Arşiv
Oscarlıklar 2014
All is Lost [J. C. Chandor – 2013]
Birkaç teknik adaylık dışında beklenen Oscar adaylıklarını kapamayan All is Lost, Hint Okyanusu’nda yalnız başına yatıyla seyir alan 60’larındaki bir adamın, yatının su almaya başlamasıyla hayatla giriştiği mücadeleyi anlatıyor. Robert Redford’un tamamen tek başına oynadığı film, ilginç bir deney. İzlediklerim teknik açıdan (görüntü, müzik, oyunculuk) her ne kadar iyi olsa da konu o kadar tekdüze ki filmden 10 dakikada bir kopuyorsunuz. Sonunu da gayet uhrevi meselelere bağlamaları başka bir soru işareti.
12 Years a Slave [Steve McQueen – 2013]
Hunger ve Shame ile bizi bizden alan ayrıksı yönetmen McQueen, bu sefer klasik bir ırkçılık meselesi anlatıyor. Tabii kendisinden bekleneceği üzere, olabildiğince kışkırtıcı ve gerçekçi. Yalnız sinemasal olarak desteklenen bu iki erdemin altı diğer iki filmine nazaran daha boş kalıyor. Şöyle ki McQueen, özgür siyahi Solomon Northup’ın kaçırılıp güneye köle olarak satılmasını olduğunca tarafsız ve şaşaadan uzak bir biçimde anlatırken ana fikri olan ırkçılık meselesinin sahiciliğini yer yer baltalıyor. Northup’ı kaçırıp satanlar da, sonunda kurtarıp eve yollayanlar da beyazlar oluyor ve Northup bu iki evre arasında kaderini değiştirmek adına hiçbir eylemde bulunmuyor. Filmin düz okuması böylece iyiliğin de kötülüğün de beyazların lütfu olduğu haline dönüşüyor.
McQueen’in klasik ırkçılık karşıtı filmlerden daha ayrıksı, fark edilir bir film yaptığı ortada. Teknik anlamda da iyi kotarılmış, yılın çoğu filminden üstün bir film. Ama bu nitelikleri, onu yılın filmi yapmaya, daha ötesinde gelecekte hatırlanmaya yetmiyor. Akademi’nin tam hoşuna giden türde olduğundan ve biraz da ‘vicdan rahatlatıcı özelliği’nden ötürü Altın Küre gibi En İyi Film Oscarı’nı da alması sürpriz olmaz ama değmeyeceği kesin.
American Hustle [David O. Russell – 2013]
Russell’ın filmi, eğlenceli bir gösteriş filmi. Her şeyi yerli yerinde yapmanın sizi ‘en iyi’ yaptığı bir zaman diliminde çekilmesi esas şansı. American Hustle, her şeyiyle dört dörtlük gözüküyor: Oyuncuları (evet Jennifer Lawrance, Christian Bale ile Amy Adams döktürüyor), kostümleri, sanat yönetmenliği, makyajı, diyalogları, vintage görüntüleri ve (takdir etmek lazım) yönetmenliği. Lakin filme biraz daha dikkatli bakarsanız, oldukça vasat bir öyküyü oldukça cilalı bir şekilde sattığını görüyorsunuz. Bundan 40 yıl önce çekilmiş The Sting, benzer bir hikayeyi çok daha iyi anlatıyordu. Daha fazlasını oku…
New York, New York (1977)
‘New York, New York’ şarkısını duymayanız yoktur sanırım. Frank Sinatra’dan tutun da bir sürü şarkıcı seslendirmiştir. İşte o şarkının asıl çıkışı, şarkıyla aynı adı taşıyan filme dayanıyor.
Martin Scorsese’nin Taxi Driver‘ın hemen ardından çektiği bu film, dışarıdan bakıldığında sıradan bir müzikalmiş gibi görünse de aslında daha fazlası olduğunu kanıtlıyor. Bir sinema manyağı olarak tanımlayabileceğimiz Scorsese’nin, Hollywood’un altın çağındaki müzikallere bir saygı duruşu aslında. 70’lerle beraber iyice demodeleşen ama buna rağmen birkaç sağlam örneği de (All That Jazz, Cabaret, Bugsy Malone) yine bu on-yılda veren müzikal türüne son defa göz atıyor sanki Scorsese.
Daha fazlasını oku…
Scorsese’nin Sinema Aşkı: Hugo
Scorsese çok özel bir yönetmen. Sadece filmlerini izlemeyip de onu biraz araştıranlar sinemayla her şekilde içli dışlı olduğunu bilir. Mesela Scorsese iki yılda bir müzik üzerine belgesel çeker (en son George Harrison Living in the Material World‘ü çekti), eski filmlerin yenilenmesi sağlayan bir vakfı yönetir (Susuz Yaz ve Hudutların Kanunu da bu vakıf sayesinde kurtarıldı). Scorsese sinemaya delicesine aşıktır.
Hugo, Scorsese’nin bu aşkının perdedeki tezahürü. Filmin içindeki derin sinema sevgisini damarlarınızda hissediyorsunuz. Böyle bir his, sadece Nuovo Cinema Paradiso‘da vardı, zaten bu film de başyapıttır ve en sevdiğim filmlerdendir. Nuovo Cinema Paradiso daha çok film izleme deneyimi hakkındadır, perdeye yansıyan ışığa duyulan derin aşkı tezahür eder. Hugo ise o ışığın kendisinin yanında, o ışığı oluşturma biçimiyle hakkında. Yani filmi yaratma biçimi hakkında. ‘Yaratma’ kelimesini kullandım çünkü sinemanın ilk 20 yılında yapılanlar, film yazmak ve yönetmekle sınırlandırılamaz. Bu dönemin filmcileri (İngilizce’de ‘filmmaker’ derler) her şeyini bu yeni icada adamış insanlardı (Edison hariç, o tam bir para düşkünü tüccardır).
Daha fazlasını oku…
Güç ve Huzur İkilemi: Goodfellas
Kolay yoldan köşeyi dönmek. Herkes bunu istiyor, değil mi? Az iş-çok para, az zahmet-çok yatış. Hayat kısa, bak keyfine. Kızlar, arabalar, para ve güç! Ama her şeyin bir bedeli vardır. Yoksa yok mudur?
Kenan Evren başta olmak üzere, Özal’a çok sövüp sayıldı. Bu ülkeyi köşe dönme cennetine dönüştürdükleri için. Ama er yada geç ülke bu yola sapacaktı. Kesin! Onlar suçsuzdu demiyorum ama onlar da bir nevi piyondu. 20. yüzyılda bu dünyadan çok az ülke kaçabildi. 21. yüzyılda ise kaçabilen yok gibi bir şey. Çünkü siz insanlığın egosunu tavana vurdurabilen kapitalizm diye bir sistemi tek hakim sistem yaparsanız, insanlığın tüm kusurlarıyla da yüz yüze gelirsiniz.
Daha fazlasını oku…
Son Yorumlar