Arşiv
33. İstanbul Film Festivali Notları – 2
Aysel Bataklı Damın Kızı [Muhsin Ertuğrul – 1934 – Türkiye]
Sinema tarihiminiz ilklerini temsil eden bir klasik. Kesin olamasam da ilk köy filmi ve aynı zamanda ilk popüler film denilebilir. Senaryosu, Tösen fran Stormyrtorpet adlı bir İsveç filminden ünlü yazarımız Nazım Hikmet tarafından uyarlanmıştır. Müzikleri ünlü besteci Cemal Reşit Rey’e aittir. Yönetmeni ise dönemin sinema ve tiyatro sektörlerine hegemonya kurmuş Muhsin Ertuğrul’dur. Oyuncular da Ertuğrul’un kadrosudur: Talat Artemel, Cahide Sonku (ilk ünlü olduğu film), Hazım Körmükçü (bizim tanıdığımızın dedesi), Feriha Teyfik (ilk tescilli güzelimiz), Mahmut Moralı, ..
Hikaye, temizliğe gittiği eski evin sahibinden bir çocuğu olan Aysel’in mahkemesiyle başlar. Nafaka vermemek için çocuğu kabul etmeyen adamın yalan söylemesine dayanamayan Aysel, davadan vazgeçer (“Çocuğumun babasının yalan söylemesine gönlüm el vermiyor, Hakim Bey!”). Bunu takdir eden köyün zenginlerinden Ali, Aysel’i evine hizmetçi olarak alır. Aynı sırada da yine zengin olan ve İstanbul’da okumuş Gülsüm ile nişanlanır. Gülsüm de evlilik için Aysel”in atılmasını şart koşar ve attırır. Düğün öncesi Ali’nin gittiği meyhanede bir adam öldürülür ama Ali geceden bir şey hatırlamamaktadır ve kendisinin öldürdüğünü sanar. Hakikati ise Aysel bilmektedir.
Sinemamızın ilk dönemi olan Tiyatrocular Dönemi’ne (asıl işi tiyatro olup yazın film çeken kişilerdir, başlarında Muhsin Ertuğrul vardır ve 1948’e dek sürer) ait olduğundan oldukça vasat olduğunu sanıyordum. Oysa ki yan öykülerle destekli iyi bir hikaye kurgusu, güzel diyaloglar, başarılı oyunculuklar ve en önemlisi gayet başarılı bir yönetmenlik buldum. Bazı çekimler beni çok şaşırttı, Yeşilçam’da bile pek kullanılmayan açılar bulunuyor ki bunlar hikayeye oldukça dinamizm katıyor. Ayrıca dönemin politikası da gereği köylüye yapılan vurgu önemli. Ama en mühim mesajı, ezilen ama gururunu satmayan kadın üzerinden veriyor. Film boyunca Aysel’e yapılan iftiralar ve bunların karşısında Aysel’in duruşunu göstermesi oldukça feminen bir açı katıyor filme. Çekimlerin Bursa’nın Çalı Köyü’nde (artık mahalle oldu!) yapıldığını ve film 70’lerde TRT’de yayınlandığında köyde ufak çaplı olay yaşandığını (“Ölmüş dedemin genç hali televizyonda nasıl gözükebilir?” gibi sorular yüzünden) ilginç bir not olarak düşelim. Tarihimize dair önemli bir yapıt.
Yatık Emine [Ömer Kavur – 1974 – Türkiye]
Bana göre ülkemiz sinema tarihinin en iyi yönetmeni olan ama yeterince değer verilmeyen Ömer Kavur, daha ilk filminde izleyenleri şaşırtmayan bir konu seçmiş. Refik Halit Karay’ın bir öyküsünden Turgut Özakman’ın uyarladığı eser, adı kötüye çıktığı için devlet tarafından şehir şehir sürgün edilen Emine’nin son durağında başına gelenleri anlatıyor. İsmi açıklanmayan Anadolu’nun bir kasabasına getirilen Emine, namı kendisinden önce geldiği için hakaretlere, şiddete ve açlığa maruz kalıyor. Sadece iş ve yiyecek ekmek isterken Anadolu insanının acımasızlığı, kibri ve önyargısıyla oradan oraya savruluyor. İzleyicinin acı çekerek izlediği filmde, Emine’ye tek insan gibi davrananların şehir dışından (hatta İstanbul’dan) gelmiş olmaları da dikkat edilmesi gereken bir öğe. Herhalde Yaban‘dan sonra Anadolu insanının gerçek yüzünü bu kadar açık ve gerçekçi şekilde gösteren başka bir eser görmemiştim.
Anadolu’da bir birey olmanın (hele yabancı ve kadınsan) zorluklarını oldukça dramatik şekilde aktaran Kavur, 8 yıl sonra aynı konuyu bir aşk hikayesi içine yedirerek başyapıtlarından Bir Kırık Aşk Hikayesi‘ni çekmiştir. İlk filminde ise konuyu alabildiğine sert ele almış ki bu husus filmin seyrini zorlaştırıyor. Ayrıca senaryodaki bazı yan hikayelerin hava kaldığını görülüyor. Yine başrollerdeki Necla Nazır ile Serdar Gökhan’ın plastik oyunculukları da ilgi kaybettiriyor (Gökhan’ın Ayı Dansı sahnesi çok yapmacık mesela). Kavur’un bu olmusuzluklara rağmen, hikaye çatısını oturtması, atmosferi kurması ve derdini tavizsiz anlatışıyla sinema tarihinimizdeki sayılı filmden biri olarak anılmayı hak ediyor. Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema
Frances Ha [Noah Baumbach – 2013]
Şahsen The Whale and The Squad ile tanıdığım egzantrik bağımsız filmlerin (Greenberg, Margot at the Wedding) yönetmeni Noah Baumbach’ın yeni filmi, iyice serbest sularda geziyor. Yer yer Fransız Yeni Dalgası’nın ‘hayatın gündelik akışına kendini bırakışı‘nı, yer yer de Woody Allen’ın ‘mutlu olmamak için sebebi yokken felsefi çıkarımları yüzünden kendinden nefret eden ama bir şekilde de yaşayan enteli‘ni barındırarak bunları kıvamında birleştirip sağlam bir büyüme öyküsü oluşturabiliyor. Senaryoya da katkıda bulunan başrol oyuncusu Greta Gerwig, role çok şey katıyor. Siyah-beyaz görüntüleri ile de bir New York ve hayat güzellemesine dönüşüyor. Yılın en kayda değer alternatif filmlerinden.
The World’s End [Edgar Wright – 2013]
Shaun of the Dead ve Hot Fuzz‘ın dahil olduğu parodi üçlemesini, son ayağı olan The World’s End ile kapatıyorlar Wright/Pegg/Frost üçlüsü. Ama ne yazık ki ilk iki filmdeki başarılı öykü kurgusu ile zeki esprilerden eser yok. Hiçbir amacı ve dayanağı olmayan bir hikayeye inanmamızı ve de gülmemizi istiyorlar. Ama zerre gülemiyorsunuz çünkü baştan sona saçmalık izlediklerimiz. Bir avarenin, eski lise arkadaşlarını (hiç sebep yokken) toplayıp eski kasabalarına gitmelerini, bir gecede 12 bar dolaşma çabalarını ve bu esnada maruz kaldıkları uzaylı istilasını seyrediyoruz.
Kuma [Umut Dağ – 2012]
Haneke’nin öğrencisi olan Umut Dağ, belli ki hocasını iyi dinlemiş. Avusturya’da doğup büyüyen Dağ, çektiği ilk uzun metrajında Haneke’nin ustalaştığı ‘normal insanın sakladığı sırrın, kendisinin ve çevresinin hayatında yarattığı önlenemez baskı, gerilim ve değişimleri anlatma sanatı‘nı Avusturya’da yaşayan muhafazakar bir Türk ailesine uyguluyor. Ailenin kanser olan annesi, kendi eliyle Türkiye’deki köyünden kocasına bir kuma alıyor ama onu büyük oğluyla evlendirip aile dışında herkese de böyle tanıtıyor. Kuma, başta aileye alışmakta zorluk çekse de annenin gayretiyle aileden biri oluyor. Beklenmedik bir gelişme ise aile içindeki sırrın yavaştan ortaya çıkmasını sağlıyor.
Öncelikle senaryo kurgusu ve Dağ’ın yarattığı gerilim atmosferi çok başarılı. Böylelikle hep istim üzerinde izlenen heyecan dolu bir film olmuş. Bunun yanında bizim ülkemizde pek konuşulmayan Türk aile yapısı dinamiklerini layığıyla ifşa ediyor. Yine bizde pek olmayan otoeleştiri mekanizmasının bunun yanına oturturulması gerçekten alkışlanılası. Dağ’ın daha ilk filminde bu kadar meziyeti abartısız ortaya koyması çok sevindirici. Ayrıca başta Nihal Koldaş ve Murathan Muslu olmak üzere tüm kadronun oyunculukları çok başarılı. 2013’ün en iyilerinden olduğu kesin!
Monsters University [Dan Scanion – 2013]
Pixar, büyüsünü yitiyeli çok oldu, hele Disney’e tamamen satıldıktan sonra. İlk film Monsters Inc. ben pek bayılmasam da Pixar’ın şaşaalı dönemine aitti (hatta bazı eleştirmenler bu dönemin son filmi olarak nitelerler). Devam filmi, yapısı gereği popülerlik kokuyor. Yine de kendi çapında bir şirinliği mevcut ama bu onu sadece izlenebilir kılabiliyor.
Prisoners [Denis Villeneuve – 2013]
İki yıl önce çektiği muazzam siyasi gerilim Incendies ile radarımıza giren Villeneuve, kariyerine Hollywood’da bir intikam gerilimiyle devam ediyor. İki yakın komşu ailenin kız çocukları bir gün kaybolur. Başta aileler ve polis olmak üzere herkes alarma geçer. Önce delilik sınırında bir gençten şüphelenilir ama ondan bir şey çıkmayınca herkesin sinir katsayısı artmaya başlar; çünkü günler geçmektedir ama kızlar bulunamamaktadır…
Daha önce de benzeri filmler (örneğin Reservation Road) izlediğimiz çocuk kaçırma geriliminde, yapabileceğinin en iyisini yapıyor film. Villeneuve sayesinde çok iyi bir kurguya ve tempoya sahip. 2.5 saatlik süresine rağmen süresini harika kullanmayı ve tempoyu düşürmemeyi başarıyor. Tabii Hugh Jackman, Jack Gyllenhaal, Paul Dano gibi kalburüstü oyunculara sahip olması ve onları çok iyi kullanması da cabası. Kısacası yılın en iyi popüler filmlerinden biri, hatta en iyi gerilimi.
Samsara [Ron Flicke – 2011]
90’ların şoke edici belgesellerinden Baraka, kelimelere ihtiyaç duymadan sadece dünyanın çeşitli yerlerinde çekilen görüntülerle bir çok şeyi anlatmayı başarıyordu: Din, coğrafya, kültür, siyaset, şehir, bilim, kapitalizm bunların birkaçıydı. 20 yıl sonra Ron Flicke, aynı yöntemi kullanarak Samsara‘yı çekti. Ülkemizde bu yıl gösterilen belgesel, Baraka‘yı izlemiş olmamıza rağmen hala tüyler ürpetiyor. Üstelik ona son 20 yılda iyice ayyuka çıkan silah çılgınlığını ekliyor. Defalarca izlenip, anlattıkları üzerine saatlerce konuşabililecek bir belgesel.
The Act of Killing [Joshua Oppenheimer, Anonymous – 2012]
60’larda Endonezya’ya gerçekleşen askeri darbe sonrası muhalif kişileri ‘komünist’ diye yaftalayarak öldüren gangsterlerin, tüm bunları sözde günah çıkararak ama gerçekte övünerek anlatmalarını izliyoruz bu 160 dakikalık belgesel boyunca. Gerçekten tüyler ürpertici bir gerçekle karşı karşıya kalıyorsunuz. Söz konusu kişilerin masumları öldürmelerini canlandırmaları bile korkutucu. Uzun süresi canınızı sıksa da 50 yıl boyunca yaşanan ve yaşanmaya devam eden bu vahşet karşısında bunlardan haberdar olmak o ölen masumlar adına az bile. Öyle gerçekçi bir belgesel ki filmin 2. yönetmeni dahil kadronun üçte ikisi, ölüm korkusuyla jeneriğe adlarını yazamamış!
The Broken Circle Breakdown [Felix van Groeningen – 2012]
Belçikalı yönetmen Groeningen, nonlineer bir kurguyla tutku dolu bir aşkın ortasını, başını ve sonunu anlatıyor. Aşkın, kendisini oluştururken (bir kimyasal bileşik misali) onu oluşturan bireyleri yok edişini tüm yalınlığıyla ve harikulade country ezgileriyle seyreyliyoruz. Belçikalı bir country müzik grubunun elemanı Didier ile dövme sanatçısı ve alabildiğine özgür Elise’nin aşkları, ikilinin tüm zıtlıklarına rağmen başlıyor. Sürpriz olarak doğan çocukları Maybelle’în kanser oluşu ise aşklarını sonuna kadar sınıyor.
Filmin başlarında My Sister’s Keeper gibi ağlatan bir melodrama dönüşecek hissi veren film, harika kurgusu yardımıyla çark ederek aşkın yakıcılığını anlatan bir filme evriliyor. Bunu yaparken Maybelle’in hastalığı gibi hikayeleri muazzam şekilde kullanarak filmi sağlamlaştırıyor. Böylece ortaya, benim en sevdiğim filmlerden Paris, Texas‘ı hatırlatan yürek burkan bir yapıt çıkıyor. Hassas kalplere ağır gelebilecek bu öyküyü ise Didier’in (sonradan Elise’nin de solist olduğu) grubunun harika şarkılarıyla hafifletiyor. Didier’de Johan Heldenbergh ile Elise’de Veerle Baetens’in uyumlu kimyası ve harika oyunculukları da filmi daha da güçlendiriyor. 2013’ün en iyi filmlerinden!
Captain Phillips [Paul Greengrass – 2013]
Geçen yıl Kathryn Bigelow’un enfes yönetmenliği ve Jessica Chastain’in mıhlayıcı performansıyla Zero Dark Thirty‘de herkesi iki arada bir derede bırakan büyük bir propaganda izlemiştik; Amerika’nın ne kadar büyük ve her şeye kadir bir ülke olduğunu dikte eden. Bu yıl da benzer bu durumla karşı karşıyayız. Paul Greengrass’ın kıvamını tutturan bir dinamizmle baştan sona yerinde durmayan kamerası ve Tom Hanks’in pek zorlanmadan oyunculuk gösterisi yaptığı Captain Phillips, baştan sona bir Amerika propagandası. Kendisinin ne kadar güçlü, zeki ve kudretli olduğunu; Somalilerin de ne kadar özenti, cani ve kötü olduğunu cümle aleme duyuruyor Ben bu yüzden çok itici buldum ama Greengrass’ın aksiyonu sağ olsun dünyada pek sevildi ve hatta ödül radarına girdi.
The Big Wedding [Justin Zackham – 2013]
Senenin en kötü filmlerinden biri olsa da hafifliğinden ötürü rahatça izlenebilecek bir film. Robert De Niro, Diane Keaton, Susan Sarandon, Amanda Seyfried, Katherine Heigl, Robin Williams ve Topher Grace’den oluşan ünlü oyunculardan aldığı ılımlı performanslar ve az da olsa güldürebilmesi sayesinde bence görevini vasat da olsa yerine getiriyor.
Yozgat Blues [Mahmut Fazıl Coşkun – 2013]
Uzak İhtimal ile yalın ve klişelerden uzak bir ilk film kotaran Coşkun yoluna daha olgun bir filmle devam ediyor. Kariyeri hiçbir zaman iyi gitmemiş bir şanson şarkıcısının şansını biraz da Yozgat’ta denemek istemesi üzerine bir öğrencisi ile buraya gidiyor. Orada bir lokalde sahne alıyor fakat hep aynı şarkıyı (bozuk plak misali) okuyan şarkıcımızın işleri yine sarpa sarıyor. İstanbul’da bir varoşta yaşayan ve neredeyse bir hiç olan öğrencisi ise bu taşra kentinde kendine gelip kimliğini bulmaya başlıyor.
İlk filmi gibi yalın, klişelerden olabildiğince uzak ve kendi mizahını barındıran bir eser çıkarmış Coşkun. Taşranın küçüklüğünü ve geri kalmışlığını vurgulamak yerine oranın da kendine has bir havası olduğunun ve bazı insanlar için bunun gayet de yeterli olduğunun altını çiziyor. Bir yandan bir büyüme öyküsü, bir yandan kimliğini bulma hikayesi, diğer yandan da taşra insanına yapılan bir gözlem filmi. Ercan Kesal, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak ve Ayça Damgacı’nın olabildiğine doğal performansları filmi izlemek için apayrı bir sebep. Şahsen ayın (kasımın) komedi filmi Testosteron‘dan çok daha fazla güldüm.
Erkek Tarafı: Testosteron [İlksen Başarır – 2013]
Şansıma galaya davetiye kazanmasam gitmezdim, gitmemekte de haklı çıkarmışım. Kahkahaysa olay, birkaç defa güldürdüğü gerçek ama tamamen anlık olarak. Filmin bütünlüğü, gerçekçiliği ve kendine has bir duruşu sıfır. Popüler bir tiyatro oyunundan (o da Polonya’dan uyarlama) uyarlanan film, belli ki oyunun esprilerini aynen kopyalayıp yapıştırılmış. Sahnede fena durmayan espriler, perdede eğrelti kaçıyor. Konunun Türkiye’de meydana gelemeyecek kadar saçma oluşundan başlayarak filme bağlanmanızı engelleyen sürüyle madde var. En önemlisi de tüm olayı erkeklik halleri olan bir eserin olayın felsefi boyutundan ısrarla kaçınıp bilimsel birkaç veriyle işi geçiştirip bel altı muhabbetine çevrilmesi. Bazı sahnelerde güleceğime, tiksindim!
The Hunger Games: Catching Fire [Francis Lawrence – 2013]
Hollywood bazı şeyleri tüketmeyi ve mahvetmeyi iyi biliyor. Pek kimsenin beklemediği ölçüde gişe yapan ilk film sayesinde parsayı hemen toplamak için hıza basınca ilk filmin yönetmeni Gary Ross ayrılmış, memur yönetmen Lawrence başa gelmiş. Sonuç, ilk filmin tüm taktiklerini layığıyla kopyalayan bir film. Seyirci karmaşa ve anarşizmi mi sevdi, biraz arttırarak koy; moda ikonu kıyafetleri mi sevdi, getir en alangirli kıyafetleri; üçlü aşk öyküsü tuttu mu, bırak ne kadar saçma olsa da Katniss iki erkeği de sevsin. Ayrıca Survivor oyunları tam gaz gelsin, ünlü karakter oyuncuları (Philip Seymour Hoffman, Jeffrey Wright, vs) rol kessin. Valla iyi iş. Çoğunluk memnun da durumdan ama ben zerre keyif almadım çünkü filmde bence hiç yeni bir şey olmadı. Tam “Ha, galiba olay başlıyor!” dediğim anda film bitti. Şaka mısınız kardeşim?
The Look of Love [Michael Winterbottom – 2013]
Değişik türlerde (siyasi belgesel, dram, melodram, komedi, kara film ve hatta erotik film) filmler çekmeyi seven Michael Winterbottom, sevilen biyografik filmi 24 Hour Party People‘dan (70’lerin ünlü müzik menajeri ve kulüp patronu Tony Wilson’ı anlatıyordu) 11 yılı sonra yine İngiltere’nin popüler kültürüne etki etmiş ünlü birinin hayatına göz atıyor ve yine baş rolü Steve Coogan’a veriyor. İngiltere’nin cinsel içerikli şovları ile porno dergilerinin kralı ve öldüğünde ülkenin en zengin kişisi olan Paul Raymond’ın hayatının, kariyerinin başlangıcından kızının ölümüne kadar olan büyük bir kısmını izliyoruz. Raymond’ı iyi veya kötü olarak yargılamak yerine, 24 Hour Party People‘daki gibi onun hayat tarzını gösteren ve böylece söz konusu dönemi gözlemlememizi sağlıyor Winterbottom. Coogan yine gayet iyi, filmin teknik kısmı da keza. Ama bunlar filmin üzerindeki atalet duygusunu atamıyor ve vasat bir biyografik filme dönüşüyor.
Festival Günlükleri – 3
Festivalin son haftasına 8 biletim vardı lakin 7’sine gittim. Haftanın ilk günü Bela Tarr’ın son filmi vardı ve hafta içi, mesainin üstüne bir Tarr filmini 2.5 saat çekemeyecektim. Hele Arka Pencere’de şu yorumu okuduktan sonra: “A Torinoi lo‘yu bitirebilenler psikolojik tedavi görmeye başladı.”
Son Yorumlar