Arşiv

Archive for the ‘film eleştirisi’ Category

2023 Değerlendirmesi: Filmler, Diziler ve Kitaplar

Yıl sonları, sadece geçmişin muhasebesini yapmak için var bile diyebiliriz. Sonuçta insanlığın sanal bir şekilde oluşturduğu takvimin başı da sonu da sanal. Aralık ayı, sona ermekte olan yılı değerlendirmenin ve gelmekte olan yıla dair planların yapıldığı zamandır esas olarak. Kurumların, şirketlerin, derneklerin birkaç aya yayılabilen değerlendirmesini birey de kendi özelinde yapıyor.

Bir sinema manyağı olarak çoğu zaman sadece en beğendiğim filmlerin listesi yapmakla yetinsem de bu yıl biraz daha fazlasını yapacağım. Çünkü bu yıl ilk kez düzenli olarak izlediğim filmlerin, dizilerin ve okuduğum kitapların listesini tuttum. Bu yıla kadar sadece Imdb’ye yıldız olarak kaydediyordum izlediğim filmleri. 2023’te onları hem Letterboxd’a da kaydetmeye başladım, hem de bitirdiğim dizi sezonlarıyla beraber tarih ve yıldızlarını kişisel olarak tutmaya başladım. Yıl bitince de bunları birer excel listesine dönüştürüp saklayacağım. Bitirdiğim kitapları şimdilik sadece Goodreads’e kaydediyorum ama yıl içinde okuduğum kitap sayısı 20’yi bulmadığından excele dönüştürmek kolay olacaktır.

Killers of the Flower Moon

Bu sayede sizinle yılın yeni filmlerinin yanında başka listeler de paylaşabileceğim. Aslında tüm bu çabam kişisel tarihimi biraz daha sistematik olarak kayda alabilmek, böylece giderek daha fazla unutmaya başladığım hayatım hakkında gelecekteki kendime daha fazla veri bırakabilmek.

2023 veya 2022 yapımı olan ve 2023 yılı içerisinde izlediklerim arasında en beğendiğim filmler:

  1. Killers of the Flower Moon – Martin Scorsese (2023)
  2. Perfect Days – Wim Wenders (2023)
  3. The Holdovers – Alexander Payne (2023)
  4. Roter Himmel (Afire) – Christian Petzold (2023)
  5. Le Otto Montagne (Eight Mountains) – Felix van Groeningen, Charlotte Vandermeersch (2022)
  6. Kuolleet Lehdet (Fallen Leaves) – Aki Kaurismäki (2023)
  7. Aki wa Sonzai Shinai (Evil Does not Exist) – Ryusuke Hamaguchi (2023)
  8. Aşk, Mark ve Ölüm – Cem Kaya (2022)
  9. Past Lives – Celine Song (2023)
  10. Kavur – Fırat Özeler (2023)
  11. Das Lehrerzimmer (The Teachers’ Lounge) – İlker Çatak (2023)
  12. Ayna Ayna – Belmin Söylemez (2022)
  13. Kuru Otlar Üzerine – Nuri Bilge Ceylan (2023)
  14. Spider-Man: Across the Spider-verse – Joaquim Dos Santos, Kemp Powers, Justin K. Thompson (2023)
  15. Im Westen Nichts Neues (All Quiet on the Western Front) – Edward Berger (2022)
  16. Emily – Frances O’Connor (2022)
  17. Passages – Ira Sachs (2023)
  18. Dungeons and Dragons: Honor Among Thieves – John Frances Daley, Jonathan Goldstein (2023)
  19. 20000 Especies de Abejas (20000 Spieces of Bees) – Estibaliz Urresola Solaguren (2023)
  20. May December – Todd Haynes (2023)
Daha fazlasını oku…

Past Lives: 21. yüzyılda aşk hâlâ mümkün mü?

25/11/2023 1 yorum

Tarihte küreselliğin ve bireyselliğin en fazla arttığı çağda yaşıyoruz desem, eminim çoğunuz bana katılacaktır. Fizikî sınırların bazı açılardan anlamsızlaştığı bu çağda, bireyler de -daha önce hiç olmadığı kadar- kendi yaşamları üzerinde karar verme özgürlüğüne sahip. Yeterli paranız ve/veya eğitim altyapınız varsa istediğiniz ülkede, istediğiniz şekilde yaşayabilirsiniz (en azından teoride). Böyle bir dünyada birine bağlanarak diğer seçeneklerin tümünden vazgeçmek ne kadar olası sizce?

Kore asıllı Amerikalı Celine Song’un, kendi anısından yola çıkarak yazıp yönettiği Past Lives (2023), aslında doğrudan bu soru üzerine değil. 12 yaşında Kuzey Amerika’ya ailesiyle göç eden Koreli Nora’nın yıllar sonra, taşınmadan önce çıktığı çocuk olan Hae Sung’la ilişkisini konu alıyor film. Aradan 12 yıl geçince internet üzerinden uzun mesajlarla arayı kapamaya çalışan çift, Nora’nın ilişkiye de dönemeyen (çünkü paraları uçağa yetişmeyecek kadar öğrenci ve gençler) bu durumdan sıkılarak kariyerine odaklanmak istemesiyle bir 12 yıl daha kopuyor. Lakin artık Nora bir Amerikalı’yla evlidir ve New York’ludur. Hae Sung ise Nora’yı ilk günkü kadar sevmektedir ve sırf onu görmek için New York’a gelir.

Daha fazlasını oku…

Le Otto Montagne: 21. yüzyılda modern bir insan tamamen doğada yaşayabilir mi?

13/11/2023 1 yorum

Tüm hayatımızın teknolojiyle ve finans gibi türümüzün uydurduğu sanal (doğada karşılığı olmayan) kavramlarla çevrelendiği bir dünyada yaşıyoruz. Ayrıca türümüz ısrarla kendisinin doğadan üstün olduğunu kanıtlama peşinde ki küresel iklim kriziyle bunun nasıl saçma bir iddia olduğunu -en azından bir kısmımız- anladık. Peki bu yaşam şartları içinde İtalya gibi modern bir devletin vatandaşı olarak doğmuş ve büyümüş bir birey modern yaşamı bir kenarda bırakarak sadece doğada yaşayabilir mi?

Uzun zamandır eserlerini ilgiyle takip ettiğim Felix van Groeningen’in eşi Charlotte Vandermeersch ile beraber çektiği Le Otto Montagne (2022), iki erkeğin yıllara yayılan arkadaşlıklarını anlatıyor. İlk defa, ikisi de 12 yaşındayken Bruno’nun tek çocuk olduğu bir dağ köyüne Pietro’nun annesiyle yaz tatililni geçirmek için geldiğinde tanışıyorlar. Şehirli ve modern hayatın tüm konforuna sahip Pietro ile annesi olmayan, babası da yurt dışında inşaat işçiliği yaptığından amcası ve yengesiyle izole bir dağ köyünde yaşayan Bruno her anlamda zıt karakterler. Fakat çocukluk ve yalnızlık, bu iki sıra dışı kişiliği biraraya getiriyor. Sıkı fıkı geçen ve Pietro’nun babasıyla çıktıkları dağ yürüyüşleriyle farklılaşan o yazdan sonra; Pietro’nun işkolik, otoriter ama dağcılık tutkunu babasının vefatına kadar neredeyse hiç görüşmüyorlar. İki eski arkadaş, Pietro’ya miras kalan dağ kulübesini yeniden inşa ederlerken birbirlerini de yeniden tanımaya başlıyorlar.

Daha fazlasını oku…

Spider-man: Across the Spider-verse: Kuşak çatışması üzerine konuşmamız gerek!

25/10/2023 1 yorum

Filmekimi’nde (2013) o kadar kaliteli sinema eseri izledikten sonra neden bir süper kahraman filmi üzerine yazdığımı sorgulayanlar olabilir. Tavsiyem, önyargılarınızı bir kenara bırakmanız. Marvel sayesinde seri üretim, içi boş süper kahraman filmleri sinema salonlarını istila ettiğinden türün itibarı yerle bir olmuşsa da sonuçta bu da bir hikâye anlatım biçimi. Üstelik mitoloji sayesinde en eskilerinden biri.

Marvel’in Sony ile ortak tescile sahip olması yüzünden Örümcek Adam’ın beyazperde öyküsü, diğer süper kahramanlardan farklılaşıyor. Son 20 yılda, sıfırdan yapılan üç farklı film serisinin haricinde, bir de Sony Animations bünyesinde bir animasyon film serisi başlatıldı 2018’de (Disney’in Marvel’e sahip olması durumu daha da absürdleştiriyor). Hikâyenin peşinde koşan bir sinema manyağı olarak, bu yeni animasyon serisini çocuklara yönelik bir para tuzağı olarak düşünmüştüm. Ta ki senaryodaki Christopher Miller ve Phil Lord imzasını görene kadar!

The Lego Movie (2014) ile bir ticari markadan uyarlanan bir filmin de eleştirel ve kaliteli bir sinema eserine dönüşebileceğini kanıtlayan bu ikili, Örümcek Adam’ın animasyon serisinin başına geçmişlerdi. Üstelik Örümcek Adam’ları siyahiydi! Nitekim Spider-man: Into the Spider-verse (2018) herkesin süper kahraman olabileceğini ama bu yeteneği sevgi, empati ve vicdanla harmanlamadan bir manası olmadığını vurgulamasıyla (ve tabii sağlam senaryosu ile çizgi roman estetiğine yaslanan görselliğiyle de) açık ara en iyi Örümcek Adam filmi olmuştu.

Daha fazlasını oku…

Kuru Otlar Üzerine: Ülkemizde Kadının Önemi

18/10/2023 1 yorum

Son yıllarda ülkemizde gözlemlediğim bir olgu var ve ilginç olarak bu olgu; mekândan da, sınıftan da, yaştan da, statüden de bağımsız: Kişi hemen her konuda kendisini çok zeki ve çevresini çok salak sanıyor. Bu yüzden yaptığı eylemde veya savunduğu görüşte, kendisini mutlak haklı olarak görüyor. Karşısındakilere hiç empati göstermeyerek fikri ya da eylemi koşulsuz kabul edilsin istiyor. Kendisinin hatalı olabileceğine ihtimal vermediği için de en ufak bir karşıt görüşte sinirleniyor ve hatta fütursuzca saldırıya geçiyor.

Eminim bahsettiğim bu durumla, neredeyse her gün defalarca karşılaşıyorsunuzdur. Evde, işte, hastanede, trafikte, restoranda, okulda… Üstelik birkaç kişi de değil, tüm ülkede bu hastalıklı durum mevcut. Bazen kendimde bile görerek ne yaptığımı sorguluyorum. Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar bu durumu daha körüklüyor şüphesiz. Ama yetersiz eğitim altyapısıyla kapitalizmin pompaladığı tüketici bilinci birleşince böyle bir psikoloji belki de kaçınılmaz oluyor.

Diğer taraftan kişilerin bu hâlleri, çok eşsiz çatışmalara da sebebiyet veriyor. Zeki sanatçılar bunları görerek kullanıyor doğal olarak. Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri de bu çatışmalardan besleniyor esasında. Ustanın son filmi, Kuru Otlar Üzerine (2023) de böyle.

Daha fazlasını oku…

Nolan’ın Oppenheimer’ı

20/08/2023 1 yorum

Her alanda, her sektörde yıldız isimler vardır daima. Bunlar bazen gerçekten de kendi kategorisinin en iyilerinden biridir, bazen de sadece kendisini iyi pazarlayabilmiştir. İşinin ehli olmak kavramı -sektörüne göre bazen tamamen, bazen de kısmen- göreceli olduğundan kesin bir yargıda bulunmak çoğu zaman mümkün değildir.

Christopher Nolan ise -kim karşı çıkarsa çıksın- günümüz dünya sinemasının sayılı yıldız isimlerinden biri. Filmi dilediği kadar kötü olsa da sırf ismi sayesinde sinemalara gidecek bir sürü hayranı var. Tenet (2020) pandemi sayesinde bu gerçeğe kuşku düşürse de Oppenheimer (2023) bunu bir kez daha pekiştirdi.

Tabii yıldız olmak, ustalıkla aynı şey değil. Yine subjektif bir sıfat olsa da -bilhassa sinemada- ustalık zamana dirençli olmayı gerektiriyor kanımca. Yıldız yönetmenlik ise dönemsel bir sıfat. Steven Spielberg çoğu sinemasever tarafından usta kabul edilir ama 30-40 yıl önceki gibi yıldız bir yönetmen değil artık.

Uzun zamandır biliniyor ki Nolan iki sıfatı da arzuluyor. Günümüzün yıldızlarından olduğu su götürmez fakat ustalığı gayet tartışılır. Bu arzusunu her filminde farklı bir şeyi, ilk defa yapmak istemesiyle gösteriyor.

Her alanda olduğu gibi sinemada da ustalık, işi kendine özgü bir şekilde yapmaktan geçiyor. Buradaki ‘şekil’ bilhassa sinemada çok çeşitli. Bazen kendine özgü bir anlatım, bazen yeni bir tür yaratma, bazen farklı unsurları aynı karede verebilme, bazen bir mekânı bambaşka bir şekilde kullanma, bazen yeni bir kurgu dili yaratma, bazen de yepyeni bir teknik geliştirme veya kendisi için bir alet ya da yepyeni bir teknoloji geliştirtip filminde kullanma…

Daha fazlasını oku…

Etkisiz Elemana Bir Ağıt: The Banshees of Inisherin

İnsanlık çok büyük bir dönüşümün arifesinde ve bunun sıkıntılarıyla cebelleşiyor. Bu dönüşümün ne zaman ve nasıl olacağı ile insanlığın sonrasındaki durumu meçhul.

Lakin tarımın başlaması, rönesans/aydınlanma, sanayi devrimi gibi diğer büyük dönüşümlerden biliyoruz ki bu süreçte edinilen kazançların yanı sıra yabana atılamayacak kadar büyük kayıplar da veriliyor. İşin ya da doğanın kanunu bu olsa da belki de tarihte ilk defa önümüzdeki dönüşümde kazançların yanında kaybettiklerimizi de bolca konuşacağız.

İrlandalı ünlü oyun yazarı, senarist ve yönetmen Martin McDonagh’ın son filmi The Banshees of Inisheren (2022) aslında bu kaybedilenlere şimdiden yakılan bir ağıt.

Kaynak: Variety

Film günümüzden yaklaşık bir asır önce, 1923 baharında İrlanda’ya yakın küçük bir adada geçiyor. Neredeyse her gün beraber bara gidip laklak eden Padraic ile Colm’un araları âniden bozulur. Çünkü adada sanatla uğraşan nadir insanlardan olan Colm, artık boş konuşmak yerine tüm vaktini, adını yaşatacak olan bir beste yapmaya vermek istemektedir. Oysa yapması gereken günlük işler dışında başka hiçbir şey hakkında düşünmeyen düz biri olan Padraic bu duruma hiç anlam veremez.

Daha fazlasını oku…

2020’den Aklımda Kalan Filmler

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (Serdar Kökçeoğlu)

Belgesel pek sevmiyorum lakin filmin her türünde olduğu gibi, iyi bir örneğini duyarsam izlemeye gayret gösteriyorum. 2020’de o kadar kaliteli belgeseller izledim ki yıl sonu listeme dört tanesi girdi. Yazıya da bu yüzden onlardan başlamak istedim.

Kaynak: Artful Living

Mimaroğlu belgeselini yapım aşamasında duymuştum ve konusuyla ilgimi çekmişti. Elektronik müzikle 60’larda ilgilenmeye başlayan ve bu alanda Amerika’da ufak da olsa ismi olan bir Türk olduğunu öğrenmek bile iştah kabartıcı. Belgesel sayesinde daha fazlasını öğrendiğim İlhan Mimaroğlu, pek örneği olmayan, nev-i şahsına münhasır bir karakter. Kökçeoğlu’nun eseri de klasik bir biyografi belgeseli izleğini takip etmeyerek anlattığı kişinin karakterine bürünüyor resmen.

Mimaroğlu nasıl entelektüel, ilgi uyandırıcı, bencil ve karamsarsa Mimaroğlu da bilgilendirici, çekici, yer yer itici ve soğuk. Ama bu yapı belgesele bambaşka bir hava katıyor ve benzersiz kılıyor. Yer yer sıksa da (eşim dayanamayıp yarıda bıraktı) farklı ve akılda kalıcı bir deneyim olduğu kesin.

Maddenin Hâlleri (Deniz Tortum)

Kaynak: IKSV

İnsan meraklıdır ve görebildiklerinden ziyade, göremedikleri daha çok ilgisini cezbeder. Her insanın bir şekilde uğradığı hastanede de sadece pesonelin girebildiği yerler, doğal olarak sağlık çalışanı olmayana ilginç geliyor. Bir ameliyathane koridoru nasıldır? Doktorlar yemek yerken ne konuşur? Çöpler nasıl toplanır?

Deniz Tortum, Çapa’ın eski başhekimi olan babasının sayesinde, sadece kamerasıyla Çapa’nın her yerini turluyor. Hiçbir şeye müdahil olmuyor, hiç konuşmuyor, sadece o andaki duruma şahit ediyor bizi. Bu yüzden çok uzun plan sekanslar mevcut filmde ve o kadar uzunlar ki kamerayı (yani bunun bir film olduğunu) unutuyorsunuz. Tortum’un bu hissi yakalayabilmesi büyük bir teknik başarı. Pandemi zamanı böyle bir eser izlemek de başka bir deneyim.

Colectiv / Collective (Alexander Nanau)

Kaynak: Baltimore Tribune

2015’te Bükreş’te bir gece kulübünde yangın çıkar ve ölenler ile ağır şekilde yaralananlar olur. Yaralananların bir kısmı hastanede tedavi sırasında ölmeye başlayınca toplumda sesler çıkmaya başlar. Bu durumu takip eden bir spor gazetesi (!) muhabiri, olayın arkasında büyük bir ihmaller zinciri olduğunu ortaya çıkarır.

Yaşadığımız post-truth çağında o kadar çok yalanla karşılaşıyoruz ki çoğu artık bizi şaşırtmıyor. Politikacılar kadar iş insanları ve sıradan insanlar da buna ayak uydurmuş vaziyette. Romanya’da sadece 6 yıl önce yaşanan bu olaylar bunun sadece bir örneği. Nanau; sadece Romen sağlık sistemindeki çürümüşlüğü değil, insanların mevki, para veya sadece güçlü hissetmek için neler yapabileceğini de gösteriyor. Eserin en acı ve en gerçek yanı da bu durumu toparlamak için yapılan onca emeğe ve iyi niyete karşılık paranın ve politik hırsın her şeyi nasıl da tek hamleyle bu yapılanları yok edebileceğini belirtmesi.

Romanya’yı bu kadar eleştiren bir yapımın Romanya tarafından da sahiplenilerek tüm dünyada övgülere ve ödüllere boğulması da yaşadığımız çağ hakkında düşünülmesi gereken bir konu.

Daha fazlasını oku…

2010’larda En Sevdiğim Filmler

Son aylarda hem yıl sonu sebebiyle, hem de 2010’ların bitmesi vesilesiyle bir sürü liste yayınlandı ki bu yazı da bunlardan biri. İçlerinden birinde çok hoşuma giden bir saptama vardı. Seçilen filmler yardımıyla seçen kişi hakkında fikir yürütülebileceğini söylüyordu. Bu bloğun yaratımıyla ne kadar uyuşuyor.

Jodaeiye Nader az Simin (A Separation)

Nitekim aşağıdaki 72 filmle ve bunların sıralamasıyla benim hakkımda birtakım tahminler yürütebilirsiniz. Hayatın farklı taraflarına odaklanıyor çoğu ve mümkün olduğunca gerçekçi ve samimiler. Fahradi’nin şaheseri küçük bir yalanın veya bilgi saklamanın nelere kâdir olduğunu tüm basitliğiyle gösteriyor mesela. Keza Polley’in -yeni izleme olanağı bulduğum- belgeseli; kadın olmak, eş olmak, aile olmak, birey olmak, ilişkiler, evlilik ve evebyenlik tanımlarını tartışmaya açarken aynı zamanda anlatılan her şeyin birer ‘hikâye’ olmasından ötürü gerçeklikten sapabileceğini de belirtiyor. Ya da Beoning‘un o hayran olanılası muğlaklığı… Keza Ceylan’ın başyapıtındaki doktorun huzursuzluğu, savcının kibri, muhtarın kızının tüm erkekleri suspusa çeviren mistik güzelliği… Ya Phantom Thread‘deki despotizmin altında yalana ve manipülasyona duyulan aşk… Tüm bunlar ve bu ufacık paragrafta belirtmediğim detaylar, bana hayatın farklı bir köşesini tanıttığı için değerli.

Bazı filmlere de işini çok çok iyi yaptığı için hayranım. Yavaş yavaş konusunu pişirdikten sonra en umulmadık anda seyircisini kahkahalara boğan Toni Erdmann buna en iyi örnek. Bir dönem filminde aşkın nasıl yakıcı anlatılabileceğini Carol çok güzel gösteriyor. 2020’lerde adlarını daha sık duyacağımız Safdie Kardeşler’in Uncut Gems ile Good Time eserleri modern aksiyon gerilimin nasıl olması gerektiğini ifade ediyor. Linklater Boyhood ile olgunlaşma hikâyelerinde zamanın önemini vurguladı ki zaman ve zaman algısı 2010’larda en mühim tartışma konularındandı. Çoğu kişinin vasat bulduğu Marriage Story, 2010’ların ilişki parametrelerini tüm açıklığıyla analiz edebildiği için takdire şayandı.

Maalesef listedeki tüm filmler için birer cümle yazamayacağım. Ama listenin sonlarında Chico & RitaBarney’s Version ve Flipped gibi kişisel olarak defalarca izleyebileceğim, aynı zamanda beni mesajlarıyla etkileyen fakat benzer listelerde bulunmayan yapıtlara da dikkat çekmek isterim.

Stories We Tell

Daha fazlasını oku…

Kategoriler:film eleştirisi, liste, sinema

Yılın Filmlerine Dair – 2019

29/02/2020 1 yorum

2010’lar film yazısına geçmeden önce 2019’u uğurlayalım istedim ve geçen yılki gibi yılın bana göre kayda değer filmlerine kısa kısa değineceğim. Sonda da âdet yerini bulsun diye ilk 10 paylaşacağım. Başlayalım:

Uncut Gems (Safdie Kardeşler)

Safdie’lerin bir önceki filmleri Good Time (2017) doludizgin bir filmdi ve izlerken sanki siz de koşuyordunuz. Bu sefer olayı daha da ileriye taşımışlar. Filmin ana karakteri Howard, zamanla daha fazla kapana kısıldıkça seyirci de kısılıyor. Hem senaryo, hem de kurgu saat gibi kusursuz işliyor. Günümüz tüketim toplumuna, aile yapısına, emek sömürüsüne yaptığı yerinde eleştiriler ise hiç sırıtmadan hedefi vuruyor. Yıllar sonra 2019 civarı nasıldı diye soranlara muhtemelen bu filmi izlemesini önereceğiz.

Marriage Story (Noah Baumbach)

Filmin ana ekseni basit, tek çocuklu bir çiftin boşanma süreci. Kramer vs Kramer (1979) başta olmak üzere sürüyle filmin ele aldığı bir konu. Senaryo zımba, oyuncular başarılı da bu filmi geleceğe taşayacak bir mahareti var mı ki? Bence var. 21. yüzyılda insanlığın yaşadığı benmerkezciliğin insan ilişkilerine etkilerini bu kadar net ve gerçekçi şekilde anlatan başka bir film daha hatırlamıyorum. 2010’lardaki insan ilişkilerinin özetini izliyoruz ve dikkat edin, filmdeki tüm karakterler kaybediyor!

Kız Kardeşler (Emin Alper)

Yılın en iyi yerli filmi, ücra bir dağ köyüne sıkışmış üç kız kardeşin trajik, mizahi ve ibretlik masalını anlatıyor. Taşra hikâyelerinin artık kabak tadı vermeye başladığı sinemamızda, demek ki farklı bir taşra anlatımı da olabiliyormuş. Oyunculuklar ile Emre Yeksan’ın görüntüleri ise çok çarpıcı! Daha fazlasını oku…