Arşiv

Archive for the ‘anı’ Category

Anneanneme Dair

Anneannem, Havva Artun 24 Ocak 2020 itibariyle 92 yılı aşkın ömrünü tamamlayarak bu dünyadan ayrıldı. Aydın’ın Germencik kazasında bir tüccarla bir ev hanımının kızı olarak geldiği bu dünyadan İzmir’deki evinin arka odasında ayrıldı. Son nefesini verirken eza çekmemek olan dileği, ne mutlu ki kabul oldu.

Bir hafta öncesine kadar sapasağlamdı ve evini tek başına çevirebiliyordu. Olduğu nezle, onu güçsüzleştirdi. Nezle belki de bir bahaneydi, ebedi uykusuna çekilmek istemişti. Artık cansız bedeni İzmir Hacılarkırı Mezarlığı’nda olsa da ruhu, bilinci nerede, kim bilir?

Anneannem bildim bileli beyaz saçlıydı, hafif gürbüz olduğundan hep bol elbiseler giyerdi. Ya da bir erkek olarak kıyafet gibi detaylara pek önem vermediğimden hatırlamıyorum. Oldukça temizdi, ev içinde gayet net kuralları vardı. Yazlıkta bile ayakkabının ve terliğin nerede çıkarılacağı belliydi ve komşularımız bile bunu bildiğinden uyarlardı.

Daha fazlasını oku…

Kategoriler:anı Etiketler:

2010’lara Kişisel Bir Bakış

13/11/2019 1 yorum

Aslında sadece 2010’ları kapsayan bir film seçkisi yapmayı düşünüyordum en başta. Sonra 2010’lara her açıdan bakmanın, her anlamda daha tatminkâr olacağını düşündüm. Öyle ya, bu kişisel bloğu 2007 civarında kurarken tek amacım, kendi düşüncelerimi yazılı hâle getirmekti. Çok isteyip de bir türlü gerçekleştiremediğim günlük fikrinin dijitalize, yüzeysel ama kalıcı olanıdır bu blog. Lakin 2014’te filmhafızası’na katıldığımdan itibaren gerek daha az yazı koyarak, gerekse sinema harici çok az yazarak bloğun bu esas amacını ihmal ettim. Artık blog yazmak, hele ilk çıkış amacıyla kişisel fikirleri amaçsız yazmak fena halde demode olsa da ben buna dönmek niyetindeyim. “Kimse okuyacak mı?” kaygısı gütmeden, kişisel tarihe bir not düşmek adına…

2010’lara bakış bu açıdan güzel de bir fırsat sunuyor. Not tutma moduna dönüş için son 10 yılı özetlemek manalı bir basamak teşkil edecek.

İlginç bir şekilde 2010’a nasıl girdiğimi çok net hatırlıyorum. Bursa’daki evde tek başıma Cronenberg’ün Crash‘ini (1996) izlemiştim. O zamanlar Bursa’da annemlerle yaşıyordum ve ilk şirketimde asgari ücretten hallice bir maaşa çalışıyordum. Bursa dışında harıl harıl iş arıyordum. O yılın yazında Hexagon ile anlaştım, sonbaharda da 7 yıl yaşayacağım Acıbadem’deki evime taşındım.

Geriye baktığımda çift haneli yılların hayatımda daha önem teşkil ettiğini görüyorum. 2010 bugünden baktığımda çok garip sahneler barındıran bir yıldı. 6 günlüğüne Paris’e gidip hayatımı sorgulamıştım. Bu cümle size kendi beğenmişlik olarak gelebilir ama o zaman hayatımda yolunda giden pek bir şey yoktu. Bir yıllık tüm maaşımla (annemlerle kalmamın avantajı) o tatili karşılamıştım. Kendimi yeni yeni tanımaya başlamıştım. Beni reddeden kaçıncı şirket olan TAI’nin mülâkatında ilk defa samimi bir şekilde kendimi ifade edebilmiştim ve bu, benim adıma oraya girebilmekten çok daha mühimdi.

Daha fazlasını oku…

Bir Ticaret Kavmi Ülkesi: Lübnan – III

Pazartesi sabahı, biraz daha erken kalktık. Hedefimiz 2 saat uzakta denilen Baalbek. Yolumuz  belki kısa ama yolu bilmediğimizden uzun süreceğinden korkuyoruz. Engin de hava aydınlıkken gidip gelmek istiyor haliyle. Kahvaltıdan sonra direkt şehir merkezine uğruyoruz. Çünkü, ülkedeki 3. günümüz olmasına rağmen, hala detaylı bir haritamız yok. Downtown’da bir kırtasiye bulup kapsamlı bir harita ediniyoruz. Ardından hızlıca yola koyuluyoruz.

Önce Beyrut’tan çıkabilmemiz gerek tabii. Otobana bağlanmak için bayağı uğraşıyoruz. Caddeler hep birbirine benziyor ve cadde isimlerini bir türlü göremiyoruz. Sonunda birkaç yere yol sorarak otobana bağlanmayı başarıyoruz. Tabii otoban dediğim yolu, bizdekiler gibi zannetmeyin. Şehirler arası yoldan halllice. Zaten Beyrut çıkışında Lübnan Dağları’na tırmandığınız için, yol resmen Bursa-Uludağ yoluna çevriliyor. Bir de yağmur bastırınca yol iyice sevimsiz oldu. Bir an kendimi sonbaharda Sarıalan’a çıkıyor gibi hissettim. Bizdeki köy evlerinin yerini gecekondular almış. Çok ciddi bir rakım almamıza rağmen hala çevrede yığınla ev olması, Lübnan’ın bir başka yüzünü görmemizi sağladı. Sonuçta, Orta Doğu’nın sayılı kentlerinden birindeyiz ve her büyük kentin mutlaka yoksul bir kesimi de vardır.

IMG_2384

Bekaa Vadisi’ne tepeden bakış

IMG_2403

Bekaa Vadisi’ne tepeden bakış-2

Tüm bunlar olurken saate baktığımda, şehir çıkışında çok zaman kaybettiğimizi görüyorum. Üstelik yolun iptidai hali, yağmur ve tabii bilinmeyen bir istikamete doğru yol almamız, yavaş ve dikkatli olmamıza yol açıyor. Çok geçmeden Beyrut’u tamamen arkamızda bırakıyoruz. Yükselme bitince, hafiften inmeye başladık. Yol kenarlarında karlar gözükmeye başladı. Hava besbelli ki çok soğuk. Yanıma aldığım kazağı giyiyorum. Ardından hiç beklemediğimiz bir manzarayla karşılaşıyoruz. Uzaktan, yemyeşil Bekaa Vadisi gözüküyor. Manzara gerçekten çok güzel. Vadi, iki sıra dağın arasında son derece bereketli ve canlı gözüküyor. Daha da indikçe, daha güzel görünüyor. Bir benzinlikte duruyoruz, Filiz hemen çıkıp olabildiğince fotoğraf çekiyor. Bir çıkmaya niiyetleniyorum ama hava buz gibi. Sanki bir önceki gün, deniz kıyısında T-shirt ile yürümemişim gibi. Daha fazlasını oku…

Avrupa Gezi Notları -1

Şu anda Estonya hava sahasına girmek üzereyiz. 2.5 saati aşkın süredir uçaktayım.

İlk 1.5 saat sadece uyudum. Dün gece hiç uyuyaamadım çünkü. Yurt dışına tek başına çıkacağım vakit, hep böyle oluyor nedense. Kafama türlü türlü düşünceler geliyor. “Ya uçağı kaçırırsam?”, “Ya şuraya yetişemezsem?” gibi… Zaten kafam çok dolu. Bu tatilde düşünüp taşınacağım sürüyle konu var. Bazı şeyleri kafamda oturtmam gerekiyor.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:anı, gezi yazısı

Kadıköy-Rıhtım Anıları – 4

Eve yeni kiracılar alınıyor


Bayram sonu, pazar akşamı eve geldim. Kapıyı açtım ve şok: Evde yabancı bir kız. Yabancı dediğim, hem tanımadığım hem de ecnebi manasında. Kız bana Bruce’un odasını tuttuğunu ve Jason’ın odasını da başka bir kız tarafından tutulduğunu söyledi. Ben hala gayet şaşkınım. Bruce’un da atıldığını yeni öğreniyorum.
Ben odama çekildim, bir süre sonra da yattım. Geç vakitlerde, Nazım ile diğer kızın eve girdiğini duydum. Kız odasına çekildikten sonra sarhoş haldeki Nazım, kızın kapısına gelip “Gel biraz daha içip kaynaşalım!” filan demeye başladı. Kız, oralı olmadı bile ve o gece sesler kesildi.
Ertesi akşam, Nazım’a durumu sordum. Bahaneyle Bruce’u da attığını ve buna sevindiğini söyledi. Hemen iki Alman kiracı bulmasını da şans olarak niteledi. Bana dokunmadıkları müddetçe bana hava hoş olduğundan, fazla umursamadım.
Kızların adlarını unuttum ama ikisi de Alman’dı ve Yeditepe’de bir dönem Erasmus öğrencisi olarak okuyacaklardı. Bizimle sadece 4 gün kaldılar. Perşembe evde çamaşır makinesi olmadığını söyleyerek (bahane miydi, bilemeyeceğim artık) başka bir eve taşındılar.
Evde hardcore seks

Burada anlatacaklarımdan önce şunu yazmalıyım: Kimsenin özel hayatı beni alakadar etmez, hiçbir şekilde. Ta ki beni rahatsız etmedikleri müddetçe! Nazım’a da bunu, söz konusu geceden önce birkaç defa söylemiştim. Evde kız kalabilir, odalarında dilediklerini de yapabilirler (bu husus, erkekler için de geçerlidir). Ama bu yaptıkları bir şekilde beni rahatsız ederse müdahale ederim. Bunu Nazım’ın kendisine de söylemiş ve haklı bulunmuştum.
O hafta cuma akşamı. Eve geldim, ev boş. Biraz oyalandım, tam yatacağım sırada kapı çaldı. Bizim evde kapı çalmazdı. Zaten gelecek olanın anahtarı olduğundan veya arkadaşına haber verdiğinden zile gereksinim duyulmazdı. Neyse, gidip açtım. Bir adamla bir kız geldi. Nazım’ın arkadaşı olduklarını ve eve gireceklerini belirttiler. İlk önce izin vermedim. “Madem Nazım’ın arkadaşısınız, onunla gelin.” dedim. Adam ısrar etti. Bu arada dikkat ettim, tipleri düzgün, iphone’u var adamın; beni alakadar etmez deyip içeri aldım. Odama çekilip kapımı kitledim. (Zaten her gece kitlerdim)
Ben üstüne uyumuşum. Kendi kapının çalınmasıyla uyandım. Baktım Nazım. Hafif kafa güzel yine, belli oluyor bariz. “İçeri almak istemediğin adam benim kankamdır. Her şekilde bu eve girer. Haberin olsun.” dedi ve gitti. Yorum yapmadım. Bu arada internet kesikti, onu sordum. Borç yüzünden kesildiğini söyledi. Telefondan ödeyelim diye teklif etti. Odasında bu işlemleri yaparken mecburen kankasıyla muhabbetlerini dinledim. O kızla adam sevgiliymiş. Ben yatınca kız yemek almak için dışarı çıkıp gelmemiş. Sonra da kanka bunu arayınca telefondan, ayrıldığını açıklamış! O sırada hem Nazım ile durum değerlendirmesi yapıyorlardı sarhoş kafayla ve hala içiyorlardı; hem de adam kızı arayıp bağırıyordu. Ben ise yine odama çekilip uyudum.
Bir uyandım. Bir kız bağırıyor avaz avaz: “Ben annemi istiyorum. Anne beni kurtar!” Ama nasıl bağırıyor, sanırsınız ki odanın içinde. Sonra yan sesleri de duyunca olay biraz aydınlandı. Kapıda gördüğüm kızla adam ilişkiye giriyorlardı. Ama şu var, normalde zevk alınacak bir eylemde kimse “Anne kurtar beni!” demez! Onun için üç şık var: Ya adam kıza tecavüz ediyordu, ya kızın sadist zevkleri vardı ya da olayı arkadan gerçekleştiriyorlardı. (normalde bu blogta asla bu tarz bir şey yazılmaz, özür diliyorum ama başıma gelen aynen buydu) Ne olursa olsun, ben insanlığımdan utandım! Böyle bir eziyet hiçbir kıza yaşatılamaz, üstelik sevgili denilen birine. Nasıl bir insaniyettir, anlamadım gitti ve en kötüsü, Nazım buna izin verir, kankası olsa bile! Bir polis gelse “N’oluyor lan burda?” dese ne diyecekti? Çaresizce yatağımda o çığlıkları 20 dakika dinledim! Yapılacak ne vardı ki? Nazım’dan nefretimin ilk başlangıcı da budur!
O çığlıkların üstüne ne oldu tahmin edin? Nazım Bey son ses Fazıl Say açtı! Sonraları, o hareketin sebebinin, o çığlıklara karşılık olduğunu söyledi. Ya sen çığlıklar bittikten sonra o müziği açsan ne olur, açmasan ne olur? Ki o müzik 3 saat devam ederek, gecemi iyice mahvetti. Valla yorumsuz.
Bir sonraki gün, bunları anlattığımda “Ya onlar seks yaptı!” diye geçiştirmeye çalıştı. Salak var ya karşısında. Sonra da özür dileyip kankasına durumu soracağını söyledi. Bu konuşmayı yaparken artık evden çıkış günüm belli olmuştu ve ikimiz de birbirimizi aslında umursamıyorduk. Ama o gece, benim için hep utanç gecesi olacak.
Kategoriler:anı, hayat

Kadıköy-Rıhtım Anıları – 3

Evden kovulma ve geri alınma


Evde 10 gün filan geçti, ben yavaştan eve alışmaya başladım. Neyse cuma akşamı bizim şirketin iftarı vardı. Geç geldim. Girer girmez Nazım beni odasına çağırdı. Gittim, oturdum ve evden kovulduğumu öğrendim. Daha 2 hafta dolmamış!
Olay şu: Ev sahibi, biz kontratsız kiracılardan haberdar. Tek derdi paranın zamanında gelmesi, gerisi umrunda değil. Ama evin asıl sahibi olan karısı daha durumu yeni öğrenmiş ve o gün eve gelip olay çıkarmış. 1 hafta müddet verip Nazım hariç herkesi kovmuş. Nazım da toplam kirayı ödeyemeyeceğinden o da çıkmak zorunda kalacaktı. Neyse, olay bana patlamıştı. O gece adam gibi uyuyamadım tabii. 1 hafta sonra nerede kalacağım belirsiz, düşünün.
Sabah kalktım, ev aramaya başladım. Sağ olsun, bir çocukluk arkadaşım, “Gel bende kal.” dedi. Ama açıkçası kız olduğundan çekindim biraz ki ailece tanışırız, tamamen kendi kuruntum. Öğlen olayı konuşmak için sözleştik. Tam evden çıkacağım, Nazım geldi.
-Artun, ev sahibi aradı. Bize acımış. Sözleşmem bitene kadar kalsınlar, dedi.
-Nazım, dalga mı geçiyorsun? Bu adam, bizi dün kovmadı mı? Bunun şakası mı olur?
– Valla şaka değil. Ev aramana gerek yok. 9 ay daha sözleşmem var, sorun yok.
Valla, tam komedi anlayacağınız. O gün, o evden bir an evvel kurtulmam gerektiğini anladığım gündü.
Jason’ın tekme tokat kovulması

O olaydan sonra ben süratle ev aramaya başladım. Bu arada evde her zamanki durumlar devam ediyordu. Bu arada 1 ay geçmişti.
Ramazan Bayramı’ndan 2 gün önce. Arife bana tatil olmuş. Bavulu topladım geceden. Sabah da yola çıkacağım Kuşadası’na doğru. Yatmadan durumu söyleyeyim, bayramlarını kutlayayım diye Nazım’ın odasına gittim. Nazım ile Jason karşılıklı içiyorlardı. Nazım, “Gel, biraz otur.” dedi. Oturdum. Referandum muhabbeti yapıyorlardı. Sordum, ben Jason’dan kombi parasını alabilecek miyim diye. Çünkü ev sahibi nanayı çekmişti ve Jason’ın da payını vermesi gerekiyordu. Jason bunu duyunca sinirlendi. “Ben ödeme yapmam, kiramı ödüyorum, o bile çok bu eve.” ayakları çekti. Bu arada Nazım, bana Jason’ın hiç fatura ödemesi yapmadığını anlattı. Ben de Nazım’a “Neden bu kadar tahammül ettin ki bu adama?” diye sordum. Bu arada Jason iyice kudurdu, Nazım’a bayağı saymaya ve hatta küfretmeye başladı. En sonunda kıçını dönüp “Kıçımı ye!” dedi ki ben gözlerime inanamıyordum. (Tüm bu konuşmalar İngilizce bu arada) Biraz da benim gazımla (ama hiç öngörememiştim) Nazım sinirlendi. Jason’a evden defolmasını söyledi. Jason umursamadı. Ben de ortamı germemek adına odama gittim, Jason da odasına çekildi. Ama Nazım, Jason’ın odasına girdi ve bir güzel patakladı. Ben odamdan duyuyorum olayı. Jason, Nazım 1-2 yumruk atınca hemen yumuşadı, “Canım acıdı”, “Sen çok güçlüsün.”, vb. saçmalıklar söylemeye başladı. Sonra Nazım odasına döndü ve bana seslendi. Gittim, “Şöyle şuna, evden siktirsin gitsin.” dedi. Jason bana kapıyı açtı ve söylediklerimi duyunca hemen pılını pırtısını toplayıp gitti. Nazım arkadan sövmeye devam etti. Bu arada eve polis çağırmak, arkadaşlarını çağırmak gibi şeyler söyledi. Ben karşı çıktım çünkü eve başkaları gelseydi o an, iş çok daha uzardı. Ben biraz yatıştırdım Nazım’ı. Ama yine de dışarı çıktı, çevreyi kontrol etti. Jason kaçarken çevredekilere ajitasyon yapmış tabii. Olay o gece için böylece kapandı.
Nazım, olayda haklıydı bence. Jason, psikopattı ve inanılmaz dengesizdi. Ama dövülme olayı aşırı kaçmış olabilir. Yine de olay bu raddeye gelmeseydi Jason’ın durumun ciddiyetini anlayacağını hiç zannetmiyorum.
Sabah direkt çıkıp gittim. Sonuçta Jason evden kovulmuştu ve bayramdan sonra öğrenecektim ki Bruce da bahaneyle kovulacaktı.
Kategoriler:anı, hayat

Kadıköy-Rıhtım Anıları – 2

İlk gün


İşe başlamadan önceki gün, babamla beraber eve gittik. Benim bir sürü eşyam vardı. 3-4 ay kalmaya niyetim olduğundan her şeyi getirmiştim. O gün eve sorunsuz taşındık. Fakat daha ilk günden iki falso verdiler.
İlki kombinin bozulmasıydı. Nazım, ev sahibinin ödeyeceğini belirtip benden 250 tl aldı o dönemde. Sonra sadece 100’ünü verdi. Daha sonrasında ev sahibinin tamir parasını ödemekten vazgeçtiğini belirtti ama doğruyu mu söyledi, fikrim yok. Böylece kombi parasının çoğunu daha taşındım gün olmasına ben verdim. Ben evden çıktıktan sonra bir kısmını daha vermeye söz verdi ama tabii ki vermedi.
İkincisi kedi olayı. Kedilerden pek haz etmem ama korkmam da, bana dokunmadıkları sürece istedikleri kadar çevremde takılabilirler. Neyse, mülakat zamanı Nazım bana evde hayvan beslenmeyeceğini kesin olarak belirtmişti. Ama ilk gün eve bir girdik, evde kedi var. Neymiş, Nazım’ın kankasının (sonra eve hiç uğramadı) kız arkadaşının kedisiymiş. Kız kankaya rica ediyor, kanka da dayanamıyor kabul ediyor. Sonra kankanın ablası kediyi istemeyince kedi de bize geliyor. İlk önce Nazım 2-3 güne gidecek dedi ama 1 hafta kaldı o salak kedi.
Neden salak diyorsun diyebilirsiniz. Olay şu: Evdeki 2. günüm. İşten gelip bir arkadaşımla buluşmuşum. Hava sıcak, yorgunum, terliyim ve üstüne eve girerken tuvaletim var. Elimde eşyalar da var. Girdim eve, Nazım odasında sele serpe uyuyor. Odamı açtım. Kedi hemen odaya girdi. Çık derken kapıyı çarptım ve o an hatamı anladım. Çünkü kapım bozuktu, ters harekette kitleniyordu kendi kendine ve yine kitlenmişti. Anahtar da diğer uçtaydı! Önce bağırarak ve telefonla Nazım’ı uyandırmaya çalıştım, uyanmadı. Sonra filmlerde gördüğüm hareketi denedim. Önce anahtar deliğinden anahtarı dışarıya düşürdüm. Sonra kapı altından almaya çalıştım ama alamadım! Allah’tan 10 dakika sonra Jason geldi de kapımı açtı. Kabus gibi bir 10 dakikaydı!
İlk izlenimler

Evde durum şuydu: Herkes 7-8 gibi birayla eve geliyordu. Nazım ile Jason sızana kadar içiyorlardı. İçtikten sonra da açıkçası değişiyorlardı. Jason zaten odasında kendi kendine konuşurdu. Bir akşam bir bağırma duydum, “Ya bu ne!” derken Jason’un (İngilizce olarak) ana avrat ve bağırarak kendi kendine küfrettiğini anladım. Odamdan çıktım, Nazım ile yüzyüze geldik ve güldük. Komikti çünkü. 5 dakika içinde kendi kendine sustu, bir müdahalede bulunmadık. Ayrıca Jason, Nazım’ın eve getirdiği kızlara sarkardı!
Nazım da o kadar olmasa da değişirdi. Birkaç kere bana hakaret etti. Ertesi gün bunları söylediğimde, hatırlamadığını söyleyip benden özür diledi. Bir de sarhoş olunca sesi sonuna kadar açıp klasik müzik dinlerdi. Bilhassa Fazıl Say’ı. Gecenin bir vakti uyandığımda son ses piyano duymayı kanıksamıştım bir süre sonra. Zaten 2-3’ten aşağı yatmazlardı. Hatta ben işe giderken yeni uyurlardı. Hoş, öğrenci hayatı yaşadıklarından normaldi bu yaşamları.
Bu arada üçüncü kişi Bruce’u tanıtmam lazım. Kendisini ilk gördüğümde şoke olmuştum. 60 yaşlarında kelli felli bir adamdı. Hakikaten 60’ın üstündeki bir Avustralya vatandaşıydı. Emekli olmuş, karısı ölmüş, kızları büyümüş. Bunun da canı sıkılmış, Türkiye’de okuyayım demiş. Şaka değil, ünlü bir vakıf üniversitemizden kabul almış. Karşılığında İngilizce hocalığı yapacakmış! Gerçek mesleği nedir, en ufak fikrim yok. Yalnız bu üniversite buna peşin biraz para vermiş. Bruce da bunu Orta Doğu’da gezerek yemiş. İlk 2 hafta görmememin sebebi buydu. İşin garibi, bizimle yaşarken Türkiye bunun öğrenci vizesi talebini yaşı sebebiyle reddetti ve şu anda bu adam kaçak. Daha da ilginci, ona bu kaçak yaşamı üniversite teklif etmiş! “Polise bulaşma, takıl bizde.” demişler. İşte Türkiye, sayın okuyucular!
Kategoriler:anı, hayat

Kadıköy-Rıhtım Anıları – 1

Ağustos ayında ciddi bir değişim yaşadım. Hem işimi hem de yaşadığım şehri değiştirdim. İstanbul’a taşındığımda nerede yaşayacağım, ilk ciddi sorundu. Birkaç düşünceden sonra birkaç aylığına bir oda kiralamanın en iyisi olduğuna karar verdim. Ülkemizde pek bilinmeyen ama yurt dışında popüler olan craiglist’e başvurdum bu konuda. Çeşitli yazışmalar sonrası, Kadıköy-Rıhtım’da bir eve taşındım.

Bu yazı, işte bu evde yaşadığım 1.5 ayı içerecek. Tek seferde bitiremeyeceğimden birkaç yazıya bölünecek. Amacım fazla derine girmeden, sizlerin de ilgisini çekecek olayları paylaşmak.
Tabii, bu hikaye başkalarını da içerdiğinden, onların özel hayatlarına müdahale etmek istemediğimden ve blogumda 3. kişilerin adlarını kullanmak istemediğimden isimleri değiştireceğim.
Mülakat

Hem evi görmek hem de şartlarda anlaşmak için taşınmadan 2 hafta önce evi ziyaret ettim. Ev, Kadıköy sahildeki İETT otobüslerinin kalktığı duraklara yürüyerek sadece 3-4 dakika mesafedeydi. Muhit olarak pek nezih sayılmaz ama bekar bir erkek için gayet idare edilebilecek bir semtti. Ama konumunun iyi olması, bana yetiyordu.
Apartman 4 katlıydı ve her katta bir daire olmasına karşın sadece 2 daire doluydu. İlk kattaki benim kaldığım daire, 3 oda 1 salondu. Banyonun yanında ayrı bir tuvaleti olsa da bunu kiler niyetine kullanıyorlardı.
Salonda evin kontratlı kiracısı olan Nazım kalıyordu. Kendisi, 28 yaşındaydı ve veterinerlik öğrencisiydi. Evin asıl sorumlusuydu, odaları kiralayacak kişilere o karar veriyordu. Diğer odalarda da kontratsız olarak bu kişiler kalıyordu.
Ben geldiğimde evde 2 kiracı vardı. İlki, 35 yaşlarında bir Amerikalıydı. Jason, aslında gazetecilik mezunuydu ama avare halde dünyayı geziyordu. İstanbul’da öğretmenlik yapmaktaydı ama aslında böyle bir diploması yoktu. İngilizce kurslarının biri bunu çalıştırıyordu. Çalışma izni zaten yoktu, turist vizesiyle takılıyordu.
Diğerini mülakat zamanı görmedim, sadece adının Bruce olduğunu öğrendim.
O gün, hangi akla hizmet ettiysem evi beğendim. Ücret ise; 360 depozito, 360 aylık ve masrafların dörtte biriydi. Ama bu 3. kısım, hiç de öyle olmadı.
Neyse, bu durumda Nazım ile anlaştık ve 2 hafta sonra gelmek üzere odayı kiraladım.
Kategoriler:anı, hayat

Bir İstanbul Seyranı

Bu sefer İstanbul daha bir güzeldi. Nedeni belirsiz. Daha çok keyif aldım, daha çok yer gördüm, daha çok arkadaş gördüm. İstanbul da sanki narin bir kız gibiydi, sürekli bana “Bak ne kadar güzelim ama sen benden uzaktasın.” der gibiydi.

Çarşamba günü her zamanki gibi hızlı bir Nilüfer yolculuğuyla başladı her şey. Daha İstanbul’a iner inmez arkadaşlar kokumu duymuş. Servisle Makine’nin önünden geçerken EPGİK’ten Yiğit aradı: “Abi seninle konuşmam gerek.” Telefonda hallediverdik sorunu. Ben de hemen Cihangir’de Gaea&Baykuş Sanat Evi’ne gittim. Orta okul kankam Barbaros ortaklarından biridir. Mekana bir tanıtım filmi çektirmek istiyormuş, beni düşünmüş, sağ olsun. Konsept hakkında uzunca konuştuk. Belalım ekonomik kriz onu da vurmuş, derin bir sohbet de kriz hakkında yaptık. Gitmeye yakın oda arkadaşım (eski oldu gerçi) Engin damladı. Engin’le oradan çıkıp İstanbul’daki ev sahibim Şero’yu beklemeye başladık. Şero vizeden çıkınca yine Cihangir’de çok ilginç bir lokantaya misafir olduk. ‘Misafir olduk’ dedim çünkü mekan evden farksızdı, zaten çok leziz ev yemekleri yapıyor. Cihangir’de olması sebebiyle sunumu gayet şık, kare tabak filan. Ama fiyatları şaşılası biçimde ucuz. Üç kap yemeğe sadece 5 YTL ödedim, hala şoktayım. Mekanın adı Pazı, şiddetle tavsiye ederim. Ardından bir cafede hafiften lafladık. Uzun gün böylece nihayete erdi.

Perşembe günü Şero ile öğlen yemeği ve ufak bir batak partisiyle başladı. Sonra ayaklarım beni ne hikmetse Maslak’a yönlendirdi. Okul hem değişmiş, hem değişmemiş. Metro inşaatı çehreyi değiştirmiş ve kampus hayatındaki değişiklikler dikkat çekici, mesela kütüphaneye bir tiki cafesi açılmış. Diğer yandan İTÜ bildiğiniz gibi, somurtkan tipler cirit atıyor. Yurt depozito işimi hallettikten sonra Müge ile biraz lafladık. Ders lafından hala sıkıldığımı o zaman anladım. Ne ise ardından Cevahir’e yollandım. D&R’da dolanırken sadece “Cevahir’deyim.” dediğim Engin beni buluverdi. Çok şey paylaşmışlık bu olmalı. Ertesinde Gloria’da kahve içerken entel takılarak beraber kitap okuduk. Şero damladığında yemek için sadece 15 dakikamız kalmıştı. Bu acele yemekten sonra Devlet Tiyatrosu’nda Ful Yaprakları’nı seyrettik. Türkiye için gayet modern, hatta postmodern bir oyundu. Bol felsefik diyaloglarına rağmen asla sıkmadığı kesin ama her beğeniye de uymaz.

Cuma yine Şero ile öğle yemeğiyle başladı. Niyetim boğazda güzel bir yürüyüştü. Ufak zihin fırtınalarından sonra Akmerkez’e kadar yürüyüp Ortaköy otobüsüne bindim. Ortaköy’den başladım yürümeye. Kulağımda Ipod, yavaş adımlarla Kuruçeşme’ye geldim. Oradaki bir parkta oturup biraz kitap okudum. Sonra Bebek’e kadar yürümeye devam ettim. Bebek’in ünlü badem ezmesinden 50 gram alıp (kilosu 100 YTL) Makine’ye gittim. EPGİK simalar haricinde değişmemiş. Aynı heyecanla çabalıyorlar ve eğleniyorlar. Ortabahçe toplantısı benim için eski günlere dair güzel bir yad oldu ama kulüp toplantılarının beni ne kadar sıktığını da hatırlamış oldum. Toplantıyı bitirmeden meydana çıktım. Atletizm tayfasıyla özleştik. Önce Asmalımescit’te bir yemek, ardından bir bar faslı. Barda bir içme oyunu oynadık. Herkesi daha iyi tanısam daha eğlenceli olacağı kesindi. Taksim’den sonra Kanyon’da Şero ile Hale’ye katıldım. Zaten onlar da kalkmak için beni bekliyorlardı Numnum’da. Günü güzel bir tavla maçıyla noktaladık.

Cumartesi sözde Şero, Hale ve İso’yla gezecektik. Şero’nun ani bir toplantısı çıkınca planlar suya düştü. İso’yu Kanyon’dan aldım. Burger King’te yemeğin ardından İstiklal’e çıktık. Pandora’nın yeni açılan (6 ay oldu gerçi) İngilizce kitapçısını inceledik. Enfes kitaplar vardı lakin okumaya zaman yetmez. Asmalımescit’te bir tavla attık. Ardından Karaköy’e indik. Batan iskeleyi şaşkınlıkla gördük, daha doğrusu göremedik. Odakule’de bir kahve içerken Şero aradı, eve dönün dedi. Engin’i de alarak evin yolunu tuttuk. Gece batak ve hemen ardından king partisiyle geçti. Disco Kralı’na biraz baktıktan sonra yattık.

Pazar günü uyanmamız 13.30’u buldu. Giyinip çıkmamız 15 etti. Şero’nun geldiğimden durmadan söylediği ciğerciye gittik. Levent’te Edirne Köftecisi’ni size de tavsiye ederim. Ciğeri, yoğurdu ve peynir helvası muazzam. Mideniz bayram ediyor resmen. Sonra Taksim’de yine king ve batak attık. İstiklal’i boylamasına yürüdük. Tramvay’da yenilen tatlının ardından eve döndük. Üçlü bir batak partisiyle günü sonlandırdık.

Pazartesi günü de İso ile beraber Bursa’ya döndük ve bu seyran da böyle bitti. Geriye anılar kaldı, bloga eklemek üzere.

Kategoriler:anı, gezi yazısı, İstanbul

İTÜ Makine Anıları No:2

31/07/2008 1 yorum

Bilgisayarlı dersler

Bil101 çok saçma bir dersti, formatıyla her dönem oynadılar. Bana 10 tane uygulamalı, vizesiz olanı düştü. Sonradan kredisini sıfırladılar, bir İTÜ klasiği. Matlab aslında zevkliydi. Ahmet Sirkecioğlu çok iyiydi. Hala esprilerde geçen “Kaldın!” geyiği kendisinin sözüdür. Uygulamalar eğlenceliydi. Bir bakıma yararlıydı, makine ödevlerinde Matlab’i çok kullandık. Tek negatifi, çok kıt not dağıtmalarıydı. Autocad/Solid dersini Erdem Hoca’dan aldım. Zorladı, ders çok gerekliydi ama fazla sıkıydı. Mesela yazılı sınavlar çok gereksizdi: “Workplane is a plane which we work.”

 

Fizikler

Çok saçmaydı. Bir kere herkes bir hocada yığıldığı için, tüm okul aynı dersi aldığı için, hocalar anlatamadığı için ders çok bayıktı ve bu bayıklık herkesi soğutuyordu. Sonuçta çoğunluk derse gelmiyordu, gelenler de dinlemiyordu. Hadi Fizik 1’de konular basitti, idare ediliyordu ama Fizik 2 tam bir baş belası. Dersten hiç bir şey anlamadan geçtim. Üstelik BB aldım ve nasıl aldığımı ben de bilmiyorum. Sınavdan geçmek için tek yapmanız gereken, Fetih’ten eski soruları alıp ezberlemek.

Bir de laboratuarları vardı 2 dersin de. Çok gereksiz. Bana tek kazandırdığı Şero’dur, ilk labta deney arkadaşımdı.

 

Kimya

Diğer bir saçmalık! Tüm okula organik kimya öğretip 10 salak deney yaptırmak! Allah’tan tek ders. Hocam iyiydi ama adını unuttum.

 

Makine Mühendisliğine Giriş

Başka hiçbir lisans dersi vermeyen Metin Gürgöze verir. Tamamen seminer verilir, yoklama zorunludur, çok salak bir ödev yaptırılır (bana helikopter gövde tipleri gelmişti) ve ultra saçma bir finalle biter.

 

Mekanik dersleri

Hala iddia ediyorum: “Statik Gemi’den alınır!” Makinede işkence çekeceğine (hele Necmi’den alırsan) gemide 2,5 saatte ders yapmadan geçiyorsun. Çok rahat. İyi kötü öğretiyor da. Sonuçta ders momentten ibaret.

“Dinamik mecburen makineden alınır.” Pek iyi hoca yoktur, en iyisi de Bedii Hoca’dır. Çok zekidir, iyi anlatır, çok iyi sorar ama sinirlidir.

Mukavemette Türkiye’de tek hoca vardır: Tuncer Toprak. Üzerine tanımam. Konusunda bir numaradır, harika anlatır, iyi analiz eder ve en önemlisi herkese insan gibi davranır.

 

Malzemeler

Bu dersleri kimden alırsanız alın tamamen Mehmet Demirkol’un denetimindedir. Hoş, Demirkol da bunların kitabını yazmıştır ve harika öğretir. Dersler çok zorlayıcıdır. Quizler bıktırır, ödevler usandırır ama en berbatı sınavlardır. İmal finalini hala unutamam, eziyetti. Ama sonradan şunu anlıyorsunuz, o kadar sıkıp size öğretiyorlar ama akılda ne kalıyor?

 

Isı dersleri

Aslında bana en yakın makine dersleridir. İlki ünlü ders termodinamik. Hani şu ünlü ‘termodinamik yasaları’nın öğretildiği. Entropiyi öğrenirsin. Okul hayatımda severek okuduğum nadir konulardandır entropi, çünkü fiziksel olarak açıklanamaz. Bu yüzden işe metafizik etkir. Şöyle ki evrende yapılan her bir hareket entropi denen şeyi üretir ama hiçbir şekilde entropi tüketilemez. Olaya teolojik, metafiziksel yaklaşımlar var ama olay bilimsel. Gerçekten çok acayip bir konu. Ama tabii termoda asıl çevrimleri öğrenirsin. Termodinamiğin 1. ve 2. kanunları çerçevesinde bu çevrimler analiz edilir. Çalışırken teoriye 1 gün, uygulamaya 2-3 gün ayırırdım. Problem çözerdim durmadan, sonra da kütüphanede arkadaşlarla tartışırdık. Sevdiğim bir dersti. Mustafa Özdemir de pek iyiydi. Derslerde de eğlenirdik.

Ertesi dönem Isı alırsın. Çoğu öğrenciye göre makinenin en belalı dersidir. Dersi derste anlamanın pek yolu yoktur ya da ben anlamadım. Kocaman bir kitabı vardır (termo da öyledir ya), ona çalışırsın. Çok formülü vardır, birini unutun mu soru gider. O yönden çok gıcıktır. Çok kıvranmışımdır sınavlarda. Çok teorik olsa da analitiktir. Çok soru tipi vardır. Işınım konusu ilginçtir. Bir konuda da ‘kar’ın aslında siyah cisim olduğunu kanıtlar ki çok garip ama mantıklı bir açıklama yapar.

Aslında 3. ders de var ama ben kaçtım. Uygulamalı Isı ve ya Uygulamalı Termodinamik alabilirsin (artık zorunlu oldu). Onların yerine Akustik ve Gürültü aldım. Temel Belek çok garip adamdı vesselam. Acayip ödevleri vardı. Birinde netten gürültü kanunu bulup bastırmamızı istemişti. Diğerinde ders yaptığımız sınıfın yutum katsayısını hesaplamamızı istedi, tabii ki yapmadım. Ders genel kültür bakımından yararlıydı ama o kadar.

 

Deneyli dersler

Bunlar makinede 2 adettir. İkisi de işkencedir bana göre. Bir sürü formalite ister çünkü. İlki Ölçme Değerlendirme: Teorisi hafif ilginç olsa da sıkıcıdır. Hatta yıllıkta uyurken çekilen bir fotoğrafım vardır, işte bu derstedir. 8 deneyi vardır. Allah’tan bizim deney grubu geyikti de eğlenirdik. Üç-beş Vedat’ın deneyi çok matraktır. Deney raporları yalandır, copy-paste kralı olursun. Ama hepsini teker teker imzalatmak zorundasındır, asistanların peşinden koşarsın, bazıları gıcıktır, quiz yapar. Sonra onlar birikir, ciltletirsin, vs.

Bir de 4. sınıfın başında Experimental Methods vardır. Kollar da işin içine girer. Haftada 1 ders (o da cuma öğleden sonraya konur, işkence gibi) teorik olur, onda da quiz yaparlar, kaçamazsın. Kalanı 8 deney, bunların 2’si kol deneyi. Yine saçma sapan raporlar hazırlattılar, asistanlar kafalarına göre yazdırırlar üstelik. Kol deneylerimiz OTAM’da yapıldı bizim, otomotivci olduğumuzdan. Fren deneyi filan yaptık. Bir de final yerine proje hazırlarsın grupla. Ama sunumu posterle olur. Kocaman A1 bir poster. Hatırlıyorum, basımı 20 dakika sürmüştü, bir de ona para bayıl. Gereksiz adetler.

 

Akışkanlar Mekaniği

Akışkanı ben gemiden aldım, Prof. Dr. Ali İhsan Aldoğan’dan. Makinenin kazık akış dersinden kaçarak soluğu İso, Şero ve Cum ile gemide aldık. Önce İhsan Hoca’dan bahsedeyim: Kendisi makine mezunu, geminin kurucularından, dekanlarından, rektör adaylarından (geçen ay yine aday oldu ve yine kaybetti), kendisine göre ülkemizde gemi sektörünün öncülerinden. Pek matraktır, derslerinde mutlaka bel altı espri yapar. (-Hocam, fakültemize Bulgaristan’dan kardeşlerimiz gelmiş ama göremedik!/-Oğlum, sen Laleli’ye git.) Kendisini mutlaka över. Mesela bir gün derse elinde bir kitapla geldi. Kitap Kurtuluş Savaşı’nı mı anlatıyormuş, neymiş. Hoca pek övdü. Biz de kendi aramızda diyoruz ki “Ulan bundan ne çıkacak?” Meğerse yazar bir bölümde Hoca’nın adını zikretmiş! Tabii espri hazır: “Hocam, siz savaşta hangi cephedeydiniz?” Neyse, espriler uzar gider. Ders defterden işlenirdi, sorular defterden çıkardı, çok konu olduğundan zorlanırdı herkes. Lakin, hele makineye göre, gayet kolaydı. Son ders de havuz deneyi yaptırır. Pek eğlencelidir.

 

Sistem Dinamiği

Hayatta ısınamadığım bir ders. Aslında kolaydır ama çok teoriktir. Lakin artık çok popüler, mekatronik denen bölüm sistemden ibaret. Ben pek hoşlanmadım ama hoşlanan çok arkadaşım oldu. Bilin’den aldım, iyi hocaydı, ben aldığımda hamileydi, pek uğramadı sınıfa, rahattık. Bir Bode Diyagramı vardır, övünmek gibi olmasın pek güzel çizerdim ama ne işe yarar bilmezdim. Yani gerçek hayatta neden Bode çizilir bilmiyordum. Ancak 2 yıl sonra sistemdeki arkadaşlarımdan öğrenebildim, içimde kalmış.

 

Finite Element Methods

Ben bu dersi niye aldım, hala kendime sorarım, başka bir dersi seçebilirken. Aslında her makinecinin öğrenmesi gereken bir konu, sürüyle paket programı var, çok önemli. Ama çok sıkıcı ve bana çok ters. Hocamı pek severdim, danışmanımdı zaten ki adam bu alanda Avrupa çapında ünlü, öylesi. Ama ben derse ısınamadım, yalan oldu.

 

Makeller

Makel demek Makine Elemanları demektir. 1. ve 2.’si vardır. Makinenin en temel dersidir. Bu dersleri veren adam bence mezun olmuştur. Çok konusu vardır, her eleman teker teker incelenir. En gıcığı da cıvatadır, 1 ay işlenir, anlat anlat bitmez. Projeleri uzundur, detaylıdır, bıktırır. Ben 1.’yi Talat Hoca’dan aldım. İnsan olarak çok iğrençtir. Herkesi hor görür, anlamaz, işitmez, herkesi aşağılar, kendini yukarılarda sanır. Ama herkes onun ne olduğunu bilir ve kimse muhatap olmaz. Dersi çok eğlencelidir çünkü öyle davranışlarda bulunur ki komiktir. Projesiz ilk ders için bulunmaz hocadır, sorduğu sorular bellidir. Her konuyu tribolojiye bağlar ama en basit ve en kolay tribolojiyi anlatır.

2. dersi Vedat Hoca’dan aldım. Bizim okulda makeli en iyi bilen ve anlatan hocadır. Ama çok detaya iner. Zor sorar. Projeleri kasınçtır ve az puan verir. Ama mutlaka geçirir lakin geçerken harbi öğretir.

 

Makine Teorisi

Sevene kolay, sevmeyene zor bir ders. Hem matematik hem de fizik işin içine girer. Titreşim konusunu sevemediğimden CB gelmişti. Çok zorlamaz açıkçası. Vahit Hoca’dan aldığımdan gayet rahattım.

 

ITB’ler

ITB’nin manası İTÜ’de sosyal derstir. Her bölüm farklı sayılarda ITB almak zorundadır. Bir sürü ders seçeneğin vardır ama pek ilgi çekici ders yoktur, olsa da hocası savsaktır. Ben hiç sevdiğim dersleri alamadığımdan 3 derse de öylesine gittim ve geçtim. Arkadaşlarım arasında ünlü olan “Bana ITB demeyin!” sözü de bu isyanımdan çıkmıştır.

 

Ekonomi

Aslında gereklidir fakat hiçbir mühendis adayının bu dersi salladığını ummuyorum. Herkes öylesine giderdi, geyiğine. Hocalar da bunu bilirdi, o yüzden en yeni hocalar bu dersi verirdi. Mesela benim aldığım hoca, Avustralya’dan yeni dönmüştü.

 

Etik

Bu dersi zorunlu yapan kişi mutlak olumlu düşüncelerle hareket yapmıştır. Lakin şu anda bu ders tamamen işlevsiz ve gereksiz bir durumda. Bir kere dersi en boş beleş insanlar veriyor. Doğal olarak baştan savma veriyorlar. Hele benim aldığım hoca! Bu kadar gereksiz bir derste inadına kazık soruyor ve inadına bir sürü adam bırakıyor. Çünkü işi yok, gücü yok, bizimle uğraşıyor. Dersten DD alarak geçtim ama nasıl geçtiğimi bilemiyorum. Tamamen karambol!

Bir de işin diğer boyutu var. Etiği neden öğretirsin? Mühendis olunca etik davransın diye. Şimdi bu yüzyılda, bu dünyada kaç kişi tamamen etik davranmaktadır? Bu dersi geçen kişi ileride bu dersini hatırlayıp işinde etik mi davranacaktır? Bu dersi veren kişiler hayatlarında etik kurallarına uyuyor mudur? Hadi canım sen de!

Kategoriler:anı, Mühendislik, İTÜ