Başlangıç > fikir, politika, tarih > İnsanlığa Dair Birkaç Düşünce veya 2010’lara Siyasi Bir Bakış – 1

İnsanlığa Dair Birkaç Düşünce veya 2010’lara Siyasi Bir Bakış – 1

Bir önceki yazımı tekrar okurken birkaç yerde kendimi sorguladığımdan bahsettiğimi gördüm. Sorgulama huyum tabii sadece kendime değil, dünyaya da. Dünyayı, hayatı, olayları anlamak için de; çocukluğumdan beri -sinemadan sonra en fazla- ilgilendiğim tarihe başvurmayı tercih ediyorum. Çünkü insanlık, tarih boyunca gelişmiş ve evrilmiş. Bugün bizim yaşadığımız büyük-küçük sorunların neredeyse hepsiyle, tarih içinde bir yerlerde ve bir zamanda karşılaşılmış, üzerinde düşünülmüş ve çoğu zaman da çözülmüş. Maalesef bunların çoğunu (aktarılmadığından) bilemiyoruz, bildiklerimiz de oldukça taraflı ve çarpıtılmış. Lakin bildiklerimizin içinde bulabildiğimiz gerçeklerle bile hayatı daha iyi anlayabilmemiz mümkün.

2010’lar tarih tutkumun alevlendiği yıllar oldu çünkü gerek kişisel gerekse siyasi olayları anlamaya daha çok gereksinim duydum. NTV Tarih dergisinden dönüşen #tarih’i düzenli almaya başladım önce. Sonra da birkaç başucu tarih kitabına niyetlendim. Halil İnalcık’ın Devlet-i Aliyye serisini (İş Bankası Yayınları) tamamen aldım ama ikinci ciltte takıldım. Okuduğum kadarıyla söylemeliyim ki okulda bize anlatılan Osmanlı’ya kurgu bile denilebilir. İşte bunu anlamaya başlayınca tarih yazımı ve bu yalanların nedenleri üzerine de düşünmeye başladım. İşin sonu genelde aynı yere varıyor: Güce duyulan yoğun arzu! Bunun da arkasındaki nedeni ise yeni keşfettim.

Yaklaşık bir yıldır aralıklarla da olsa düzenli şekilde Alâeddin Şenel’in Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi‘ni (4. Baskı, 2018, İmge Kitabevi) okuyorum. Bu hacimli kitap Büyük Patlama’dan içinde bulunduğumuz Yakın Çağ’a kadar insan türünün tarihini aktarmaya çalışıyor. Kitapta en fazla etkilendiğim husus, ‘artı değer’ olgusunun neolitik devirden itibaren dünya tarihini nasıl değiştirdiği. Hâlâ daha da değiştirmeye devam ediyor. Çünkü tüm finans sistemi bu basit olgu üzerine kurulmuş. Zaman ve mekân değişse de en sıradan insan türü canlısının ‘artı değer’e duyduğu arzu hiç dinmeyecek. Sebebi ise çok basit ve hayati: Yaşamak için!

Aynı kitapta Şenel “İnsan, düşünen, araç yapan, simge kullanan bir toplumsal hayvandır.” (s. 11)  tanımını öne sürüyor ve insan türünü diğer türlerden ayıranın bu dört özelliğin birleşimi olduğunu örnekleriyle belirtiyor. İnsan türü, bu özellikleri beraber kullanarak zaman içinde diğer canlılardan farklılaşmıştır (evrimleşmiştir). Tür için ilk ciddi kırılım ise ‘artı değer’in sürekli hâle gelmesiyle yaşanmıştır.

O zamana kadar yiyecek ve barınma gibi temel ihtiyaçları için -diğer canlılar gibi- gündelik veya sezonluk çözümler bulan insanlar; düşünerek, sosyalleşerek ve araç kullanarak daha uzun süreli çözümler üretmeyi başarmıştır. Zamanla tarım ve hayvan evcilleştirmeyi keşfetmiştir. Böylece ihtiyacı olandan fazlasını üretmeye, yani ‘artı değer’ elde etmeye başlamış ve bunu sürekli hâle getirebilmek için de para, yazı gibi sadece kendi türünün anlayabileceği simgeler kullanmıştır.

Kısacası yaşarkalabilmek için aklını ve sosyalleşme yeteneğini kullanan insan, (kıtlık vb zamanlarda kullanabilmek adına) ihtiyacı olduğundan fazlasını üretmeyi ve saklamayı keşfetmiştir. Bu birikim zamanla da artınca mülkiyet durumu doğmuştur ki tür içi çatışmaların büyümesi de tam bu dönemlere rastlıyor. Hemen ardından da medeniyet kuruluyor!

Medeniyet kelimesi (tıpkı İngilizce’deki karşılığı civilization gibi) ‘kentlilik’ anlamına geliyor ve devletleşmeye (devlet düzeni kurmaya) giden yolu başlatıyor. MS 2010’lara yolumuz daha var ama bu yılın en çok gürültü koparan filmlerinden Joker‘de anakarakterin filmin sonuna doğru ‘medeni olma’ üzerine monoloğunu da çözebilmemiz için burada biraz durmamız, hatta sözü doğrudan Şenel’e vermemiz gerekiyor.

“Uygar (medeni) sıfatı, günlük dilde, ilkellikten ve barbarlıktan arınmış, çağdaş ahlak, kültür ve davranış inceliğine ulaşmış kimseler ve toplumlar için kullanılmaktadır. ‘Uygar’ sözcüğü, bu (günlük) kullanımında, içinde ‘kaba güce’ ve ‘şiddete’ başvurmama anlamını da taşımaktadır. Oysa bilimsel dilde, uygar bir toplum, evet ‘ileri’ denilebilecek bir simgesel (tinsel) kültüre sahiptir. Ama aynı zamanda, yalnızca üretim teknolojisi alanında değil savaş teknolojisi alanında da ‘ileridir’. Dolayısıyla uygar toplumlar da öteki (ilkel, uygar) toplumlar üzerinde ekonomik ve askeri ‘şiddet’ kullanabilmektedir. Dahası, uygar toplumun bir katmanı öteki katmanları üzerinde baskıya, şiddete, sömürüye başvurabilmektedir. Hatta bu tür yolların ve yöntemlerin uygar toplumun eşitsizlikçi toplumsal yapısının kaçınılmaz bir sonucu olduğu açıktır. (…) Dolayısıyla, günlük dilde savaş, işkence gibi ‘uygarlık dışı’ sayılan davranışların, bilimsel dilde ‘uygar toplum’ yapısının sıradan olguları olduğu söylenebilir.” (s. 326)

Diego Rivera -Mural

Yani artı değer, medeniyet ve siyasi yapılanmanın yanında savaşlara, sömürüye ve -en basitinden kapsamlısına- şiddet eylemine de sebebiyet vermiştir. İnsan, artı değer ile bunun getirdiği konfor ve güce alıştıkça daha fazlasını istemiştir. Bunu elde etmek için veya elindekini kaybetmemek için her yolu mübah görmekten kaçınmamıştır. Bu durum ya da gerçek, ilk kent devletin (dolayısıyla medeniyetin) kurulduğu Sümer’de de, 21. yüzyıl dünyasında da aynıdır. Değişen yegâne öge, insanlığın kültürel ve iktisadi evrimiyle beraber şartların ve eldeki imkânların da değişmesidir.

Medeniyet öncesi klanın (tamamının eşit biçimde) yaşarkalması için elde edilmeye çalışılan artı değer, ilk kent devleti olan Eridu’nun kurulmasıyla toplumun bir kısmında (genelde yönetenlerde) diğerlerine göre daha fazla birikmeye başlamıştır. Böylece toplum içi eşitsizlik de doğmuştur çünkü elindeki artı değerin gücünü (tadını) alan zümre (veya bunu görerek o zümreden kendisine aktaran diğer bir zümre) elindekinin sürekliliği için tüm fiziksel gücünü, yeteneklerini ve tabii zekasının ortaya koymaktan çekinmeyecektir. Bu aktarım/koruma uğruna savaşlar çıkacak, mitler üretilecek, insanlar ölecek, doğaya -geriye dönülemez- zararlar verilecek ama artı değerin üretimi ve çoğaltılması tüm hızıyla devam edecektir.

2010’lar siyasetinde de bu ana unsur hâlâ geçerli. Zenginler daha da zengin olmak isterken altındakileri zerre umursamıyorlar. Ülkeleri de (doğrudan veya kapılar ardından) yönetenler bu güçlerini kaybetmemek adına yalan söylemekten, insanları manipüle etmekten ve onların canları ile mallarından nemalanmaktan hiç gocunmuyorlar.

Lakin yine tarih, bu açgözlülüğün olası sonuçlarını bize gösteriyor. Elindeki artı değeri sadece kendisine ve yakın çevresine saklayanların bir zaman sonra alaşağı edildiğini birden fazla kere görebiliyoruz. Beni ilk okuduğumda şaşırtan ama yine bir sürü defa yinelenen unsur ise, bu alaşağı etmelerin sonucunda uygarlığın gelişmesi. Şöyle ki artı değer, sadece para ve emlaktan ibaret değil (bu yüzden yukarıdaki paragraflarda ‘artı değer’ tabirini kullanmaya devam ettim), aynı zamanda teknoloji, bilim, sanat ve kültürü de kapsıyor. Bir yerde (kentin merkezinde veya başkentte) saklanan artı değerler, binyıllar boyunca barbar denilen kavimlerin saldırıları ve çeşitli devletleri yıkmaları sonucunda dünyaya dağılmış, malolmuş ve böylece daha hızlı gelişmiştir. (Yakın Çağ’a kadar neredeyse tüm kadim uygarlıkların zayıflaması ya da yıkımı böyle olmuştur.)

Diğer taraftan toplumsal bilinç geliştikçe yöneten zümre de bu gerçeği fark etmiştir. Bu yüzden farklı yollar keşfedilip denendi. İlk defa Antik Yunan’da varsıllığa ve kenttaşlığa bağlı da olsa demokrasiye geçildi. Gücün (Atina özelinde deniz ticareti yoluyla sağlanan ganimetin) kentin bir kısmına (kadınlar, köleler ve Atinalı olmayanlar hariç tutularak) dağıtımı sağlandı. Roma İmparatorluğu ise bunu daha da geliştirdi. Lakin verilen haklar yine de sınırlıydı ve felsefi, dinsel ya da siyasi hamlelerle yönetimin (ana artı değerin) yine belli bir zümrede kalması sağlandı. Roma, buna karşı çıkabilecek -nüfus artışıyla giderek büyüyen- alt tabakayı oyalamak için düzenli savaşa girme yolunu buldu. Böylece topraksız kalan veya avare olan insanlar yeni ülkeler fethetmede kullanıldı. Fetih ganimetlerini de (en azından başta) bunlara dağıttı. Ta ki aşırı genişleyip -eldeki teknolojiyle- daha fazla büyüyemeyene kadar.

Artık devletler artı değerlerini biriktirmek için toprak vergilerine ve savaş ganimetlerine muhtaç değil. Amerika’nın keşfiyle elde edilen aşırı altın ve gümüşün hemen sonrasında yükselişe geçen ticaret, finans sisteminin doğuşu ve onları takip eden sanayi devrimiyle beraber şartlar tamamiyle değişti. Mühim olan pazar hakimiyetini ele geçirip bunu sürekli elinde tutabilmek. Tabii hangi pazarın daha fazla artı değer sağladığı zamanla, üstelik değişim hızı devamlı artan bir şekilde değişiyor.

Geçmişte kas gücüyle, zekayla veya alın teriyle elde ettiği artı değerin çoğu, toprak vergisi ya da doğrudan gaspla elinden alınan yönetilen tabaka artık çifte soyuluyor. Hem kazandığının vergisini vatandaşı olduğu devlete veriyor, hem de birer tüketici olarak elinde kalan artı değeri de pazar hakimlerine dağıtıyor.

Zaten sanayi devriminin (ve tabii coğrafi keşifler gibi onu hazırlayan süreçlerin) en mühim sonuçlarından biri de bu ikilik oldu. Tarihte din adamları, askerler ve son olarak da siyasetçiler güdümünde kurulan devletlerin yanında/karşısında artık başka bir güç var: şirketler. Dünya yaklaşık iki yüz elli yıldır bu ikiliğin hem birlikteliğine hem de savaşına sahne oluyor. Bu birliktelik-savaşta da kaybeden genelde ikisi de olmuyor, ikisine de dahil olmayan sıradan insanlar oluyor.

Ayrıca insanlığı etkileyen diğer bir faktör de coğrafi şartlar. Mesela büyük buzul çağının bitişinin insanlığın gelişmesini pozitif etkilediğini, küçük buzul çağının da coğrafi keşiflerin sebeplerinden biri olduğu söylenebilir. Küresel ısınmanın da bizi doğrudan etkileyeceği başka bir kuşkusuz gerçek.

Fazla nüfusun, savaşa ve devletlerin yıkımına yol açtığını üstte yazmıştım. Dünyadaki 8 milyar nüfusu besleyecek kaynaklar da çok hızlı bir şekilde tükeniyor. Bu iki gerçek bizi kaçınılmaz sonuca doğru sürüklüyor: Yirmi yıl içinde üçüncü dünya savaşının çıkmaması için, daha fazla artı değeri arzulayan tüm paydaşların aynı masaya oturarak ellerindekileri tüm gezegenle paylaşmaları şart. Böyle bir anlaşmanın olamayacağı da maalesef aşikâr.

Tarihte buna benzer durumlarda büyük uygarlıkların (genelde barbar denilen kavimlerce) yıkıldığını, yerlerine gelen kavimlerin bir süre sonra bu uygarlıklarla kaynaştığını, ortaya çıkan melez topluluğun da gelişmeye devam ettiği gözlemleniyor. Ama hepsinde göç edilecek (dolayısıyla yıkım sonrası insanlığın yaralarını saracağı) bir yer hep vardı. Uzun yıllar alsa da, duraklasa da ve bazen geriye de gitse insanlık bir şekilde devam etmeyi başardı. Peki üçüncü dünya savaşı sonucunda ne olacak? Bence savaştan daha çok, sonrası daha büyük bir muamma.

Yapay zeka ile uzay araştırmalarının 2010’lardaki hızlı artışının sebeplerinden birinin de bu muamma olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanlık bu eşiği de atlarsa çok daha elverişli şartlara sahip olabilir ve şu anda aklımıza gelemeyecek yerlere gelebilir. Ama buna ulaşmak için çok büyük acılar çekileceği de kuşkusuz.

Günümüz dünyasını gözleri her daim aç olan vahşi kapitalistler ve sağ cenah yönetse de (ana kuralları koysa da) çıkacak olan savaştan hepimiz etkileneceğiz. Kartlar tekrar karılacak ve dağıtılacak. Artı değerin birikimi yine devam edecek. Yalnız umarım bu sefer türümüzün koyacağı ve uyacağı koşullar, sadece kendi türümüzün değil, tüm gezegenin (ve evrenin) yararına olur.

Bu yazıda 2010’lara pek değinemedim. O yüzden kapitalizmin insanları yalnızlaştırırken tektipleştirmesi, Türkiye’nin 21. yüzyıla neden girememesi ve olası kaçış senaryoları üzerine fikirlerimi ikinci yazımda okuyabilirsiniz.

Kategoriler:fikir, politika, tarih

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: