Başlangıç > gezi yazısı, mekan > Viyana İzlenimleri

Viyana İzlenimleri

Viyana denilince çoğu Türk’ün içinin burulması bana garip geliyor. Kaç yüzyıl önce iki kez kuşatıp alınamaması günümüz yurdum insanını neden ırgalıyor ki? Alsak, Osmanlı hiç çökmeyecek miydi ya da Viyana hâlâ Türklerin mi olacaktı? Ama şu bir gerçek ki Osmanlı tehdidi, Viyana kentini epey uğraştırmış. Viyana düşmese de o korkunun izleri şehrin tarihinde kalıcı izler bırakmış.

Ufak bir Roma garnizonu olarak kurulup Habsburglular sayesinde hafif serpilen Viyana, Osmanlı tehlikesi geçene (yani 18. yüzyılın başına) kadar hiç gelişmemiş. Ortaçağ biteli birkaç yüzyıl geçmesine rağmen, surlarının ötesine geçememiş. Bence günümüz Viyana’sını da etkileyen ana faktörlerden biri, bir imparatorluk başkenti olmasına rağmen günümüzdeki Ringstraße’lerin içinde kısıtlı kalması. Belki de Viyana’ya kendine has havasını veren, o kısıtlı alanda yaşamanın verdiği başka bir mimari hava veya şehri daha verimli kullanma ihtiyacı. Ama ilk kez gittiğim Viyana’nın, gördüğüm başka Avrupa kentlerine hiç benzemediğini rahatlıkla söyleyebilirim ki genelde ülkelerden bağımsız olarak Avrupa kentleri birbirine benzer.

St. Stephan Dom Kilisesi

Havaalanından şehre iniş ve otel

Eşimle 8 Kasım 2023 Çarşamba günü Viyana’ya uçtuk. Havaalanından doğrudan 5 günlük ulaşım bileti ile ikinci bölge için ayrı bir bilet aldık. Şöyle ki Viyana, ulaşım açısından iki bölgeye ayrılıyor. Gezilecek tüm yerler iç bölgede ve günlük biletler sadece burada geçerli. Ama havaalanı dış bölgede yer aldığından şehre inebilmek için ayrı bir bilet daha almanız gerekiyor. Bunu yapınca kırmızı trene binerek (yeşil olan aynı yere gitmesine rağmen 2 kat daha pahalı) 40-45 dakikada merkeze indik.

Otelimizi bilerek tam merkezde seçmiştik. Austria Trend Hotel Europa Wien, şehrin en merkezi caddesinin bir paralelinde konumlanan 4 yıldızlı bir otel. Verdikleri oda hem genişti, hem kullanışlı ve rahattı. Kahvaltısından çok memnun kaldık, içeriği çok çeşitli olmasa da gayet lezzetli ve yeterliydi. Tabii en önemli özelliği, harika konumu. Müzeye gidip geldikten biraz dinlenme imkanı veriyor. Ayrıca bu kadar merkezi bir konumda olmasına rağmen geceleri çok sessizdi.

Oteldeki kahvaltı

İlk gün: Sacher Torte, Cafe Demel, Nordsee

İlk gün odaya yerleşmemiz akşamüzerini bulduğundan plan yapmamıştık. Biraz dinlendikten sonra çıkıp Sacher Torte’yi ilk yapan mekân olan Sacher Hotel’e gittik. Sonradan okuduğuma göre bu “ilk olma” olayı biraz şüpheliymiş. Hatta 19. yüzyılın ilk yarısında büyük bir davaya konu olmuş Cafe Demel ile Sacher Hotel arasında ve Hotel kazanmış. Şu an Viyana’daki her kafede Sacher Torte’yi bulabilirsiniz ama orijinal yerinde yemek için biraz kuyruk beklemelisiniz. Biz en fazla 15 dakikalık bir bekleyişten sonra oturduk ve birer kahve ile ünlü Sacher Torte’den bir dilim söyledik. Benim gibi biraz gurmelik cahili olanlar için yazayım, içinde kayısı marmeladı olan değişik bir çikolatalı pastadan söz ediyorum. Tadı güzeldi ama aklımda yer ettiğini söyleyemem. Ama Viyana’ya gelmişken yapılacaklar arasında bence.

Ünlü Sacher Torte ile

Ardından biraz çevreyi dolaşmaya koyulduk. Hava soğuktu. Ne kadar hazırlıklı gelsek de İstanbul’da kasım başı hâlâ ılık bir hava olduğundan bu soğuk bizi biraz sersemletti. Bu yüzden bir süre yürüdükten sonra önümüze Cafe Demel çıkınca ısınmak için de girdik. Birer sıcak çikolata içerek kendimize geldik ve bu güzel tarihî kafenin keyfini çıkardık biraz.

Cafe Demel’in vitrini

Zaten Viyana’da yapılması gereken başka bir aktivite de tarihî kafelerinden en az birinde oturarak ortamın keyfini çıkarmak. Yüzlerce yıllık bu kafeler sayesinde Avrupa’ya kahve kültürünün yayıldığı söyleniyor. Avusturyalıların da kahveyi Osmanlı seferleri aracılığıyla öğrendikleri biliniyor. Avrupa’nın kendine has sürekliliği sayesinde ilk açılan kafelerden bazıları günümüzde hâlâ faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bu da tabii Viyana’ya has bir kahve / kafe kültürünün oluşmasına sebebiyet vermiş.

Oradan çıkıp yürürken de kocaman bir Julius Meinl mağazasına rastladık. Sadece kahve sattığını düşündüğümüz bu mağazada, balıktan ete atıştırmalıktan içkiye geniş bir ürün yelpazesi vardı. Biraz da turistik düşünülmüş olacak ki satılan her ürünün altında geldiği ülkenin adı ve bayrağı bulunuyordu. Bana son derece ilginç geldi.

Nordsee’deki yemekler

Ardından akşam yemeği için Nordsee’ye oturduk. Deniz ürünleri fast food zinciri olarak tanımlayabileceğim bu restoran, bir süreliğine Türkiye’de de vardı aslında ama tutmadı herhalde. Konsept olarak bizdeki Günaydın’da her şeyin deniz ürünü olduğunu düşünebilirsiniz. Gayet kaliteli, sağlıklı ve nispeten uygun fiyatlı bir yemek seçeneği.

İkinci gün: Doğa Tarihi Müzesi, Sanat Tarihi Müzesi, Efes Müzesi, Do&Co

Sabah kahvaltı sonrası, doğrudan müzeler bölgesine yürüdük. Burada önce Doğa Tarihi Müzesi’ne (Naturhistorisches Museum Wien) girdik. Eşim daha önce ziyaret ettiğinden çok övüyordu, gerçekten çok iyi. Bir kere Brüksel’deki gibi dağınık değil, gayet kompakt. Her yaşa uygun ve bilimle ilgilenen herkesi cezbedebilecek koleksiyonlara sahip. Mineroloji meraklısı olmadım hiçbir zaman ama çok geniş ve etkileyici bir taş ve mineral koleksiyonu var. Keza fosil bölümü, canlı çeşitliliği bölümü ile küçük de olsa dinozor bölümü gayet ilgi çekiciydi.

Eski bir kuş fosili
Dinozor salonu
Kutup ayısı taklidim

Doğa Tarihi Müzesi binasının ikizi olarak tam karşısına yapılan Sanat Tarihi Müzesi (Kunsthistorisches Museum Wien) ise Viyana’da en sevdiğim yer oldu. Daha fazla vakit ayıramadığım için üzüldüğüm tek yer burası oldu.

Müzenin kalıcı sergileri, sanat tarihinden birkaç başyapıt içeriyor. Bruegel’in (Yaşlı Pieter Bruegel) en önemli yapıtlarını arka arkaya görebilmek çok heyecan verici. Bir resmi, kitaptan veya bir internet sayfasından görmekle gerçeğini görmek arasında çok fark var. Hele Bruegel gibi konularını çok geniş çerçevede ele alan ve her detaya mükemmele yakın biçimde önem veren bir ressamın eserlerinde bu durum, daha da fark ediyor. Babil Kulesi (1563), Köylü Düğünü (1568-9) ve Kardaki Avcılar (1565) gibi eserlerini çıplak gözle görebilmek harika bir his. Bruegel’in doğayı ve sıradan insanları gerçekçi bir şekilde ele alırken ince bir muzipliği kendine has bir stille resmine yedirmesine hayranım.

Bruegel’in Babil Kulesi resminin önünde

Müzede ayrıca Rafael’in Çimendeki Madonna’sı (1506) gibi Rönesans’ın önemli eserleri ile Rubens, Rembrandt ve Vermeer gibi Flemenk ressamların yapıtları da var. Ayrıca şansımıza geçici sergi de bayağı güzeldi. Üzerlerine Rafael’in ünlü Atina Okulu (1509-11) freski gibi konular yerleştirilen, duvara asılan halılardan oluşuyordu sergi. Bizdeki kullanımının aksine duvarlarda sergilenmek üzere dokunan bu halılar da gayet ilgi çekiciydi.

Atina Okulu freskini konu edinen halının önünde

Bu enfes müzeden çıkınca dışarıdaki bir bankta oturarak biraz dinlendik. Akabinde Efes Müzesi’ne (Ephesos-Museum der Antikensammlung des Kunsthistorischen Museums Wien) girdik. Viyana’da böyle bir müze bulunması başta saçma görünebilir. Ama Efes’i resmî olarak en baştan beri Avusturyalılar kazmış ve 1907’ye kadar çıkardıkları eserleri resmî izinle Viyana’ya götürmişler. Bu müzedeki eserler de 1895-1907 arasında kazıdan çıkarılanlar. Uzun yıllar Sanat Tarihi Müzesi’nde sergilenen eserler, 1978’te günümüzdeki yerine taşınmış. Hofburg bölgesindeki Neue Burg binalarında birkaç salondan oluşuyor müze. Açıkçası gelişigüzel sergilenmiş her şey. Gezmesi 30-40 dakika alıyor ki yine de Selçuk’taki kapalı müzeden daha büyük olduğunu söyleyebilirim. İçlerinde oldukça güzel eserler de var maalesef.

Efes Müzesi’nin gezerken
Efes Artemis heykeli, Selçuk Müzesi’nde daha güzeli var

Yarım günde üç müze gezdikten sonra, yavaş adımlarla Hofburg’un içinden yürüyerek otele gittik. Girmeden önce, bir sokak büfesinde birer Currywurst yedik. Her kültürün kendine has sokak lezzetleri oluyor, Currywurst de Alman kültürünün vazgeçilmezlerinden. Bu arada odaya girdiğimizde küçük bir sürprizle de karşılaştık, otel ufak bir çikolatalı kekle doğumgünümü kutlamış, klas bir jestti.

Sokakta currywurst

Otelde biraz dinlendikten sonra hafif güzel giyinerek doğumgünüm şerefine Do&Co’ya gittik. Şehrin bilinen lüks restoranlarından olan Do&Co, yıldızı olmasa da hâlâ Michelin rehberinde bulunuyor. Klasik Avrupa mutfağından seçeneklerin yanında sushi gibi Uzakdoğu’dan ürünler de var menüde. Ortaya bir başlangıç, sushi ile salata aldık ve ardından birer ana yemekle bitirdik. Hepsi gayet güzel olsa da tek aklımda kalan tabak, salata oldu. Farklı bir sosla çeşnilendirilmiş taze bir ferahlıktı. Kahveleri içerken de sürpriz olarak ufak bir doğum günü pastası geldi. Sanırım 120-130 € bandında bir ücret geldi, değişik bir deneyimdi ama bir daha gitmeyi düşünmem. Enfes ışıklandırılmış St. Stephan Dom Kilisesi’ne bakarak fine dining yemek her zaman nasip olmaz.

Do&Co’daki manzara

Üçüncü gün: Belvedere, Hundertwasser, Figlmüller, Noel marketi

Üçüncü güne Belvedere Sarayı ile başladık. Burada çok uzun bilet kuyrukları olduğunu duyduğumuzdan bileti online almıştık. Aslında gelmeden birkaç müzeye böyle baktık ama sadece Belvedere, internet sitesinde tam gün ve saat belirterek bilet satıyordu. Diğerleri -gördüğümüz kadarıyla- genel (ya da açık) bilet satıyor ki onu önden almanın manası yok. Lakin hava yağmurlu ve saat de erken olduğundan herhalde, bilet kuyruğu yok denecek düzeydeydi.

Bahçedeki bir heykelin arkasında Üst Saray görünüyor

Belvedere Sarayı, merkezin hafif dışında ama Versay Sarayı gibi Paris merkezden 1 saat yol gitmiyorsunuz. Tramvayla 4-5 durak gittik sadece, 1-1.5 saatte rahatlıkla yürünebilecek bir mesafede. Burası, 2. Viyana Kuşatması ertesinde Osmanlı tehdidi tamamen bittikten sonra yapılmış. Bu yüzden, Üst Belvedere’nin dış cephesinde Osmanlı’ya çeşitli göndermeler bulunuyor. Aslında Paris’teki Versay, St. Petersburg’taki Yazlık Saray gibi bir debdebe şovu. Gösterişçiliği hiçbir zaman, hiçbir yerde sevmediğimden bana baştan itici geliyorlar.

Damla ünlü Öpücük tablosu ile

Üstteki binanın içerisinde sarayın kendi sanat koleksiyonu sergileniyor. Klimt’in çoğu eseri ile Egon Schiele’nin bazı önemli eserleri burada sergileniyor. Mesela Klimt’in en tanınmış eseri Öpücük (1908) burada ama önündeki kalabalık hiç bitmediğinden resmi rahatlıkla inceleyemiyorsunuz. Klimt’in nispeten az bilinen eserlerinde de durum farklı değil. İnsanlar sırf fotoğraf çekilerek “Ben oradaydım ve onu gördüm!” demek için etrafında divane oluyorlar ama resme gerçekten bakan yok neredeyse.

Üst Saray’dan bahçelere, Alt Saray’a ve Viyana’ya bakış

Üst sarayı tamamen gezmek 2 saat bile almıyor ki Sanat Tarihi Müzesi’yle karşılaştırıldığında gayet az esere sahip. Önündeki uzun ve güzel bahçenin sonunda Alt Saray yer alıyor. Burası galeri olarak geçici sergiler için kullanılıyor. Biz gittiğimizde feminist bir Amerikalı sanatçı olan Louise Bourgeois’un sergisi vardı. Modern sanatla pek alakalı olmasak da ilginçti.

Louise Bourgeois’e ait bir eser

Belvedere’den otobüsle Hundertwasser Evi’ne gittik. Landstraße semtinde bir sokağın köşesinde yer alan binanın özelliği, 19. yüzyıl sonundan beri mimariye hakim olan ‘kullanışlılığın önceliği’ düsturundan ziyade doğadaki gibi kavisli çizgilerin ve ağaç, çim, toprak gibi doğaya ait ögelerin rastgele kullanılması. Aykırı bir sanatçı olan Friedensreich Hundertwasser (ismini, sanatçı olunca kendi değiştirmiş) ve mimar Josef Krawina’nın tasarladığı bina, 70’lerin Avusturya Şansölyesi ve Viyana Belediye Başkanı’nın önerisi üzerine turistik amaçla inşa edilmiş. Binanın mimarisi ve önündeki sokağın tasarımı gerçekten çok ilginç. Bir kere olsun çıplak gözle görülmesi gereken mimarî bir deney.

Hundertwasser Evi’nin bir cephesi
Hundertwasser Evi’nin diğer cephesi

Oradan eski bir tramvay vagonuna binerek merkeze geri döndük. Gayet acıktığımızdan, başka bir turistik gereklilik olan Figlmüller’e gittik. Burası şehrin en ünlü şnitzel restoranı. İlk defa 19. yüzyılda adı yemek kitaplarında görülen şnitzel, Avusturya’nın en popüler yemeği olabilir. Bizdeki tavukla yapılan şnitzelin aksine, orijinal olanı danadan yapılıyormuş. Ama 1905’te açılan Figlmüller’de şnitzel ısmarladığınızda domuzdan geliyor, aksini isterseniz belirtmeniz gerekiyor. Wikipedia’dan okuduğuma göre domuz şnitzele resmî olarak ya ‘Viyana usulü şnitzel’ ya da ‘domuzdan şnitzel’ denmesi gerekiyor ama Figlmüller’de tersi geçerli. Dana veya tavuk için belirtmeniz şart.

Gelelim restorana ve yemeğe. Birbirine 50 m mesafede iki Figlmüller var. Ufacık bir aralıkta olan sadece rezervasyonla müşteri kabul ediyor. Cadde üzerinde olanı ise karışık. Yani ikisinde de yemek için en mantıklısı rezervasyon yaptırmanız. Biz yaptırmamıştık ve 1-1.5 saat arası kuyrukta masa bekledik. Ayrıca bodrumda oturduk. Peki değdi mi derseniz? Kesinlikle. Yaklaşık 30 cm çapındaki (domuz) şnitzel, çok lezzetli. Hem inanılmaz doyurucuydu hem de Viyana’da yediğim en lezzetli öğündü. Tabii buna şnitzele eşlik eden patates salatası da dahil, o ayrıca harikaydı. Kısacası Figlmüller, Viyana’da ziyaret edilmesi gereken yerlerden.

Figlmüller’deki masamız

Figlmüller’de o kadar doyduk ki akşam yemeğini Cafe Aida’da (burası da eskilerden ama zincire dönüşmüş) ufak bir tatlıyla geçiştirdik. Onun akabinde ise 10 Kasım olmasına rağmen ilk defa açılan, St. Stephan Dom Kilisesi etrafındaki Noel marketinde zaman geçirdik. Normalde de bu kadar erken (noelden 1.5 ay önce) açılıyor mu bilmiyorum ama bilhassa eşim için harika oldu. Berlin’de gezdiğimiz noel marketleri ilgili yazımda anlatmıştım. Viyana’dakinde de mantık aynı. Hem dinî duygulara hitap etmek, hem dönemsel alışverişi arttırmak, hem de küçük esnaflara/zanaatkârlara pazar imkânı sunmak. Her açıdan kazan-kazan durumu.

Birbirinden farklı ürünlere, yan yana stantlarda ulaşabilmek bir turist açısından da elverişli. Giysi, takı, çanta, her çeşit oyuncak, biblo, ufak süsler, yerel ürünler, ev yapımı yemekler ve tabii sıcak şarap da satan içki tezgâhları… Eşim eve de, başkalarına da ufak ufak bir sürü şey aldı. Çoğu stantta kredi kartı da geçiyordu üstelik. Bol tarçınlı sıcak şarap da içtik. Bizim için eğlenceli bir akşam oldu.

Viyana’da Noel süsleri

Dördüncü gün: Albertina, bit pazarı, Mozart konseri, Feinkosterei

Bu güne de başka bir müzeyle, Albertina’yla başladık. Burası, koleksiyonunda bulundurduğu çizimler ile dünyaca ünlü bir sanat müzesi. Dürer, Michelangelo, Da Vinci gibi ressamların eskiz ve çizimlerinin orijinalleri burada. Ama hepsi gösterilmiyor devamlı. Benim anladığım, çeşitli konulara ait geçici sergilerde koleksiyonun bir kısmını sergiye açtıkları. Mesela insan bedenine odaklanmış birinde Michalengelo, Raphael, Da Vinci gibi ustaların beden bölümleri, kaslar, yüz ifadeleri üzerine çizdikleri orijinal çalışmalar sergileniyordu. ‘Monet’den Picasso’ya’ adlı bir başkasında izlenimcilerin bazı eserleri ile onların izinden giden Schiele, Picasso gibi ressamların eserleri yer alıyordu.

Bunların yanında fotoğraf, modern sanat ve grafik sanat üzerine de sergiler vardı. Bunların da orijinal bir yanı bulunduğundan Albertina’da sergilendiğine kuşku yok. Mesela grafik sanat alanında Gottfried Helnwein’ın ‘Gerçek ve Kurgu’ sergisi çok kışkırtıcıydı. Miki Fare ile Hitler’i aynı kareye koymak veya bir savaş fotoğrafına anime bir Japon kız çocuğu yerleştirmek çok iddialı. İğrendirirken düşündürmek de yeni bir sansatsal ifade biçimi olabilir mi?

Gottfried Helnwein’ın bir eseri

Kısacası Albertina, süreli sergilerinden dolayı her Viyana ziyaretinde başka bir tat alınarak gezilebilecek bir müze. Sanatseverlerin radarında olmalı.

Albertina’dan çıktıktan sonra yaklaşık 30 dakika yürüme mesafesindeki bir bit pazarına gittik. Viyana’nın merkezindeki sürekli pazarı denilebilecek Naschmarkt’ın devamında her cumartesi kuruluyor bu bit pazarı. Tabii önce Naschmarkt’ın içinden geçtik. Burası gıda ağırlıklı olmak üzere çeşitli ürünlerin satıldığı sabit bir pazar. Türkiye, Yunanistan ve İtalya gibi güney Avrupa ülkelerinden gelen ürünlerin satıldığı tezgâhlar bence daha ağırlıktaydı. Ayrıca ayaküstü buralardaki ürünleri tadabileceğiniz veya bir şeyler atıştırıp içebileceğiniz mekânlar da var. Biz de dönerken böyle bir yerde oturup hem dinlendik hem de açlığımızı yatıştırdık.

Viyana’da sonbahar

Asıl amacımız olan bit pazarı orta büyüklükteydi ve ürün çeşitliliği gayet fazlaydı. Antika ürünler, kullanılmış giysiler ile eşyalar, yerel sanatçıların yaptığı çeşitli büyüklükte sanat eserleri veya reprodüksiyonlar, ikinci el kitaplar, fotoğraf veya efemeralardan oluşan ufak koleksiyonlar… Biz bir şey almadık ama içerisinde dolanmak gayet hoştu. Ayrıca Naschmarkt ile bit pazarı, iki geniş caddenin arasında yer alıyor ve bu caddelere bakan binaların Jugendstil tarzındaki tasarımları da gayet hoş. Bunlar için bile bu hatta yürünebilir.

Bir binanın Jugendstil tarzındaki dış cephesi

O akşam 18’e konser biletimiz vardı. Dünyanın klasik müzik başkenti sayılan Viyana’da ufak da olsa canlı bir klasik müzik konserine gitmek istiyordum. O yüzden gelmeden önce bu konuyu biraz araştırdık ve farklı seçenekleri değerlendirdik. Hem içerik hem de fiyat olarak bize mantıklı gelen birinde karar kıldık. Aslında içimize sinecek bir etkinlik olsaydı 120 € civarı bilet fiyatlarına rağmen ünlü Opera Binası’na gitmek isterdik. Ama bizim gittiğimiz tarihlerde bale ve Almanca bir müzikal gösterileri vardı. Başka eski bir salon ise kasım boyunca tatildeydi. Biz de Mozarthaus’da turistik bir konsere gittik.

Mozarthaus aslında bir müze veya ev değil. Mozart’ın yaşadığı zamanda da bir tarikata (Deutschen Orden) ait olan bir binanın ufacık bir salonu. Bina, hâlâ o tarikata ait. Mozart, Viyana’da ikamet ederken birkaç ay bu tarikatın yanında yaşamış ve bu ufak salonda konserler vermiş. Viyana’daki çoğu bina gibi bu binayı ve konser salonunu da muhafaza etmişler.

Mozarthaus Konser Salonu

Gelelim konserin kendisine. Bileti online aldık, 59 € ödedik 2. sınıfta koltuk başına. Biz çift olarak erkenci olduğumuzdan 30-40 dakika önce, navigasyondaki lokasyona gittik. Ama konser salonu girişi olabilecek bir kapı bulamadık, bir binanın avlusuna çıkan bir geçitte Mozart’ın burada birkaç ay yaşadığını belirten bir plaka vardı sadece. “Kazıklandık mı acaba?” derken dolandık bir süre. 17.45 gibi geçidin ortasına bir masa kondu ve bir adam biletleri kontrol etmeye başladı. Kontrol edilenlere bir önceki paragraftaki bilgilerin biraz daha fazlası ve konser içeriği bulunan birer broşür verildi. Tarikatın ana kapısından geçerek konser salonuna girdik.

Ben hayatımda ilk defa bu kadar ufak bir salonda konser dinledim. Normal bir ev salonunun iki katı kadar vardır, yoktur. Dört sıra sandalye dizilmiş, öndeki iki sıra ilk sınıfa ait. Yani ilk sınıf almanın hiç gereği yokmuş. Salonun tasarımı şaşaalı, iyi bakıldığı belli. Konseri Mozart dönemi (18. yüzyıl sonu) kıyafetleri giymiş, dört kişilik bir oda orkestrası verdi. Başta yazdığım üzere, turistik bir gösteri aslında. Eski bir salonda, sanki 18. yüzyılda bir konser dinliyormuş izlenimi yaratmak istemişler. Sadece Mozart değil, Haydn gibi dönemin ünlü bestekârlarından eserler de çalındı. Eğlenceli bir deneyimdi açıkçası.

Konser çıkışı Feinkosterei adında bir restorana gittik, otelimizin çaprazında olduğundan ilgimizi çekmişti. Rezervasyonsuz gitmemize rağmen bir masa bulabildik. Menü, Avusturya yemeklerini fine dining’e hafiften dönüştüren tabaklardan oluşuyordu. Vurucu bir yemek değildi ama mekân öyle bir hava veriyordu. Ardından başka bir mekânda tatlı yemek istedik ama kapanmıştı. Viyana’da bir yere gitmeden mekânın çalışma saatlerine bakmak önemli.  Biz de sokakta birer waffle yiyerek günü kapadık.

Yazıyı bitirirken…

Viyana gezisi, beklentilerimi tamamen karşıladı. Bergen, Brugge, Edinburgh gibi kendine has bir havası olan şehirleri severim. Viyana da onlardan biri. Bir Avrupa şehri olmasına rağmen, kendi geçmişini yansıtan mimarisiyle farklılaşmayı başarmış. Müzeleri gerçekten çok iyi, her gün gitmemize rağmen bitiremedik. Üstelik Sanat Tarihi Müzesi ile Albertina’ya defalarca gidilebilir. Sokaklarında arşınlamak da, kafelerinde vakit geçirmek de ayrı güzel. Kısacası tekrar görmekten zevk alacağım kentlerden biri oldu.

Fotoğraf: Damla Kotiloğlu & Artun Bötke

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın