Arşiv

Archive for the ‘popüler’ Category

Spider-man: Across the Spider-verse: Kuşak çatışması üzerine konuşmamız gerek!

25/10/2023 1 yorum

Filmekimi’nde (2013) o kadar kaliteli sinema eseri izledikten sonra neden bir süper kahraman filmi üzerine yazdığımı sorgulayanlar olabilir. Tavsiyem, önyargılarınızı bir kenara bırakmanız. Marvel sayesinde seri üretim, içi boş süper kahraman filmleri sinema salonlarını istila ettiğinden türün itibarı yerle bir olmuşsa da sonuçta bu da bir hikâye anlatım biçimi. Üstelik mitoloji sayesinde en eskilerinden biri.

Marvel’in Sony ile ortak tescile sahip olması yüzünden Örümcek Adam’ın beyazperde öyküsü, diğer süper kahramanlardan farklılaşıyor. Son 20 yılda, sıfırdan yapılan üç farklı film serisinin haricinde, bir de Sony Animations bünyesinde bir animasyon film serisi başlatıldı 2018’de (Disney’in Marvel’e sahip olması durumu daha da absürdleştiriyor). Hikâyenin peşinde koşan bir sinema manyağı olarak, bu yeni animasyon serisini çocuklara yönelik bir para tuzağı olarak düşünmüştüm. Ta ki senaryodaki Christopher Miller ve Phil Lord imzasını görene kadar!

The Lego Movie (2014) ile bir ticari markadan uyarlanan bir filmin de eleştirel ve kaliteli bir sinema eserine dönüşebileceğini kanıtlayan bu ikili, Örümcek Adam’ın animasyon serisinin başına geçmişlerdi. Üstelik Örümcek Adam’ları siyahiydi! Nitekim Spider-man: Into the Spider-verse (2018) herkesin süper kahraman olabileceğini ama bu yeteneği sevgi, empati ve vicdanla harmanlamadan bir manası olmadığını vurgulamasıyla (ve tabii sağlam senaryosu ile çizgi roman estetiğine yaslanan görselliğiyle de) açık ara en iyi Örümcek Adam filmi olmuştu.

Daha fazlasını oku…

Nolan’ın Oppenheimer’ı

20/08/2023 1 yorum

Her alanda, her sektörde yıldız isimler vardır daima. Bunlar bazen gerçekten de kendi kategorisinin en iyilerinden biridir, bazen de sadece kendisini iyi pazarlayabilmiştir. İşinin ehli olmak kavramı -sektörüne göre bazen tamamen, bazen de kısmen- göreceli olduğundan kesin bir yargıda bulunmak çoğu zaman mümkün değildir.

Christopher Nolan ise -kim karşı çıkarsa çıksın- günümüz dünya sinemasının sayılı yıldız isimlerinden biri. Filmi dilediği kadar kötü olsa da sırf ismi sayesinde sinemalara gidecek bir sürü hayranı var. Tenet (2020) pandemi sayesinde bu gerçeğe kuşku düşürse de Oppenheimer (2023) bunu bir kez daha pekiştirdi.

Tabii yıldız olmak, ustalıkla aynı şey değil. Yine subjektif bir sıfat olsa da -bilhassa sinemada- ustalık zamana dirençli olmayı gerektiriyor kanımca. Yıldız yönetmenlik ise dönemsel bir sıfat. Steven Spielberg çoğu sinemasever tarafından usta kabul edilir ama 30-40 yıl önceki gibi yıldız bir yönetmen değil artık.

Uzun zamandır biliniyor ki Nolan iki sıfatı da arzuluyor. Günümüzün yıldızlarından olduğu su götürmez fakat ustalığı gayet tartışılır. Bu arzusunu her filminde farklı bir şeyi, ilk defa yapmak istemesiyle gösteriyor.

Her alanda olduğu gibi sinemada da ustalık, işi kendine özgü bir şekilde yapmaktan geçiyor. Buradaki ‘şekil’ bilhassa sinemada çok çeşitli. Bazen kendine özgü bir anlatım, bazen yeni bir tür yaratma, bazen farklı unsurları aynı karede verebilme, bazen bir mekânı bambaşka bir şekilde kullanma, bazen yeni bir kurgu dili yaratma, bazen de yepyeni bir teknik geliştirme veya kendisi için bir alet ya da yepyeni bir teknoloji geliştirtip filminde kullanma…

Daha fazlasını oku…

Bir İnsan Hakkında: Amy

Hayat, keyifli ama aynı zamanda meşakkatli bir macera. Bireyin yolda önüne çıkan zorlukları iyi tahlil edip kendisini geliştirmesi gerekiyor ve bu süreç hiç sona ermiyor, doğumdan ölüme kadar. Bu yılın gözde belgesellerinden Amy‘nin (2015) esas anlatmak istediği bence bu, her ne kadar öyle gözükmese de.

2000’li yılların önemli ses sanatçılarından Amy Winehouse’un çıkış ve trajik iniş sürecini konu alan belgesel, Senna (2010) ile sürükleyici ve farklı bir belgesel çekilebileceğini kanıtlayan Asif Kapadia’ya ait. Amy‘nin de dramatik yapısı oldukça kuvvetli ve seyircisinin gözünü perdeden bir dakika bile ayırmasına izin vermiyor. Bunun ana sebeplerinden biri dakik kurgusunun yanında, gerçekçiliği ve ana odağı olan Amy Winehouse’u tarafsız ve içtenlikle anlatması.

amy-1

Winehouse’un hayatından görüntüleri kronolojik olarak arka arkaya dizerken onu doğrudan etkileyen unsurlara hiçbir zaman odağını çevirmiyor: Ne aile fertleri, ne kocası, ne arkadaşları, ne yüzsüz medya, ne de şaşılası biçimde müziği. Kapadia’nın odağı hep sabit, yalnızca ve sadece Amy! Ama bir ünlü ya da harika bir ses olarak değil, bir insan olarak Amy! Zaten filmin adı da bunu yansıtıyor. Daha fazlasını oku…

Aile Kurumunun Evrimi Üzerine 21 Film

Bu listeyi Fil’m Hafızası adına Listelist.com’a yapmıştım. Çok içime sinen bir liste oldu ki normalde liste hazırlamayı hiç sevmem 🙂 Buyrun;

Sosyal yaşamın yapı taşı olan aile, her zaman diliminde önemliydi. Anne, baba ve çocuklardan oluşan bu yaşam birlikteliği varlığını sürdürse de biçimini zamana ve kültüre göre değiştirdi. Yüzyıllar içinde evrim geçiren aile kavramı, 20. yüzyılda ciddi değişikliklere maruz kaldı. ‘Geniş aile’lerin yerini giderek ‘çekirdek aile’lere bıraktığı bu yüzyılın sonlarında ise ‘çekirdek aile’lerin de bölünmeye başladığını gördük. 21. yüzyıl ise bambaşka gelişmelere gebe… Her zaman hayatın aynası olan sinema da aile kavramını incelemeyi tarihi boyunca sürdürmüştür, sürdürecektir de. Biz de aile kurumuna ve onun değişimine değinen filmlerden bir seçki hazırladık.

(Liste kronolojiktir.)

Mildred Pierce (Michael Curtiz, 1945)

Mildred-Pierce

2011 yıllında Kate Winslet’li bir mini-dizi olarak yeniden çekilen yapım, sıradan banliyö hayatından sıkılan bir kadının kendisini hayatın akışına bırakışını ve bu seçiminin getirdikleriyle başa çıkma macerasını anlatıyor. Uzun yıllar boyunca ideal aile olarak dünyaya tanıtılan sıradan Amerikan banliyö ailesindeki çatlakları American Beauty (1999) gibi modern yapıtlardan çok önce gösterebilmiş sıra dışı bir film.

Cat on a Hot Tin Roof (Richard Brooks, 1958)

cat-on-a-hot-thin-roof

Ünlü oyun yazarı Tennessee Williams’ın metninden uyarlanan film, oldukça varlıklı bir ailenin içindeki sorunları gerçekçi ve çarpıcı bir şekilde sunuyor. Paranın her şeye çare olmadığını, hatta çocuklarda yarattığı aşırı beklentilerden ötürü psikolojik sorunlara yol açtığını ifşa eden zamanının ötesindeki film, Elizabeth Taylor ile Paul Newman sayesinde ise oldukça popüler bir yapıma dönüşmüştür.

Il Gattopardo/The Leopard (Luchino Visconti, 1963)

il-gattopardo

19. yüzyıl, Avrupa devletlerinde olduğu gibi aristokraside de değişimlere yol açmıştır. Yeni politik akımlar, sanayinin gelişimi gibi hususlar, aristokrat ailelerin zamana ayak uydurmalarını güçleştirmiştir. Visconti, bu başyapıtında ünlü oyuncu Burt Lancester’ın yönettiği ünlü bir Sicilyalı ailenin, zamanın getirdikleriyle nasıl değiştiğinin altını çiziyor. Oldukça göşterişli bir epik dram olan yapım, harikulade vals sahnesi ile gencecik Alain Delon ve Claudia Cardinale’i ihtiva eden kadrosuyla unutulmazlar arasına girmiştir.

Daha fazlasını oku…

Kategoriler:liste, popüler, sinema Etiketler:

Favori Romantik Filmlerim

Yazılarımı okuyanlar ne kadar melankoli hastası olduğumu bilir. Dolayısıyla böyle biri de en çok romantik filmleri sevecektir. Korku hariç her film türünü keyifle izlerim, hatta çok iyi korku filmlerine de bayılmışlığım vardır (mesela Shining). Lakin benim için romantik filmler bir başka. Onlardan aldığım salt keyif apayrı.

Şu da var tabii; romantik film, belli bir türe hapsedilemez. Dram ve komedi karşımıza en çok çıktığı türler olabilir. Lakin bir gerilimde de (Vertigo), bir korkuda da (Lat den Ratte Komma in), bir müzikalde de (West Side Story), bir bilim-kurguda da (Star Wars) ve hatta bir aksiyonda da (Casino Royale‘de Bond-Vasper aşkı!) karşımıza çıkabilir. Ben bu listede serbest davrandım. Belli bir kronoloji takip etmedim. Listeyi de sıralı yapmadım, aklıma geldiğini yazdım. Buyrun listeye geçelim:

Notting Hill [Roger Michell – 1999 – İngiltere]

nh

Kaç kere izlediğimi bilmediğim sayılı filmlerden. Ne zaman canım çok sıkılsa veya çok sevinsem açar izlerim. Hiç baymaz. Sahneleri neredeyse ezberlediysem de hep aynı keyfi verir. Peki neden? Sanırım Richard Curtis’in senaryosu ilk sırayı alıyor. Bir de esas oğlanın deyişiyle ‘sıradan bir ölümlünün bir tanrıya aşık olması’ olayı var. Will’in ‘Ain’t No Sunshine’ eşliğinde dört mevsim boyunca pazarı dolaşma sahnesi ise sinema tarihinde yerini almıştır. Tabii enfes soundtrack albümü de sevilmesinin başka bir nedeni. 2 yıl önce yazmış olduğum ayrıntılı yazı için tıklayın!

When Harry Met Sally… [Rob Reiner – 1988 – ABD]

when-harry-met-sally

İlk defa ne zaman izlediğimi hatırlamıyorum ama oldukça fazla izledim. Bir diğer başucu filmim de budur. Bugün izlediğimiz manada romantik-komedi türünü başlatan filmdir. 90’lar boyunca her romantik filmde Meg Ryan’ın çıkmasının da müsebebidir. Nora Erphon’un Oscar’a aday olan senaryosu neredeyse kusursuzdur.  40’lı yılların hınzır (ama stüdyoda çekildiğinden yapay olan) screwball komedi trüklerini 80’lerin gerçek dünyasına (New York’a) uyarlayan Erphon, hem ana iskeleti hem de araya çeşni katan yan öyküleri ustalıkla kurmuştur. Rob Reiner rahat bir rejiyle sonuca ulaşmıştır. Billy Crystal ile Meg Ryan’ın kimyaları da inanılmaz uyumludur. Casablanca göndermeleri, zeki esprileri (Sahte orgazm sahnesi üzerine gelen “Ben de onun yediğini istiyorum.” repliği) ve Harry Connick Jr. imzalı enfes caz şarkıları ile unutulmaz bir filmdir. (Reiner’ın 2010’da çektiği Flipped de çok başarılı bir ‘ilk aşk’ filmidir, çoğu insanın gözünden kaçmış olması yazıktır.)

Paris, Texas [Wim Wenders – 1984 – ABD]

paris-texas

Aşkın şiddetini ve yıkıcılığını gösteren gelmiş geçmiş en iyi film! Son 40 dakikada izlediğimiz Harry Dean Stanton’un monolog sahnesi, sizi koltuğa mıhlar, gözünüzü bile kırpamazsınız. İçinizde bir şeyler ezilip un ufak olur. Film bitse de yerinizden kalkamazsınız. Bitiş yazılarını, bu sefer sersem gibi olup hareket edemediğinizden izlersiniz. O muhteşem sahneye kadar olan 2.5 saatlik kısımsa başarılı bir Amerika eleştirisidir. Yola çıkmak üzerine, aile olmak üzerine ve modernizm üzerine çok ciddi kelamlar eder. Sam Shepard’ın senaryosu, Stanton’ın oyunculuğu, Robby Müller’in görüntüleri ve de Wenders’in enfes yönetimi 10 numaradır! Bence gelmiş geçmiş en iyi 5 film arasındadır! Daha fazlasını oku…

Hayattan Notlar

  • 2 ay önce Kürşat Başar’ın en popüler romanı olan Başucumda Müzik‘i bitirdim. Oldukça sürekleyici bir eser, bir çoksatanda olması gerektiği gibi. Başlarda kitabı çok beğeniyordum Kürşat Başar’ın bir erkek olarak bir kadının birincil sahış anlatımıyla yazabilmesi ve bunu kıvırabildiğini görebilmek (çünkü yazarken yapamadığım nadide şeylerdendir, kadın bakış açısını yansıtabilmek) bana büyük keyif verdi. Lakin sonlara doğru Başar’ın üslubunun monotonlaşması ve dolayısıyla sıkıcılaşması kitaptan beni soğuttu. Biraz edebiyat yapmak isteği, biraz da yazar kibriyle kahramanın düşüncelerine daha fazla yer verip romanı iyice ağdalaştırması romanın seviyesini düşürmüş. Ayrıca, roman ilerleyince Başar erkek aklının esiri olup yada romanı popülerleştirmek adına kahramanın seçimlerini, bir erkek bilinciyle yapmış (yada 28 yıllık şu kısa ömrümün bana öğrettiği kadın seçimleri yanlış). Ayrıca, bu kadar politik bir altyapıya sahipken ısrarla apolitik bir roman olması, açıkçası bana ters geldi. Lakin “Bir romans romanından bunu bekleyemezsin!” de diyebilirsiniz, siz de haklısınız.

Başucumda-Müzik

  • Kitapta geçen birkaç cümle beni çok düşündürdü. Ne yazık ki, okurken beğendiğim cümlelerin altını çizme gibi bir alışkanlığım yok. Olsa burada sizinle de paylaşırdım. Ama içlerinde en akılda kalıcı olan ve beni hala daha düşündüreni şu: “Eğer birini sevmek için bir neden bulamıyorsanız, onu gerçekten seviyorsunuzdur.”
  • İlk önce saçma geldiğinin farkındayım. Çünkü herkesin, her şey için ufak da olsa bir nedeni vardır. Hele yaşadığımız çağ içinde. Ama sonra düşündüm, gerçek sevgiyi, koşulsuz sevgiyi düşündüm. İşte onun için bir nedene gerçekten gerek yok! Zaten kastettiğim tamamen mucizevi bir şey açıkçası. Çok olmayan bir şey, aşk da denilen şey. Daha fazlasını oku…

The Dark Knight Rises

Öncelikle yazıyı filmden sonra okumanız tavsiye ediyorum çünkü yanlışlıkla da olsa filmden tüyo verip zevkinizi kaçırabilirim. Ama izlemeyenlere tavsiyem şu, önce mutlaka Batman Begins‘i izleyin, daha önce izlemiş olsanız bile.

Filmi beğendiğimi söyleyerek yazıya gireyim. Gerçekten sinemada izleyebileceğiniz, hele günümüz koşullarında, nadide filmlerden. Çünkü hem altyapı olarak iyi, hem de son derece keyifli. Şimdi de yavaştan filmi analiz edelim.
Daha fazlasını oku…

Hayattan Notlar

  • Bu fani dünya üzerinde 27.5 yılı geride bıraktım. Bazen geriye dönüp baktığımda hiçbir şey öğrenmemişim gibi geliyor. Evet, okul bitmiş, çalışıyorum, kendi hayatımı kurmuşum ama daha yürünecek sürüyle yol var. Bizim ünlü deyimimizle daha kırk fırın ekmek yemem gerek. Ne yazık ki bazen bunu unutuyoruz. Her şey bitmiş, hayat rutine binmiş zannediyoruz. Halbuki yok böyle bir şey. Hayat tüm hızıyla devam ediyor ve yerinde saymak isteyen bizleriz. Çeşitli nedenler yüzünden (korkular, endişeler, saplantılar, vb.) hayata atılmaktan çekinip durduğumuz yerde kök salmak kolay geliyor. Kimisi kökünü salıp yıldan yıla köhneleşirken, kimisi daldan atlıyor ve hep canlı kalıyor. Biraz karakter, biraz hayata bakış açısı, biraz da psikolojimiz buna sebep oluyor.
  • Son 1 aydır hiç yazmadım. Neden sorusunun tek bir yanıtı yok. Hayatım oldukça ilginç bir evreden geçiyor. Oldukça ilham verici deneyimler yaşadım. Hayatıma yepyeni bir sayfa açtım resmen. Bunları siz, okuyucularımla, hemen paylaşmayı çok düşündüm. Ama sonra vazgeçtim. Bunun nedenini çaya benzetebilirim. Kaynamış bir çaydansa demlenmiş bir çayı hemen herkes tercih eder. Keza, ben de son 1 ayda yaşadıklarımı kafamda demleyip düşünmem gerek. Elbet bu sürecin etkilerini sonraki yazılarımda görürsünüz.
  • 2012’nin ilk saatlerinde salonumda birkaç arkadaşımla oturup sırayla şu iki soruyu kendimiz adına yanıtladık: “2011’de sizi etkileyen en önemli olay/duygu/düşünce neydi?” ve “2012’den kişisel olarak ne bekliyorsunuz?”. Aradan tam 4 ay geçtikten sonra kendi cevabıma baktığımda (yogaya tamamen uyum sağlayacağımı söylemiştim) hayata ne kadar dar açıdan baktığımı gördüm. Bu dört ay gerçekten soluk kesici geçti çünkü. Bakalım kalan 8 ayda neler olacak?
  • Normalde nisan ayında size harika bir film festivali yazı dizisi yazmayı planlıyordum. Lakin aldığım 14 biletten sadece ikisine gidebildim. Bunlara kısaca değinmek istiyorum:
  • Ünlü kült müzikal Pink Floyd’s The Wall‘u büyük perdede izlemenin keyfi anlatılmaz, yaşanır. Pink Floyd’un kendine açtığı yepyeni bir kulvarda öncü ve hatta tek grup olduğu tartşılmaz. Böyle bir grubun filmi de sıra dışı olmayı hak ediyor. Filmin şarkılarıyla görüntülerin muhteşem uyumu ve hepsinin bütünlüğü beni çok şaşırttı. Şarkıların depresifliği ve karamsarlığı belki her kişiye uygun olmayabilir ama kesinlikle izlenmeli bence.
  • İkinci olarak Fransız komedisi Les Infidéles’e gittim. Beklediğimden de hafif bir komediydi. İlişkiler ve aldatma konusu üzerine yazılmış birkaç kısa filmden oluşuyordu. Çoğu çok basitti ve sıkıcıydı. 5×2 gibi muazzam bir ilişki filmi çeken bir ülkeden daha iyisini beklerdim.
  • Nisan ayı, aynı zamanda iki büyük dizinin yeni sezonlarıyla arz-ı endam ettiği aydı. Mad Men, en iyi sezonunu yaşamasa da yine nefes kesiyor. Son birkaç bölüm, bana çok keyif verdi. Game of Thrones ise kaldığı yerden devam ediyor. Fantazi, entrika, politika ve savaşın her birinden nasibini almış yapısıyla hala ilgi çekiyor. Bölüm sayısı arttıkça daha iyi olmaya başladı. Dokuzuncu bölümün çok farklı olacağını duydum, benden söylemesi.
  • Nisan ayında ünlü blog yazarı Pucca’nın ilk kitabını okudum: Küçük Aptalın Büyük Dünyası. Pucca, yaşadığı ilişki deneyimlerini aktardığı kitabında, açıklığı ve sadeliği ile okuyucuyu kendine bağlıyor. Yalnız anlattığı ne kadar gerçek veya ne kadarı gerçek, cevap veremiyorum. [Okuyan Us  Yayınları, 2010]
  • Ünlü filozof Slavoj Zizek’in Ahir Zamanlarda Yaşarken kitabını da arada okuyorum. Bazı saptamaları çok hoşuma gidiyor, arada sizinle paylaşacağım. İlki yorumsuz gelsin: “Bugün liberalizmin anlamı iki zıt kutup arasında salınıp duruyor: İktisadi liberalizm (serbest piyasa bireyselciliği, yoğun devlet müdahalesine karşıtlık, vs.) ile siyasi liberalizm (eşitlik, toplumsal dayanışma, hoşgörü savunusu, vs.). ABD’de, sözcüğün ilk anlamıyla Cumhuriyetçiler daha liberalken, ikinci anlamıyla da Demokratlar daha liberaldir. Asıl mesele şudur: Daha incelikli bir çözümlemeyle hangisinin daha hakiki liberalizm olduğuna karar veremeyebileceğimiz gibi, bu açmazı da daha yüksek bir diyalektik sentez önererek yahut terimin iki anlamı arasında açık bir ayrım yapmak suretiyle kafa karışıklığını gidererek de çözemeyiz. İki anlam arasındaki gerilim, liberalizmin tayin etmeye çalıştığı içeriğin bünyevi bir özelliğidir, yani kavramın kendisine mündemiçtir; dolayısıyla bu müphemlik bilgimizin sınırlılığının değil, liberalizm kavramının en içteki hakikatinin göstergesidir.” [Metis Yayınları, çev.: Erkal Ünal, 2011]
  • Mündemiç, TDK’ye göre ‘bir şeyin içinde var olan, bulanan, saklı olan’ demekmiş. Ben de yeni öğrendim.

Yarışma ve Sonrası

01/03/2012 30 yorum

Bu yazı yayınlandığında bir sürü kişi beni beyazcamda görmüş olacak ve herkesin kafasında farklı bir düşünce oluşacak. Bir önceki yazımda, yarışmaya kendim için katıldım derken ciddiydim. Yarışmayı yüz bin kişi izlediğini varsaysak (“Yetmiş milyon beni izliyor!” geyiği yapmayacağım) yüz bin farklı düşünce demektir bu. Oysa bunlardan kaçı benim önemlidir diye sorarsanız. Sıfır demem gerek.

Teoride kimsenin düşüncesinin benden daha önemli olmadığını bildiğim halde, zihin yine negatif düşünüyor. “Aman benim hakkımda ne derler?”, “Bana acırlar mı?”. “Acaba yanlış mı anlaşılırım?”, “Joker kullanmadığım için herkes üzerime çullanacak!”, … Peki ne kadarı doğru yada ne kadarını dikkate almalıyım? Bu düşünceler gerçekten beynimin düşünceleri mi yoksa zihnin ürettiği boş kaygılar mı?

Yayın saati yaklaştıkça kafamda düşünceler artıyor. Stüdyoya çıkarken bile aklıma gelmeyen sorular bunlar. Ama beynimim bir köşesi ısrarla direniyor: Başkalarının düşüncelerini dikkate alma, kendini birinci sıraya koy!

Bugün kafamda Andy Warhol’un ünlü sözü dolaşıp durdu: “Herkes 15 dakikalığına ünlü olacak!” Evet, bu gece çoğu kişi beni izleyecek ve ahkam kesecek. Yani? 1-2 hafta sonra kim hatırlayacak ki? Eminim, bir süre zarfında beni görenler bir sürü yorumda bulunacak. N’olmuş ki? Ben 10 gün önce olayı bitirmişim, çıkıp yarışmışım zaten. Kafamda muhasebesini yapıp bir kenara koymuşum.

Yine de buraya yazmam gerek: Neden hiç  joker kullanmadığımı? (seyirci jokerini saymıyorum)

Benim borcum yok şükür, alacağım vereceğim de yok. O yüzden daha yarışmaya gitmeden, belli yere kadar risk alacağımı kafamda belirlemiştim. Benim için asıl önemli olan, orada heyecandan yoksun olarak kendim olarak yarışmaktı ve saçmalamamaktı. O yüzden çıkınca ve ilk 7 soru da kolay gelip hiç düşünmeden cevaplayınca ben rahatladım. Şu var, Kenan Işık’ın engelimi öne çıkarmak istemesini anlayınca rahatsız oldum biraz ve mevcut heyecanımı arttırdı ne yazık ki.* Ama soruları düşünmeme engel olmadı neyse ki.

Geldik 8. soruya: “Semerkant  kitabı kimi anlatmaktadır?” Bana ters bir soru. Modern edebiyatı takip ettiğim söylenemez yazar adları dışında. Ama 2 şıkka indirmişken ve kaybedecek para ödülüm yokken risk almak istedim. Seyirci jokeri hataydı ama zaten hiç umursamadım. Sonuçta Semerkant’a Cengiz Han çok daha yakındı, Ömer Hayyam’dansa (yaşam yeri olarak). Son raddede yanlış cevaplayıp, 15000 TL’yi alıp çıktım. Allah bereket versin.

İçim oldukça rahat. Tek korkum gelecek saçma sapan yorumlar. Onların da bir çaresine bakacağım artık.

Benim için çok ilginç bir deneyim olduğunu söylemem gerek. Kendimle hesaplaşma adına ve bir nevi kendimi kanıtlama adına önemli bir adımdı.

Son olarak, herkes parayı ne zaman vereceklerini merak ediyor: Anlaşmaya göre yayından 90 gün sonra verecekler.

*: Bugün gördüm ki televizyonda, gazetelerde ve internette ‘engelli’ oluşum öne çıkarılıyor. Eminim ki yarışma sonrasında da bunu öne çıkaracaklardır. Kendini her zaman öncelikle ‘insan’ olarak tanımlayan biri olarak bu bakış açısı, bana çok ters gelse de; TV’nin bu pazarlama stratejisini çok da önemsemediğimi söylemem gerek. İsteyen istediği gibi düşünür, isyen beni aciz bir engelli olarak görür, isteyen bilgisini ve beynini kullanmaya çalışan bir insan. Size kalmış.

Kategoriler:fikir, popüler, TV, yorum Etiketler:

2012 Oscar Ödül Töreni Yorumları

Geçen yıl olduğu üzere, bu yıl da banttan izledim töreni. 2.5 saati biraz aşan töreni yaklaşık 10 dakika önce bitirdim. Çok sıcağı sıcağına bir yorum olsa da, iki unsurun öne çıktığını söylemem gerek:

  • Çok-ulusluluk: Törende bolca Fransız, bir İranlı, bir Pakistanlı, bir İrlandalı, bir İtalyan, bol İngiliz ve Amerikan ödül aldı. Eminim başka uluslara ait ve benim bilmediğim kazananlar da vardır. Bilhassa A Seperation‘ın yönetmeni Ashgar Fahradi’nin konuşması bunu vurguluyordu. Dünyanın bilerek ve isteyerek kutuplaştığı günümüzde, dünyanın en kapitalist şovunda bunun üstüne durulması oldukça ilginç! Sanki kapitalizm, günah çıkarıyor. Politika arenalarında, sokaklarda, mitinglerde, gazetelerde dile getiremediğini eğlence dünyasına söyletti. Oscar’lara eğlence diye bakanlar, biraz da işin bu yönünü görebilmeli.
  • Sinema nostaljisi: Malumunuz artık insanlar sinemaya çok gitmiyor. DVD’ler, Blu-ray’ler, iPadler derken o sihirli salonun kapısı unutulur oldu. Gidenler de alışveriş merkezlerinde abidik gubidik filmler izliyor. Eminim Hollywood’da kimse Emek Sineması’nı bilmiyordur ama sanki ona da bir saygı duruşu vardı. Sahnenin ana dekoru olsun, salonun genel düzeni olsun (Oscar’lar uzun zaman sonra Kodak Theatre dışında bir salonda yapıldı ve dikkat edenler yeni salonun eski devasa sinemalara benzediğini fark etmiştir), aralarda popcorn ve türevi film izleme atıştırmalıkları dağıtan kızlar olsun, aralara serpiştirilmiş Hollywood yıldızlarının sinemayı neden sevdiklerine dair videolar olsun; hepsi sinemanın altın çağını yad ediyordu. Zaten adaylar da bunun için seçilmişti sanki: Hugo sinemanın ilk dönemini anıyordu, The Artist sessiz fim dönemine saygı duruşuydu, Midnight in Paris 30’ların emtellektüel camiasının özlemi içindeydi, The Descendants adı üzerinde atalarının topraklarında hayata tutunmaya çalışan varisler üzerineydi.

Diğer unsurlara gelirsek:

  • Billy Crystal, klasik ama zinde bir performans sundu. Galiba Altın Küre günümüzün nabzını Oscar’dan daha iyi tutuyyor. Billy Crystal her ne kadar harika gözükse de biraz demode, Ricky Gervais gibi zeki ve sivri bir sunucu gerek Oscar’a.
  • The Artist 2-3 yıl sonra hatırlanacak mı merak ediyorum. Ama Hugo hatırlanacak.
  • Gecenin en güzel anı, Cirque de Soleil’in şovuydu. Yine eski filmler üzerine çarpıcı bir gösteri yaptılar.
  • Meryl Streep, kendiyle iyi dalga geçiyor. Zaten öyle olmasa hiç çekilmez. 17 adaylık ve 3 ödül her insanı sersemletir. Bu arada kadının makyajcısını her filme taşıdığını da öğrendik. Üstelik ona da ödül aldırttı, bir şey diyemiyorum.
  • Christopher Plummer, ödülünü hak ederek alan nadide kazananlardandı. Konuşması da çok tatlıydı.
Kategoriler:Oscar Töreni, popüler, sinema, TV