Arşiv

Archive for the ‘klasik’ Category

Missing: Politikanın İkiyüzlülüğü Hakkında

14/03/2012 2 yorum

Olabildiğince naif olmamaya çalışırım. Olayların gerçek yüzünü anlamaya, nedenini bulmaya. Olabildiğince de tarafsız olmaya ve farklı açılardan bakmaya çalışırım. Lakin politikayı, hele kapitalizmi hiçbir zaman anlayamacağım! Bu kadar burnuna dik giden, her zaman kendisinin kazanmasını isteyen bir şey yoktur daha dünya üzerinde.

Bu akşam 30 yıllık bir film izledim ve yine anti-kapitalist hislerim depreşti. Normalde politikayı takip etsem de, yapmaktan bizzat kaçınırım. Çünkü ne kendimi politika yapacak kadar yetkin hissediyorum, ne de bu yalana ortak olmak istiyorum. Aslında asırlardır insanın içinde olan ama Fransız İhtilali’yle önem kazanan bu illeti lanetlemekten başka elimden bir şey gelmiyor.

Bence politika en basit manasıyla, maske takmaktır. Hatta biri kendi olmadan ortamda hoş gözüküyorsa ‘politik davranmak’ deyimini kullanıveririz onun için. Ama nadir de olsa, politikacılar (ima içinde kalsa da) doğruyu söylemeyi pek severler. Çok nadir olur ama yakalayınca anlarsınız hemen. İşte aşağıdaki diyolog da, böyle bir itiraf içeriyor:
Daha fazlasını oku…

Notting Hill

07/02/2012 1 yorum

Herkesin başucu nesneleri vardır. Kiminin kitaptır, kiminin dergi. Tahmin edebileceğiniz üzere benimkiler film ve iki tane: When Harry Met Sally… ve Notting Hill. Ne zaman çok üzülsem veya çok sevinsem mutlaka ikisinden birini  seyrederim. Bugün de çok sevindirici bir haber aldım. Kapıdan girerken de dedim ki “Evet, bugün Notting Hill gecesi!”

1999 yapımı bu film, oldukça ana akımdan seyreden bir romantik-komedi. Tüm klişeleri başarıyla uyguladığı gibi, türün tüm trüklerine de sahip. Ama olay, bunları nasıl kullandığında yatıyor. Hakkını vermek lazım, senarist Richard Curtis çok iyi bir senarist olmasının yanında türü de çok iyi biliyor. Kendi yazdığı 1994 yapımı Four Weddings and a Funeral, zaten İngiliz romantik-komedilerini başlatan film, kendi çapında da çok iyidir. Ama Notting Hill‘in bambaşka bir çekiciliği var.
Daha fazlasını oku…

Peeping Tom (Röntgencilik ve Sanatta Kadınların Rolü Üzerine)

Yine uzun zamandır seyretmek isteyip de izleyemediğim bir film daha. Michael Powell’ın bu şaheseri, aslında çok daha bilinir olmalı, daha çok seyredilip tartışılmalı. Çünkü film; ele aldığı konuyla olsun, onu ele alış biçimiyle olsun ve sinema tarihindeki yeriyle olsun çok özel bir film. ‘Film çekmek’ eylemini bu derece deşip, ortaya film çekmenin kitabını yazan başka bir film galiba yok!

‘Peeping Tom’ terimi, İngilizce’de röntgenci manasına geliyor. Yaklaşık 1000 yıl önce, İngiltere’de yaşanan bir rivayete dayanıyor. Kasabanın hükümdarının karısı, halkın vergilerinin azaltılması için kocasıyla bir iddiaya giriyor. Kasabada çırılçıplak at sürerse, kocası vergileri azaltacağını söylüyor. Kadın da tüm halka içerde oturup dışarıya bakmamalarını salık vererek atı sürüyor, tamamen aryan halde. Ama kasabalıdan biri bir delikten kadını gözetliyor ve oracıkta kriz geçirip ölüyor. Hikaye, ne kadar gerçektir bilinmez ama röntgencilik konusunu tam 1000 yıl önce açması açısından önemli!

‘Röntgencilik’ gerçekten önemli bir mevzu. Meşru olmayan, suç sayılan ama alenen ve hatta yasal olarak herkesin yaptığı bir eylem. Mesela siz bir film seyrederken, aslında filmdeki insanların hayatını röntgenliyorsunuz. Bu, aslında tüm sanatlar için geçerli lakin sinemada daha ön planda. Çünkü siz karakterleri, yaşama alanlarında, doğal halleriyle gözlemliyorsunuz. Bu bir çeşit röntgenciliktir aslında. Başkalarının hayatlarını onların haberi olmadan belli bir süre izliyorsunuz. Hayatların kurgusal olması ve zaten film çekmek amacıyla kurgulanması, işi meşrulaştırsa da aslında seyirci, filmi seyrederek röntgenci tarafını yatıştırıyor.
Daha fazlasını oku…

Chasing Amy

31/01/2012 1 yorum

Kevin Smith’in üçüncü ve şimdiye kadarki en iyi filmi olan Chasing Amy‘de Smith’in bizzat kendisinin oynadığı Silent Bob ilk defa ağzını açar ve sinema tarihindeki en acıklı hikayelerden birini anlatır:

” Bundan 3-4 yıl önce Amy diye bir kızla beraberdim. Büyük aşktı. Ayrılmaz ikiliydik. Aradan dört ay geçti. Salaklığım tuttu, eski erkek arkadaşını sordum ki oldukça salak bir hamledir. Öğrenmemek gerektiğini gayet bilsen de öğrenmek de zorundasındır, salakçadır vesselam. Neyse, anlatmaya başladı. Nasıl aşık olduklarını,  nasıl birkaç yıl devam ettiğini, nasıl evde yaşadıklarını, annesinin beni nasıl daha çok sevdiğini, filan falan. Ben iyiydim ki bombayı patlattı. Bomba da şuydu: Öyle gözüküyor ki birkaç sefer, erkek arkadaşı yatağa birilerini getirmiş. Üçlü yani. Ben patladım. Yani ben böyle şeylere alışkın değilim. Gayet Katolik yetiştirildim. Diğer deyişle, oldukça garipsedim, tamam mı? Ve ona gürlemeye başladım: Çünkü hislerimle nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum, en iyisinin ona ‘sürtük’ demek olduğunu düşündüm ve kullanıldığını söyledim. Kan istiyordum, onu incitmek istiyordum. Ben, ‘Sorunun ne, Allah’ın belası?’ şeklindeydim. Ve o devamlı beni sakinleştirmeye çalışırdı, o zaman ve mekanda öyle olduğunu söylerdi, ama bunlardan dolayı özür de dilemeyecekti çünkü yaptığının yanlış olduğunu düşünmüyordu. ‘Gerçekten mi?’ dedim. Tam gözlerinin içine baktım ve bittiğini söyledim. Yürüdüm gittim. Ama hataydı. Ondan iğrenmiştim, korkmuştum. O an, kendimi küçük hissetmiştim, deneyimsiz hissetmiştim, ona hiçbir zaman yetemeyecektim veya onun gibi bir şeyler, anlıyor musun beni? Ama anlamadığım şey, onun umursamadığıydı. Öyle birini artık aramıyordu. Beni, Bob’u, arıyordu. Ama bunu anladığımda, çok geçti. Hayatına devam etmişti. Tek yapabildiğim, salakça bir onur numarası yapmaktı ki pişmanım. Çünkü o, tekti. Bunu şimdi biliyorum. Ama ben onu ittim. O günden beridir de hep Amy’nin peşindeyim.”

Bu 2 dakikalık monolog, filmin de özeti. Filmdeki olayların ve ne anlatmak istediğinin özeti. Film, adını bu hikayeden alsa da, Bob ile Amy’yi  anlatmıyor tabii; Holden ile Alyssa’nın sıra dışı ilişkilerini anlatır.
Daha fazlasını oku…

The Breakfast Club

The Breakfast Club‘ı ilk defa izlediğim günü hatırlıyorum. Kendimi kötü hissaettiğim bir gündü ve birden filmi açıp izlemeye başlamıştım. Film bittiğinde kendimi daha iyi hissediyordum. John Hughes bana dokunabilmeyi başarmıştı.

1984 yapımı bu gençlik filmi, bir cumartesi okulda cezaya (detention) kalan 5 öğrencinin o günü nasıl geçirdiklerini anlatıyor. Karakterler rahatlıklar karikatürize olabilecek tipte: Bir inek, bir sporcu, bir popüler kız, bir asi ve bir salaş kız.
Daha fazlasını oku…

Lütfi Ö. Akad’ın Ardından: Göç Üçlemesi

İki hafta önce Türk Sineması çok önemli bir kayıp yaşadı. 30 yılı aşkın süredir film çekmese de, eğitimci olarak sinemamıza hala katkı vermekte olan Lütfi Ö. Akad 95 yaşında aramızdan ayrıldı. Vesikalı Yarim filmiyle bende çok özel bir yeri olan Akad’ı, geçtiğimiz günlerde ünlü Göç Üçlemesi’ni arka arkaya izleyerek andım. Şimdi hem bu filmlere göz atalım hem de onlar yardımıyla Türk insanına dair birkaç kelam edelim:
Daha fazlasını oku…

Benim En İyi 10 Türk Filmim

İlgilenenler zaten çoktan duymuştur, Sinema dergisi ‘En İyi 100 Türk Filmi’ni seçiyor. Kapanmadan önce Empire Türkiye de böyle bir seçime niyetlenmişti. Darısı Sinema ekibineymiş.

Dergi ekibi ünlü sinema tarihçisi Agah Özgüç’e 350 filmlik bir liste hazırlatmış. Oy kullanacaklara da 10 tanesini sırayla belirleyin demiş. Yani filmleri kafanıza göre seçemiyorsunuz. Ama açıkçası liste de gayet uygun hazırlanmış. Benim listemdeki tüm filmler zaten var. Yeni nesil, bunalmasın diye Recep İvedik bile eklenmiş. Herkesin şerbetine göre liste oluşturulmuş.

Ben de bir süre önce filmleri belirleyip oyumu kullandım. Kasımda sonuçlar açıklanmadan önce de buraya yazmak istedim. Her filmi neden seçtiğime dair ufak bir yazı da olacak.

Listeye geçmeden 10 Ekim’e kadar oy kullanabileceğinizi belirtiyim: www.eniyiyuzturkfilmi.com

10) Sonbahar (2007 – Özcan Alper) : Bir Türk erkeğinin dışarıya gösteremediği ama içinden yüzleşmek zorunda olduğu sorunları harika bir sinematografik dille anlattığı için. Bunun yanında önemli bir politik yarayı çok iyi yedirebildiği için. Az parayla bu kadar yalın ve kusursuz bir film olduğu için.

9) Aaah Belinda (1986 – Atıf Yılmaz) : Türk Sinema Tarihi’nin en iyi senaryolarından birine sahip olduğu için. Türk kadınının modernleşmeden sonraki aile ve toplum içindeki konumunu saptadığı için. Müjde Ar’ın reklam sırasında boyut değiştirdiği sahne ve Ece Bar’daki sahne için.

8) Sevmek Zamanı (1965 – Metin Erksan) : Sembolizmi Türk Sineması’nda bu kadar iyi yansıtabilen tek film olduğu için. Divan Edebiyatı’nda da var olan ‘surete aşık olma’ konusunu bir filmin ana konusu yapabildiği ve bunu, dönemin Yeşilçam melodramlarıyla harmanlayıp kusursuza yakın bir film olduğu için. Müşfik Kenter’i, gencecikken izlememize olanak verdiği için.

7) Yol (1981 – Şerif Gören) : Yılmaz Güney’in kusursuz senaryosu için. Türkiye’deki bazı sorunları birbirine karıştırmadan, abartmadan ve olduğu gibi yansıtabildiği için. Enfes oyuncu kadrosunu seyredebilmek için.

6) Muhsin Bey (1986 – Yavuz Turgul) : Günümüzde ayyuka çıkan, kent toplumu-kırsal kesim arasındaki farklılıkları, yozlaşmayı, toplumun 80 sonrası hızlı değişimini daha yolun başındayken saptadığı, yalın ve içe dokunan bir hikayeyle yansıttığı için. Yavuz Turgul’un en iyi senaryosu olduğu için. Şener Şen’in performansı yanında Uğur Yücel’in ilk çıkışını izleyebildiğimiz için.

5) Aaah Güzel İstanbul (1966 – Atıf Yılmaz) : Başka bir Türk filminde bulamayacağınız bir öyküyü anlattığı için. Kentteki yozlaşmayı saptadığı ve nostalji duygusunu abartmadığı için. Mükemmel bir İstanbul güzellemesi olmasının yanında, Boğaz’daki kirlilik gibi negatif unsurları da olduğu gibi gösterebildiği için.

4) Vesikalı Yarim (1968 – Ö. Lütfü Akad) : Bir melodramı sululaştırmadan, kusursuz bir senaryo ile anlatabildiği için. Türkan Şoray ile İzzet Günay arasındaki alevi canlı canlı izlemek için. Şükran Ay’ın şarkıları için. Tabii İstanbul’un o zamanki halini gözlemlemek için.

3) Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu (1990 – Engin Ayça) : Aşkın dokunmadan, görmeden de yaşanabileceğini anlatabildiği için. Kusursuz senaryosu için. Türkan Şoray ve Ekrem Bora’nın insanın içine işleyen performanslarını izlemek için. Filmin sonunda nutkunuzun tutulmasına şahit olmak için.

2) Selvi Boylum, Al Yazmalım (1977 – Atıf Yılmaz) : Evrensel ve zaman aşırı bir soru olan “Aşk nedir?” sorusunu verilebilecek en iyi yanıtı verdiği ya da en kritik soruyla karşı soruyu sorabildiği için. İyi bir senaryo izlemek ve harika bir müzik çalışması dinlemek için. Türkan Şoray ile Kadir İnanır arasındaki enfes kimyaya şahit olmak, bunun yanında Ahmet Mekin’in olabildiğince sıradan bir karakteri ezilmeden oynadığı için.

1) Anayurt Oteli (1987 – Ömer Kavur) : Bir Anadolu erkeğinin hayatını, tüm unsurları ile beraber ortaya serebildiği için. Bundan yüzyıllar önce de yaşanmış, çok uzun yıllar sonra da yaşanabilecek bir psikolojiyi sinemaya aktardığı için. Bunu; ibretlik karakterlere sahip harika bir senaryo ile, muazzam performanslar ile (Macit Koper ile Serra Yılmaz) ve kusursuz sanat yönetimi ile birleştiren rejiye sahip olduğu için. Filmin sonunda sizi koltuğunuza çaktığı için!

Kategoriler:klasik, liste, sinema

37°2 Le Matin (Betty Blue)

7-8 aydır erişemediğim sabit diskime sonunda erişince, kıyıda kalmış bazı filmleri de tekrardan hatırladım. Betty Blue (37°2 le Matin) filmi de bunlardan biri. Daha bunun gibi sürüyle film var, The Last Detail gibi.

37°2 le Matin 1986 yapımı bir Fransız filmi. O yıl tüm dünyada da oldukça popüler olmuş. Hala da hatırlayan var (ki ben de bir dergiden okuyup radarıma almışımdır). Ama izledikten sonra IMDB’den yapıtığım kısa araştırma sonrasında o yıl Oscar dahil tüm ödüllere aday olmasına rağmen çok da beğenilmediğini gördüm. Hatta yönetmeni Jean-Jacques Beineix’in ikinci yapıtı olan bu film, aynı zamanda kendisinin son popüler filmi.

Filmin fazlasıyla erotik, şimdiden belirtiyim. Hatta ilk sahnesi gayet hardcore diyebileceğimiz bir sevişme sahnesi. Film boyunca da iki ana kahramanımız, bol bol çıplak kalıp sevişiyorlar. Bu arada ‘film boyunca’ tanımım gayet geniş çünkü tam 180 dakika sürüyor. Sinemalarda sanırım 2 saatlik kurgusu oynamış ama o kurguyu bulmanız bence çok zor. DVD olarak direkt yönetmenin kurgusu var.
Daha fazlasını oku…

Ayrımcılık Üzerine (Gentlemen’s Agreement)

Ne yazık ki artık klasik filmlere gerektiği önemi veremiyorum. Üniversitedeyken yeni film izlediğim kadar da eski yapımları seyrederdim. Artık çok az canım ister oldu.

Neyse ki bugün evden çıkmadım. İzlediğim 2 yeni filmin ardından bir de klasik izleyeyim, dedim ve Gentlemen’s Agreement‘ı izlemeye başladım. Film Elia Kazan tarafından çekilmiş bir stüdyo filmi. Baş rolde de eskilerden en sevdiğim oyuncu olan (bunda Killing the Mockingbird‘ün etkisi muhakkak vardır) Gregory Peck vardı. Ama açık söylemek gerekirse, film hakkında 1948’de En İyi Film Oscar’ını alması dışında bir şey bilmiyordum.
Film, ünlü bir makale yazarının New York’a oğlu ve annesiyle taşınmasıyla başlıyor. Karısı bir süre önce ölmüş. Yeni bir hayata başlamak istiyor. Yeni dergisinin editörü, ondan farklı bir konu hakkında çalışmasını istiyor: Anti-semitizm hakkında bir yazı dizisi. Yazarımız önce yazacak bir şey bulamıyor, nereden başlayacağını bilemiyor. Sonra aklına bir fikir geliyor: Yeni geldiği bu şehirde kendini herkese Yahudi olarak tanıştırıyor. Böylece bir süreliğini de olsa onların bakış açısına sahip olmayı başarıyor ve yazısını bu açıdan kaleme alıyor.

Daha fazlasını oku…

Kadın-Erkek İlişkisi Hakkında bir Gözlem (Ordinary People)

Bu akşam Ordinary People‘ı izledim. Robert Redford’un 1980 yapımı filmi. Çoğu insan bu filme karşı önyargılıdır. Çünkü 1981 Oscar’larında Raging Bull‘u alt etmiştir, Scorsese’nin efsane filmini ki aynı yıl David Lynch’in en normal filmi The Elephant Mande yarışmıştır.

Neyse, işte bu nedenle pek göz önüne çıkarılmayan bu film, beni çok şaşırttı. Çünkü çok ama çok iyi bir film. Bir başyapıt kesinlikle. Nedeni de aile içi ilişkilerine getirdiği çok farklı bakış açısı. Belki de şu an içinde bulunduğum moddan da olabilir filmin içine alabildiğine girebildim.
Yaklaşık 1 ay önce, bir kız arkadaşımla Beşiktaş’ta bir yere oturduk. Hayatın genel halinden söz ederken kız-erkek farklarına geldi konu. O an içimden şöyle bir düşünce geçti ve direkt söyledim. Sonra üzerinde düşündüğümde ani bir fikre göre son derece tutarlı olduğunu gördüm. Karşı çıkabilirsiniz, bu benim görüşümdür:
Erkekler günlük yaşantı bakımından basit bir hayatları vardır. Kalkar, işe/okula gider, futbol izler, maç yapar, oyun oynar, mastürbasyon/seks yapar ve uyur. Genel olarak bir erkeğin nasıl bir hayat yaşadığını 1 haftada çözersiniz. %90 aynı şeyleri yapar, rutinini bozmaz. O yüzden de erkekler basit görülür. Ama işin derinine inildiğinde, yani bir erkeği gerçekten tanıdığınızda, ki bu kolay değildir, her erkeğin son derece karmaşık ve kendine özel bir iç dünyası vardır. Çözmek için onun özel iznine ihtiyacınız vardır. Eğer bir erkek istemezse, o derin iç dünyasına kimseyi sokmaz. Bundan ötürü de zaman zaman rutinini bozar, gerçek tepkisini gösterir ama karşı taraf bunu çakamaz.

Daha fazlasını oku…