Arşiv
İnsan ve İnanç Üzerine – Dekalog II: “Allah’ın adını boş yere ağzına almayacaksın!”
Dekalog‘un ikinci bölümü, bir kadının derin ikilemi ile kadının bu ikileme hakem olmasını istediği bir doktorun kararsızlığı üzerine. Yoğun sembolik anlatımlar, enfes yakın çekimler ile üst düzey teknik yetkinlikler ihtiva eden bölümü başlı başına bir başyapıt olarak bile nitelendirebiliriz.
Kocası ağır hasta olarak komada olan Dorota, hayati bir ikilemle boğuşmaktadır. Kocasını çok sevmesine ve onun akıbetini merak etmesine rağmen, aynı zamanda başka biriyle beraberdir ve o adamdan hamiledir. Yaşı bir hayli ilerlemiş olan Dorota, bu hamileliğin onun son şansı olduğunun bilincindedir. Kendisi gibi bir müzisyen olan sevgilisi yurtdışındadır, Dorota’dan yanına gelmesini ve birlikte yaşamalarını istemektedir. Yani Dorota ya ölüm döşeğinde olan kocasını seçecek ve kürtaj olacaktır ya da sevgilisini seçecek ve yurt dışında çocuğuyla beraber yeni bir hayata başlayacaktır.
Kocasının doktoru, iki yıl önce köpeğini öldürmesi dışında hiç iletişim kurmadığı alt komşusudur. Bir sabah, oldukça yaşlanmış olan doktorun kapısına giderek ondan bilgi ister, doktor da onu tersler. Gün boyunca ikisi arasında süren kovalamaca, akşam doktorun evinde sonlanır. Doktora durumu anlatan Dorota, ondan kesin bir bilgi vererek hakem olmasını ister. Ama hayatı görmüş geçirmiş olan doktor, kesin bir sonuca varılamayacağı konusunda ısrar eder.
Dorota hayal kırıklığıyla evine döner. Doktorun cevabı, ona güven veren kocasını seçmesini sağlar. Kürtaj için randevu alır ama bu sırada sevgilisiyle iletişimini sürdürür. Son konuşmasında kürtaj olacağını söyleyince bu durumda hiç gelmemesini söyleyen sevgilisi de onu hayal kırıklığına uğratır. Sabah kürtaj öncesi hastaneye uğradığında, yıllar önce ailesini bir felakette kaybeden ve hâlâ onların özlemini çeken doktor, hastanın öleceğini ve kürtaj olmasına gerek olmadığını söyler. Bölümün sonunda kocanın ayaklandığını ve doktora baba olacağını söylediğini izleriz. Daha fazlasını oku…
İnsan ve İnanç Üzerine – Dekalog I: “Yaradan’a Şirk Koşmayacaksın!”
Ne kadar süreceği belirsiz yeni bir yazı dizisine başlıyorum. 10 yazı sürecek bu serinin her birinde, Krzysztof Kieslowski’nin 1989’da Polonya Devlet Televizyonu için çektiği Dekalog serisinin bölümlerini analiz etmeye çalışacağım. Buradaki amacım derin bir inceleme yapmak değil; sonuçta ne sosyoloji, ne psikoloji, ne teoloji okudum, ne de bu konular üzerinde ciddi bir hakimiyetim var. Her insan gibi benim de inanç olgusu hakkında düşüncelerim var, ayrıca sinemaya olan derin aşkım aşikârdır. Bu iki öğenin kusursuz diyebileceğimiz bir sentezi olan Dekalog serisi, Hz. Musa’ya inen tabletlerdeki On Emir’i konu edinir. Kieslowski her bölümde yaklaşık 1 saat boyunca, Varşova’nın bir banliyösündeki toplu konutlarda bulunan bir apartmanın farklı bir sakinine odaklanarak birer emri ele alır.
İlk bölüm, üniversitede akademisyenlik yapan Krzysztof ve tek başına büyüttüğü 10 yaşındaki Pawel’e odaklanır. Bilgisayarların daha çok yeni olmasına karşı (80’lerin sonları) oğluyla beraber küçük programlar yazan, hatta evdeki (kapıyı ve muslukları uzaktan kontrol etmek gibi) belli başlı işleri otomatize eden Krzysztof; bilime güvenen, sebep-sonuç ilişkisinin daima var olduğuna inanan ve ateist biridir. İnanç konusunda oğluyla da rahatça konuşabilmektedir. Pawel’i yetiştirmekte ona yardım eden kardeşi Irena ise inançlı bir Katolik’tir. Irena ile de inanç hakkında konuşan Pawel, ona Tanrı’nın kim olduğunu sorduğunda Irena ona sarılır ve şu anda hissettiği sevginin Tanrı olduğunu söyler. Krzysztof, Pawel’in kiliseye gitmesi gerektiğini düşünen Irena’ya karşı çıkmayarak oğlunun seçimine karışmayacağının sinyalini verir.
Pawel dışarıda paten kaymayı çok sevmektedir. Apartmanlarının dışarısındaki su birikintilerde oluşan buzlarda arkadaşlarıyla kaymaktadır. Yalnız bir gece önceden babası, meteorolojiden aldığı verileri kullanarak buzun kırılıp kırılmayacağını hesaplamaktadır. Bir önceki geceki hesap oldukça güvenli çıkıp aldığı özel ders de ertelenince yeni patenleriyle buzda kaymaya karar verir. Ama ne Kryzsztof ne de Pawel, bölümün başından beri ara ara gördüğümüz evsizin ısınmak için yaktığı ateşi hesaba katmamıştır. Ateş sebebiyle yumuşayan ve Pawel kaydığında kırılan buz, onun ölümüne sebep olur. Ondan geriye sadece, okulda televizyoncuların çektiği bir görüntü kalır.
Bölümün ana cümlesi olan “Yaradan’a şirk koşmayacaksın!” ile bölümdeki olayları göz önüne aldığımızda, ilk aklımıza gelen Kryzsztof’un bilimi/nedenselliği Tanrı’nın yerine koyması sonucunda oğlunu kaybettiği oluyor. Peki bilimin şaşmaz gerçekliğine inanıp tamamen soyut bir olgu olan Yaradan’ın yerine onu koyan Kryzsztof bu acıyla neden yüzleşmek zorunda kalıyor? Daha fazlasını oku…
Otantik Bir Kaçış: Mardin – 2
Pazar sabahı 7’de kalktığımızda, uykumuz olmasına rağmen gayet dinçtik. Önceki günün yorgunluğundan ve gece içilen o kadar şaraptan eser yoktu. Mardin’in havasından mıdır, suyundan mıdır yoksa şarabından mıdır bilemeyeceğim. Otelde fena olmayan bir açık büfe kahvaltı yaptıktan sonra otelin önünden minibüsümüze binip yola koyulduk.
İlk hedefimiz Hasankeyf’ti. Haritadan daha önce bakmadığımdan yol bana çok uzun geldi. İyi de oldu, biraz yolun keyfini çıkardım. Ağacı zor gördüğünüz uçsuz bucaksız düzlükler, tepelerden geçtik. Yol kenarında yürürken gördüğümüz silahlı bir koruma hariç garip bir görüntüyle de karşılaşmadık. İnsan bu topraklarda yol alırken binlerce yıldır kimlerin neler yaşayıp buraları aşındırdığını merak ediyor. İşte böyle senaryolar beynimde küçük fırtınalar oluşturken, bir yandan da Ceylan Ertem’in (o tarihte daha bir haftalıktı) yeni albümünün enfes tınıları bu fırtınalara arka ses (background) oluştururken Güneydoğu’nun bu ünlü ilçesine vardık.
Servisten inerken şoförümüz bize yerlilerden bir rehber ayarladı. Zaten bu rehberler meydanda gelecek turistleri bekliyor, her an gelebilecek turistlerin üzerine atlamaya hazır olarak. Bu rehberle çarşı içinden geçerek kanyona ve mağaralara yöneldik. Hasankeyf adı, çoğumuz için tanıdık bir isim. Sular altında kalacak olmasıyla yaklaşık 15 yıldır gündemde olan ilçe, hâlâ bu tehlikeyle karşı karşıya. Devlet de ne yapacağına karar verememiş anlaşılan. Çünkü olası barajın yapılmasıyla su altında kalacak tarihi bir köprüyü restore etmeye başlamış. Ülkemize ait çelişkiler demetinden küçücük bir örnek. Daha fazlasını oku…
Otantik Bir Kaçış: Mardin – 1
Bu gezi 22-23 Kasım 2014’te gerçekleşse de notlarımı ancak yazıya aktarabiliyorum. Bahaneler sınırsız ama geç olsun, güç olmasın. Umarım kısa sürede yazıyı bitiririm, daha da önemlisi benim o 2 günden aldığım keyifin birazını bu yazıya da aktarabilirim. Bir Eylül günüydü, şirkette Deniz ile konuşurken konu “Nereye gitsek?”e geldi ve Mardin’de karar kıldık. O akşam gezi grubuna ilk öneriyi attım ve daha 1 gün geçmeden 16 kişiye ulaştık! Hemen uçak, otel ve hatta servis rezervasyonları yapıldı. Urfa’ya 10 kişi gitmiştik ve 2 arabaya zor sığmıştık. Bu yüzden servis ayarlamak hem maddi hem de konfor yönünden daha mantıklı geldi. Biz bu planları kabaca hazırladığımızda daha geziye 3 ay vardı. 🙂
Gel zaman, git zaman, IŞİD sağ olsun, Güneydoğu bölgemiz yine karışmaya başladı. Sadece anne-babalar değil, biz bile şüpheye düşmeye başladık. “Bir şey olur mu acaba? Yerli olmadığımız gün gibi belli olacak, dikkat çekmez miyiz?” Velhasıl, kısa bir bocalamadan sonra geziye gitmeye karar verdik ama içimizden cayanlar oldu, birkaç da yeni kişi katıldı.
Böylece 13 kişi, 22 Kasım Cumartesi sabahı, saat 7 olmadan Sabiha Gökçen’de buluştuk. Uçağa binmemle tanıdık yüzler görmem bir oldu. İlk önce uykudan hayal gördüğümü zannettim ama onlar da bana selam verince gerçek olduğu açığa çıktı. İTÜ Makine’deki güzide kulübüm EPGİK’ten 4-5 kişi ve arkadaşları uçakta 2-3 sırayı kapatmışlardı. Mardin’de konuşmak üzere selamlaşıp arkaya ilerledim. Biraz uyku, biraz kitap derken 2 saat sonra Mardin Havaalanı’na indik.
Artık aşina olduğum üzere, diğer Anadolu kentlerinin başka bir kopyası olan havaalanına ayak bastığımızda hava gayet iyiydi. Havaalanı mimarisi hakkındaki yakınmalarımı önceki gezi yazılarımdan okuyabilirsiniz. 🙂 Yerde grubu toplarken ben EPGİK’li arkadaşlarla konuştum. Harıl harıl Anadolu’yu gezdiğimi bildiklerinden rotamızı sordular. Bu sefer şahsi takılmayacağımızı söyledikten sonra ayrıldık, nasılsa 2 gün içinde bolca karşılaşacaktık. Havaalanı çıkış kapısında şoförümüz Ömer bizi karşıladı. 16 kişilik Mercedes Splinter’e 13 kişi bir güzel yayılarak yolculuğa başladık. Önce ayaküstü kahvaltı etmek için Mardin içinde bir yerde durduk. Bir kahveye girip isteyenlere tost yaptırdık. Bir simitçi çocuk da elindekilerinin hepsini bize satarak günü sabahtan kapadı 🙂 Güneye doğru yol alırken biraz tırsmadım değil. Annemin haftada bir “Napıcan Mardin’de oğlum?” sezlenişlerine verdiğim tek vaat, Nusaybin’e asla gitmeyeceğimizin sözüydü ve şimdi Nusaybin yolundaydık.
Dara Antik Kenti’nden bir görünüm Daha fazlasını oku…
Annemlerle Yunanistan Turu – 3: Meteora – Kavala
Biraz geç de olsa Yunanistan yazı dizisinin 3. ve son bölümüyle karşınızdayım. Atina’daki otelimizden sabah otobüsümüze binerek Kalambaka’ya doğru yola çıktık. Kalambaka, Selanik’in batısında, Yunanistan’ın iç bölgesinde yer alan kocaman bir düzlük olan Teselya Ovası’nın kuzey ucunda konumlanıyor. Burası, hiçbir özelliği olmayan turistik bir köy. Turistik olmasının sebebiyse hemen üstündeki kayalıkların tepelerinde yer alan Meteora Manastırları.
Meteora kayalıklarından ilk görüntü
Kapadokya’ya hiç gitmedim ama oradaki peri bacalarının devasa hallerini düşünebilirsiniz. 300-400 metrelik oldukça sarp ve dik kayalıklar bulunuyor bu bölgede. Bu hal bile jeolojik bakımından ilgi çekiciyken, yöreyi bu kadar turistik yapan unsur bu kayaların tepelerinde konumlanan manastırlar. Bu kayalıklara tırmanmak günümüzde bile çok güçken 13. yüzyıldan itibaren kayalıklarının tepelerine manastırlar inşa edilmiş. Bunlara ulaşmak için 1980’e kadar sadece 2 yol varmış: Yukarıdan bir keşişin attığı ipe veya merdivene tırmanmak. 1980’den sonra her manastır için merdivenler oyulmuş kayalara ve bu merdivenler bile son derece dik.
İnsanın aklına gelen ilk soru, insanların bu manastırları neden yaptığı. Bunun iki cevabı var: İlki manastır düşüncesinde gizli. Rahip veya keşişler zaten manastırlarda günlük hayattan tecrit olmak ve kendilerini dine vermek için yaşıyorlar. Böylece Meteora Manastırları bu amaç için fiziken kusursuz bir yer oluyor. İkinci amaçsa Osmanlılardan yani Müslümanlardan kaçmak. Nitekim Osmanlı’nın yarımadayı fethinden sonra bu bölgedeki manastırlar hızla çoğalıyor. Birazdan bu sebebin sonuçlarını da yazacağım.
(Roger Moore’un bedeninde) Bond’un da ziyaret ettiği Kutsal Üçlü Manastırı
Bölgede bir zamanlar 20’yi aşkın manastır varmış lakin şu anda sadece 6’sı ayakta. Dördünde erkekler kalırken ikisi kadınlar için. Bunlardan (yanlış hatırlamıyorsam) üçü de ziyarete açık. Bölgeyi popüler yapan iki unsuru da yazıp kişisel değerlendirmelerime geçeyim: İlki, bir Bond filmi. 1981 tarihli Roger Moore’lu For Your Eyes Only‘nin bir kısmı burada çekilmiş ki ben bu kısımları coğrafyayı görür görmez hatırladım. Filmde Topol’un (bkz. Fiddler on the Roof) canlandırdığı karakterin yaşadığı ev olarak kullanılmıştı, manastırlardan biri (Kutsal Üçlü Manastırı). İkincisi de Linkin Park’ın bir albümüne adını vermesi.
Büyük Meteora Manastırı’nda eskiden kullanılan şarap yapma mekanizması
Biz tur olarak en büyük manastır olan Büyük Meteora Manastırı’na çıktık. Otobüsten indikten sonra, merdivenlerle önce biraz inip sonra bayağı bir tırmandık. Basamaklar hafif dik olsa da çok yormuyor, 10 dakikada rahatlıkla yukarı varıyorsunuz. Rehberimiz birkaç kere manastır içinde fotoğraf çekmenin yasak olduğunu tembihlese de çekmeyen görmedim ve abartmadan ben de çektim. Manastırın ilk dikkat çeken kısmı, eski manastır yaşamını anlatan müze şeklinde tasarlanmış odalar. Buralarda kırsal hayat hakkında bir sürü eşya sergileniyor. İkinci önemli öğesi manzarası. Bütün Teselya Ovası’nı ve diğer kayalıkları yukarıdan seyrediyorsunuz. İnsan defalarca deklanşöre basmak istiyor. Hrıstiyansanız, kilisede de dua edebilirsiniz. Daha fazlasını oku…
Uzak İhtimal
Bu yıl bir maşallahlık durumu var sinemamızda. 70’i aşkın filmin gösterime gireceği konuşuluyor. Bunu doğrularcasına son 1 aydır her hafta 2-3 Türk filmi gösterime giriyor. Tabloya bu 3 cümleden baktığımızda hava hoş da, bundan sonrası hiç hoş değil. Çünkü film sayısı artmasına rağmen seyirci aynı seyirci. 3-5 yıl önce sinemayı dolduran insanla bugünkü kitle aynı! Daha teknik bir tabirle talep aynı ama arz çok artıyor. Hal böyleyken çoğu film batıyor. Sadece adını duyuyoruz bazılarının.
Yukarıda değindiğim durumu tek ben görmüyorum tabii. Geçen ay, Sinema ve Altyazı dergileri sezonun Türk filmlerini içeren dosyalarla çıktılar. İkisinin de yorumu aynıydı: “Bu kadar film yapılıyor, iyi hoş da kaçı maliyetini kurtaracak?”
Bu vahim tablonun içinde şunu da gördüm ki bu kadar filmin arasında beni heyecanlandıran film sayısı o kadar az ki! Kendimi övmek için yazmıyorum ama film oldu mu sinemaya düzenli giden 100.000 kişilik kesimin arasındayım. Ama bu bombardımanda, bazıları izlenilmeyecek kadar berbat, kimi tür klişelerinde boğuluyor, kimi de yanlış zamanda gösteriliyor. Mesela bayram haftası yanılmıyorsam 6 Türk filmi vizyona çıktı ve hepsi birbirini baltaladı. Aynı şekilde kendimi örnek vereyim: Geçen hafta Karanlıktakiler’e, bu hafta da Uzak İhtimal’e gittim ama bu arada gösterimde olan 11’e 10 Kala’yı es geçmek zorunda kaldım.
Neyse, bu karamsar tabloyu kenara bırakıp esas konumuza geçelim: Uzak İhtimal. Oradan buradan az çok okumuşsunuzdur, Uzak İhtimal son 6 ayda bir sürü ödülle döndü katıldığı festivallerden. Hepsi de önemli ödüllerdi bunların. Tüm bunlardan sonra da 2 gün önce vizyona girdi. Türk seyircisi de festivaller gibi düşünürse bahtı açık olur filmin. Temennimiz de odur zaten.
Filmi tek cümleyle özetleyebiliriz aslında: Bir müezzin bir rahibe adayına duyduğu aşk. Çoğu yerde rahibe adayının da müezzine aşık olduğunu okuyabilirsiniz lakin ben buna dair bir emare göremedim.
Konu basit görünüyor, değil mi? Zaten film de gücünü basitliğinden yada film söz konusu olunca herkesin kullandığı kelimeyle sadeliğinden alıyor. Bin bir yolla anlatılabilecek bu hikaye o kadar basit anlatılıyor ki bambaşka bir siluete dönüşüveriyor. Minimum diyalog, maksimum duyguyla kendine has bir sinema dili tutturuyor.
Böyle çekilmiş bir filmde iki unsur öne çıkıyor mecburen. Birincisi senaryo: Bir cümle üzerinden giden filmi 90 dakika izleyecek seyirciyi kaybetmemek istiyorsanız ya atraksiyonlu bir yönetim sergileyeceksiniz ki film bunu asla tercih etmiyor ya da yan öykülerle besleyeceksiniz. Senaristler de yan öyküleri seçmiş, 3-4 yan öyküyle tempoyu düşürmemeye çalışmışlar ve başarmışlar da. Lakin kişisel eleştirim şudur ki yan öyküler bütünle pek uyuşamamış. Zaten uyuşsa harikulade bir film çıkardı. Mesela esnaf Yakup karakteri beni pek inandıramadı. Keza polis baskını ve sonrası da. Tempoyu ayakta tutan hamleler bunlar ama bunun ötesinde bir işlev göremiyor. Bilhassa hapishaneyle sonuçlanan tarihi eser kaçakçılığının ana konuyla hiçbir ilgisi yok.
İkincisi de oyuncular ki bu konuda denecek pek bir şey yok. Filmin kendisi gibi olabildiğince sade (doğal) iki performans izliyoruz. Son derece de yakışıyorlar filmin diline. Ayrı bir parantez de açarsak, Görkem Yeltan gittikçe sağlam bir bağımsız sinema yıldızına dönüşüyor. Zevkle izliyoruz kendisini.
Toplarlarsak, her yerde karşılaşamayacağınız kadar sade bir film perdede. Sırf bu yüzden bile izlenebilir. Ayrıca dini ve aşki ikilemler üzerinde kafa yormak da cabası.
Oyuncular: Nadir Sarıbacak, Görkem Yeltan, Ersan Ünsal – Görüntü Yönetmeni: Refik Çakar – Müzik: Rahman Altın – Senaryo: Tarık Tufan, Görkem Yeltan, Bektaş Topaloğlu – Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun – ***1/2
Son Yorumlar