konumunu sorgulayan ilk filmlerdendir.

Yukarıdaki paragraftaki makine yerine insanı koyduğunuzda kavramların çok da sırıtmadığını fark etmişsinizdir. Etmediyseniz bir daha okumanızı öneririm. Bu durum, aslında Marx’ın ta 19. yüzyılda yazdığı, Charlie Chaplin’in de Modern Times‘ta (1936) görselleştirdiği ‘insanın (fiziksel olarak) doğaya, çevresine ve hatta kendisine yabancılaşması’nın gelebileceği en son durumdur. İnsan, yaşamdan o kadar soyutlanacak, yaptığı işle o derece özdeşleşecek ama aynı zamanda o işin önüne geçmeyecektir ki onun varlığı bile sorgulanabilecektir.

Daha fazlasını oku…

Salgın Günlükleri – 5

Sadece son üç hafta içerisinde aşağıdaki olaylar yaşandı:

Kaynak: bbc.com
  • Doğduğum şehir olan, akraba ve arkadaşlarımın hatırı sayılı bir kısmının yaşadığı İzmir’de 5.6 ila 7.0 arası bir deprem oldu. Bir sürü insan öldü, daha çoğu fiziksel yaralandı, çok daha fazlası ise psikolojik travma yaşandı. Ayrıca bir sürü apartman yıkıldı, çok daha fazlası oturulamaz hâle geldi.
  • Pandeminin etkisi daha da hissedilmeye başladı. Sağlık çalışanlarının izinleri ve istifa hakları süresiz kaldırıldı. Hastalığa yakalanmalar ve hatta ölümler daha da fazlalaşmaya başlarken, çoğu kişi ilk defa yakınlarından kötü haberler aldı. Bazı yeni kısıtlamalar gelirken, bazıları da sıkılaştırıldı.
  • Demokrasinin beşiği denilen ABD’de seçim oldu. Joe Biden beş günlük oy sayımının ardından başkanlığını ilan etti. Böylece ilk defa kadın ve Hint asıllı bir ABD vatandaşı başkan yardımcısı seçildi. Trump yenildiğini kabul etmedi, itirazlarını devam ettiriyor. Tüm bu süreç de 21. yüzyılda demokrasinin nereye gittiği konusunda, bilhassa politik felsefe ve buna etki edenler üzerine düşünenleri daha da telaşlandırdı.
  • Türkiye ekonomisinin kötü gidişine kayıtsız kalamayan Cumhurbaşkanı, TC Merkez Bankası Başkanı’nı normal süresinin yarısı dolmadan değiştirdi. Hemen ardından Cumhurbaşkanı’nın damadı olan Hazine ve Maliye Bakanı, bir sosyal medya platformu üzerinden istifa etti. Bu istifayı hiçbir ana akım medya haber yapamadı.
  • Cumhurbaşkanı’nın ekonomiyi düzeltmek için bağımsız adalet sistemi gibi yapısal reformlar yapılacağı duyurusunun haftasında, bir genci öldürürken fotoğrafı olan bir polis aynı cinayetten delil yetersizliği sebebiyle beraat etti. Aynı zamanda fotoğrafı çeken muhabirin 20 yıl hapis istemiyle yargılandığı öğrenildi.
  • Tüm bu ciddi konular sorgulanmadan, tartışılmadan, üzerine kafa yorulmadan kenarda dururken; yurdum insanı Berkun Oya’nın Netflix’te yayınlanan yeni mini-dizisi Bir Başkadır yüzünden birbirine girdi. Sevenlerle sevmeyenler arasında hakaret boyutuna varan sürtüşmeler oldu.

Tüm bu maddelere beraber baktığımda -bazılarının olduğu gibi- benim de aklıma şu soru geliyor: “Pandemi mi her şeyi bu kadar zıvanadan çıkardı?” Öyle ya, çoğu kişi için pandemiye suç atmak en basit çözüm nicedir.

Lakin oturup azıcık düşününce bile yukarıdaki hiçbir maddenin sorumlusunun -dolaylı olarak bile- pandemi olmadığı çok aşikâr. Hatta yakın zamanda artan vaka sayılarının da sorumlusu insanlığın umursamazlığı, gamsızlığı, bencilliği.

Pandemi nice şey için sadece bir katalizör görevi gördü. Bunun iki görünür örneği var:

Daha fazlasını oku…
Kategoriler:fikir, politika, tarih

Salgın Günlükleri – 4

Covid-19 pandemi süreci dünyayı olduğu gibi, beni de etkilemeye devam ediyor. Önceki yazılarımda paylaştığım ufak fiziksel etmenleri/olayları bir kenara bırakırsak, düşünsel ve psikolojik bir süreçten geçiyorum.

Okuduklarım, izlediklerim, dinlediklerim ve de yaşadıklarımla birebir bağlantılı olsa da bence esas olarak bu salgın sürecinde kişilerin ve kurumların salgına ve genel olarak hayata verdikleri ve vermedikleri tepkiler beni hayal kırıklığına uğrattı.

Mesela salgının başlangıcında ikinci/üçüncü dalganın neden olabileceğini anlamlandıramıyordum. Bir şekilde durumu kabullenen ve bilinçlenen kişi/kurum gerekli önlemleri alarak salgın bitene kadar sürdürecekti, benim düşünceme/algıma göre. Ama hiç de böyle olmuyormuş meğer. Tarihteki diğer salgınların açıkça gösterdiği üzere, insanlık unutmaya bu konuda da -her ne kadar yaşamsal olsa da- fena halde yatkınmış.

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın defaatle yenilediği üzere daha birinci dalga bitmeden çoğu insan kafasından salgını bile sildi. Fiziken salgının olduğu bir düzende yaşamaya devam etse de, kağıt üzerinde bu doğrultuda birtakım kararlar alsa da uygulamada salgın yokmuş gibi düşünüyor, karar veriyor ve eylemde bulunuyor.

İkinci dalga gelince çok mu farklı olacak? Hayatı değiştiren başka bir durum/olay (deprem, savaş, iklim krizi, vs.) olduğunda farklı mı olacak?

Daha fazlasını oku…

Salgın Günlüğü – 3

Bu yazıda iki kişisel gelişmeden kısaca bahsettikten sonra ünlü Demirkırat (1991) belgeseli üzerine birkaç düşüncemi yazacağım.

Geçen yazıda söz ettiğim üzere 26 Nisan itibariyle vardiyalı olarak ofis hayatına döndüm. Pandemi sırasında toplu hayata intikal etmek ilginç. Başta kişinin kendisi de karşısındaki de huzursuz oluyor. Sanki her konuştuğu kişi COVID-19 hastası, her tamas ettiği yüzeyde mikrop var gibi geliyor insana. Hareketlerinizi ona göre atıyorsunuz. Zaman içinde yeni rutinler geliştirmeye başlıyorsunuz.

Kişisel rutinlerim şöyle: Kapıdan çıkmadan önce maskemi takıyorum ve ofise girene kadar etrafla en az şekilde temas etmeye çabalıyorum. Şirkette masama oturduğumda (normalde Skype görüşmelerinde kullandığım) kulaklığımı takarak maskenin iplerini kulaklığa aktarıyorum. Böylece kulak arkasının yara olma durumunun önüne geçebildim. Bu durumda yemek hariç her yere kulaklıkla (kablosu boynuma dolanmış şekilde) gitmek zorunda kalsam da konforumu sağlayabildim.

Yemeğimi mutlaka evden götürüyorum. Öğlen mikro dalgada ısıtıp kapalı kantinin boş masalarında tek başıma yiyorum. Maskemi su ve kahve içmek arada indirsem de hep ağzımı ve burnumu kapatacak şekilde tutmaya özen gösteriyorum.

Eve giriş ise apayrı bir ritüel. Etrafa pek temas etmeden elimi yıkıyorum, telefonumu ıslak mendille temizliyorum ve hemen ardından duşa giriyorum. Normalden farklı olarak da gözlüğümü ve kulak arkaları dahil tüm yüzümü uzun süre sabunluyorum. 15 yılı aşkın süredir dışarı çıktığı her gece yatmadan önce -ne kadar yorgun olsam da- yıkanma rutinim böylece kökünden değişti. Daha fazlasını oku…

Salgın Günlüğü – 2

24/04/2020 1 yorum

Ufak çöp atmaları saymazsak evden hiç çıkmadığım dördüncü haftayı da bitirmek üzereyim. Lakin haftaya bu dönem de sona erecek ve düzenli ofise gitmeye başlayacağım.

İlk salgın günlüğümde evden ne kadar verimli çalıştığımdan ve hatta bu durumun normal mesai kavramını değiştirdiğinden bahsetmiştim. Sen misin, öyle yazan? Haftaya vardiyeli şekilde çalışmaya başlayacağım. Bu garip dönemde ofis hayatı da bir o kadar garip olacaktır. İzlenimlerimi üçüncü günlükte anlatırım artık.

Lütfi Ö. Akad

Yaklaşık 14 ay sonunda (sadece bazı geceler okuduğumdan bu kadar uzadı) Alâeddin Şenel’in Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi‘ni (4. Baskı, 2018, İmge Kitabevi) bitirebildim. Büyük patlamadan yakın çağa kadar insanlığı etkileyen olayları aktaran bu devasa kitabı, dünya hakkında birazcık kafa yoran herkese tavsiye ederim. Bana çok şeyler kattı, üzerinde bayağı düşündürdü ki bu düşüncelerin bir kısmını şu yazımda okuyabilirsiniz. Ardından aylık rutin dergilerimle biraz rahatlayınca sonbaharda başlayıp devam edemediğim Lütfi Ö. Akad otobiyografisi Işıkla Karanlık Arasında‘ya (2. Baskı, 2018, İletişim Yayıncılık) tekrar başladım. Sinema literatürünün klasiği François Truffaut’un Hitchcock nehir söyleşisinden (1. Baskı, Çev.: İlyas Hızlı, 1987, Afa Yayınları) sonra Akad’ın anılarını okumak çok ilginç oldu. Biri dünya, biri de ülkemiz sinemasına damga vurmuş bu iki yönetmenin, yönetmenliği öğrenmek için benzer -hatta kimi zaman aynı- yerlerden geçtiğini görmek çarpıcı. Daha fazlasını oku…