Başlangıç > gezi yazısı, hayat, mekan > Atina İzlenimleri

Atina İzlenimleri

Athena’nın şehri Atina. Hani şehrin ünlü kuruluş mitine göre, şehre zeytin ağacını hediye ederek onun koruyucu tanrısı olan Athena’nın ismini verdiği kadim şehir. İklimi gereği, hâlâ zeytin ağaçlarıyla süslü olan Atina, Helenistik Dönem’deki kadar önemli bir şehir olmasa da o dönemde yaşamış bilim insanları ve filozoflarının günümüz medeniyetine katkıları sağ olsun dünyanın en fazla ziyaret edilen kentlerinden biri.

Atina’da her adımda eskiden kalma bir eser veya bina görmek mümkün

Biz neredeyse hiç plan yapmadan ve 10 gün öncesinde biletleri alarak 19 Ocak Cuma sabahı Atina’ya uçtuk eşimle. Ama bu sefer yalnız değildik, kadim seyahat arkadaşlarımdan Filiz de bize Atina Havaalanı’nda katıldı. Böylece üç kişi olarak, sabah saatlerinde Atina sokaklarına ayak bastık. Havaalanı merkezden bayağı uzak maalesef. Yarım saatte bir olan metro, pahalılığına rağmen (9 €) merkeze ulaşmanın en rahat yolu.

Önceden sadece oteli ayarlamıştık. Monastiraki meydanı yakınında bulunan ve üzerinde bulunduğu sokakla aynı adı taşıyan 18 Micon Str, çok güzel bir butik otel. Konumu çok merkezi, kendi sokağında bile bir sürü kafe ve bar var. Oda gayet temiz ve kullanışlıydı. Biz ikinci katta bulunduğumuzdan ses sorunu olmadı ama Filiz’in odası ilk kattaydı ve gece sokaktan gürültü geldiğini söyledi. Kahvaltısı, bir butik otele göre bayağı iyiydi. Hem çeşit boldu, hem de lezizdi yediklerimiz. Fiyat olarak da gayet makuldu.

Otele varınca önce karnımızı doyurmak istedik. Otele çok yakın olan Usurum Brunch’a gittik. Tam modern, yeni nesil kahvaltıcı. Başarılı bir Egg Benedict yedim ve leziz bir kahve içtim (üstteki resim). Kızlar da çok memnun kaldı. Önerilir.

Bahsetmeyi unuttum ama bu, benim Atina’ya üçüncü gelişim. İlki 2013’teydi, annemlerle otobüsle bir Yunanistan turuna katılmıştık. O turda Atina’da sadace 2 gece kalmıştık ve pek serbest gezememiştim. Akropolis’e ve ondan daha yüksek tek tepe olan Lycabettus’a çıkmıştım. Üç yıl sonra bir konferansta sunum yapmak üzere geldim ikinciye. O zaman, iki gün erken gelip merkezi bayağı dolaşmıştım ama temmuz sıcağında tek başına Atina sıkıcı oluyor, dostlar.

Dolayısıyla merkeze gayet hakimdim. Ama Damla ile Filiz’in ilk görüşleri olduğundan onların istediklerine öncelik verdik. Filiz de ilk olarak Olimpiyat Stadı’nı görmek istedi. Asıl adı Panathenaic Stadyumu veya (‘güzel mermer’ anlamında) Kallimarmaro olan stad, tamamen mermerden yapılmış dünyadaki tek stadyum. İlk olarak MÖ 330’da Panathenaic (Toplu Atina) Oyunları için yapılan stad, Romalı senatör Herodes Atticus tarafından MS 144’te mermerden tekrar inşa ediliyor. Roma Dönemi sonrası unutulan yapı, Yunanistan bağımsızlığını kazanınca arkeolojik kazılarla tekrar açığa çıkarılıyor ve 1896’da düzenlenen ilk modern Olimpiyatın da merkezi oluyor. Hatta mite uygun olarak Maraton Ovası’nda start verilen ilk olimpik maratonun koşucuları da bu stadyumda finiş yapıyor.

Bazılarınız stadyumun şeklini garip bulmuş olabilir, modern statlar daha oval çünkü. Hâlbuki antik çağda bu şekil normdu. Hatta stadyumun uzunluğu, şehirler arası uzunluk birimi olarak kullanılıyordu. Efes-Miletos arası 300 stadyum gibi.

Bugün bu güzel stadyum, özel spor organizasyonları haricinde müze olarak hizmet veriyor. Orijinali gibi, stadyumun ince uzun yapısının bir kısa kenarı yok. Yani dışarıdan içeriyi uzunlamasına görebiliyorsunuz ama içeriye girmek paralı. Bu yüzden 2013’te dışarıdan resmini çekmekle yetinmiştim. Bu sefer Filiz girmek isteyince ve engelli indirimiyle ikimizin bedava girebileceğini anlayınca ben de girdim 😊 Pistte ve tribünlerde istediğiniz gibi takılabiliyorsunuz. Ayrıca eskiden sporcuların piste çıktığı yerden girdiğinizde iki odalı küçük bir Olimpiyat Müzesi’ni de gezebiliyorsunuz.

Uzaktan Akropolis’in görünümü
Athena Nike Tapınağı

Ardından Akropolis civarına giderek Brettos adında bir barda oturduk. Biraz dinlendik, susuzluğumuzu giderdik. Akabinde bir koşu Akropolis’e çıktık. Burası Atina’nın ilk kurulduğu yer. Akropol, zaten Yunan Yarımadası ve Anadolu’da bulunan antik kentlerin en yüksek noktasında yer alan ve genelde tapınak gibi kutsal yapıların yer aldığı bölge demek. Dünyanın en çok ziyaret edilen ören yerlerinden biri olan Akropolis’e girdiğinizde antik Atina’nın kalıntılarıyla karşılaşıyorsunuz. Yokuşu çıkarken stadyum, odeon, evler gibi günlük hayata dair yapıları görüyorsunuz.

Bir uzo ve şarap imalathanesi de olan Brettos’un iç tezgâhı

En yukarıda ise akropol var. Parthenon, Erechtelon ve Athena Nike Tapınağı gibi devasa kutsal yapılar burada. Ama bunların sadece dış duvarları mevcut ve onları da sadece dışarıdan görebiliyorsunuz, içlerine girmenize izin vermiyorlar. Dışarıdan görülebilen kalıntıların çoğu da eksik. Bazısı 19. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’ye götürülmüş ve hâlâ British Museum’da sergileniyor. Aradan geçen 150 yılı aşkın süre bile tartışmaları dindirmemişe benziyor çünkü geçen kasımda bu eserler hakkında İngiltere ve Yunanistan Başbakanları arasında bir söz dalaşı oldu. Diğer eksik parçalar da Akropolis’in hemen dibinde yer alan Akropolis Müzesi’nde bulunuyor (burayı aşağıda anlatacağım).

Atina’yı başlı başına bir ören yeri olarak da görebilirsiniz

Madem esas görülecekler eksik, değer mi buraya girmeye (ve para vermeye)? Bence evet. Arkeolojiye biraz ilginiz varsa, sadece akropolü değil, aşağıdaki çoğu antik yapıyı da görüyorsunuz. Ayrıca akropoldeki tapınakların hacimleriyle bile ne kadar görkemli olduklarını birebir gözlemleyebiliyorsunuz. Son olarak da Atina’yı tepeden 360 derece seyretme imkânı veriyor. Ama sadece görmek için gireceksiniz, aşağıdaki kapalı müze sizin daha çok ilginizi çekecektir. Ayrıca Anadolu’da bundan çok daha kapsamlı ören yerleri bulunduğunu da ekleyeyim.

Ören yerinden ayrılınca yavaşça yürüyerek otele döndük ve biraz dinlendik. Akşam yemeği için yakınlardaki Atlantikos’a gittik. Burası salaş bir balık restoranı. Sokaktaki ufak masalara gazete kağıdı benzeri bir şey sererek servis yapıyorlar. Yiyecekleri ise gayet lezizdi (üstteki resimler). Ortaya aldığımız salata, birkaç meze, midyesi, ahtapotu, kalamarı… Hepsi bol bol geldi ve fiyatlar gayet uygundu. İstanbul’da ne kadar salaş olursa olsun en az iki katını öderdik. Ben bilhassa midyesine bayıldım, içinde piştiği domatesli sosla verdiği tat harikaydı.

Orada otururken Filiz, bir spor hastası olarak, şehirdeki maçlara baktı, gidebilir miyiz diye? O akşam da Panathiakos’un EuroLeague’de bir maçı olduğunu gördü ve böylece maçı izleyebileceğimiz bir mekân aramaya başladık. Sora sora, sonunda tekrar Akropolis’in diğer tarafına yürüdük ve Athens Sports Bar’a oturduk. Gerçekten dışarı bakan ekranda maçı veriyorlardı ama izleyen sadece tek masa vardı. Bizimle beraber iki masa olmuş oldu. Diğer müşteriler içeride karaoke yapıyorlardı.

Çarşıdan bir görünüm

Maça olan ilgisizlik Panathiakos ile Olimpiakos arasındaki ezeli rekabete dayanıyormuş aslında. Bizdeki Galatasaray-Fenerbahçe rekabetine biraz da sınıf çatışması eklendiğini düşünün. Çünkü Panathiakos şehrin biraz daha varlıklı yerlileri tarafından kurulan bir kulüpken, Olimpiakos’u şehre sonradan gelen işçiler eskiden banliyö olan deniz kenarındaki Pire’de kuruyor. Bu yüzden tüm derbiler son derece olaylı geçiyormuş, hatta birkaç kez metro vagonları işlemez hâle gelmiş. Yıllar önce okuduğum bir makale, dünyanın en önemli derbisi olarak nitelenen Glasgow Rangers-Celtics arasındaki çatışmanın ana unsurunun da sınıf çatışması olduğu yazıyordu. Futbol, belki başlangıcından beri insanlığın savaşma dürtüsünün modern bir simülasyonu ama 80’lerde neo-liberalizmin yükselişiyle başka bir boyuta evrildiği aşikâr.

Merkezde deniz olmasa da Akropolis’ten görünüyor

Ertesi güne Akropolis Müzesi’yle başladık. Burası Akropolis’ten çıkan kıymetli eserlerin sergilendiği üstü kapalı bir müze. Mimarî açıdan oldukça güzel inşa edilmiş. Camlı dış cephesi, içerisinin ferahlığı, eserleri öne çıkaran tasarımı müzeyi gezmeyi de keyifli hâle getiriyor. Üçüncü katındaki geniş kafesi de dinlenmek için güzel bir seçenek. Atina’da başka bir müzeye gitmesem de (aslında 2016’da sanırım Yunan kültürü ve sanatı hakkındaki Benaki Müzesi’ne de gitmiştim ama aklımda bir iz bırakmamıştı) şehirde görülmeye en değer yer olduğunu söyleyebilirim.

Müzeden çıkınca biraz çarşıda gezindik. Sonra da bir taksiye atlayıp Pire’ye gittik. Öncelikle yalnız değilseniz şehir içi ulaşımda taksi, metrodan daha ucuz tutuyor. Biz de bunu şaşırarak fark ettik. Çünkü metro bileti kişi başı 4-6 € civarında, uzaklığa bağlı olarak. Atina-Pire arası taksi ise 12 € tutuyor. Taksi şoförleri de gayet düzgün, küsuratı almıyorlar. Bilhassa İstanbul’daki taksi teröründen sonra bu hizmete ve ucuzluğa şaşırmamak elde değil.

Pire aslında gayet büyük bir yarımada, bu yüzden yürümeye hevesli değilseniz nereye gideceğinize önceden karar vermenizi öneririm. Biz doğrudan Mikrolimano adında küçük bir koyuna gittik. Burada sahil boyunca kafeler, barlar ve restoranlar var. Yaklaşık 4 saat boyunca Jimmy’s Fish adında şık bir balık restoranında oturduk. Sakin sakin şarabımızı içtik, yemeğimizi yedik, denizi izledik, sohbet ettik. Yediklerimiz gayet lezizdi yine. Ama ahtapotu efsaneydi. Uçuk bir ücret de vermedik, İstanbul’da deniz kenarında en az 2 katını öderdik.

Geceyi de Tapfield adında minnacık ama harika bir bira menüsü olan bir barda tamamladık. Otelimize birkaç dakika mesafedeydi, rock-metal ağırlıklı müzikler çalıyordu. Daha önemlisi envai çeşit bira vardı. Uzun zamandır İstanbul’da da bara gitmediğimden sanırım ekstra hoşuma gitti.

Ertesi gün Damla ile uçağımız erken saatte olduğundan Keramikos semtine doğru biraz yürüdük. Bu semtin sokaklarında grafiti ve murallara rastlayabilirsiniz. Zaten bunun gibi bazı semtlerde sokak kültürü gayet popüler. Biraz daha günümüzün Atinasını merak ediyorsanız turistik merkezden çıkıp buralarda da gezinebilirsiniz. Çok oyalanmadan da metroyla havaalanına döndük.

Atina, bana sorarsanız Paris ya da Viyana kadar görülmesi elzem bir kent değil. Yunanistan sınırları içerisinde de Selanik gibi daha fazla sevdiğim şehirler var. Ama bir haftasonu kaçamağı olarak çok mantıklı bir seçenek. İstanbul’a uçakla bir saat uzaklıkta, iklimi daha ılıman olduğundan kışın da gidilebilir, sadece İstanbul’a göre değil ülkemizin çoğu yerine göre (metro haricinde) her şey daha ucuz.

Ayrıca en önemlisi, insanlar gülüyor ve herkese samimiyetle yaklaşıyor! Türkiye’nin ruhunu ve daha önemlisi yaşama sevincini kaybettiğini oradaki günlük yaşamın içinde daha iyi anlıyorsunuz. Tarihî ve siyasi polemikleri bir kenara bırakırsanız iki ülkenin insanları gerçekten birbirine çok benziyor. İki ülkenin ekonomik durumu da birbirinden çok farklı değil. Ama ülkemizdeki kutuplaşmanın etkisini işte burada görüyorsunuz. İnsanlar sizi anlamasa bile yardımcı olmaya çabalıyor, gülümsüyor, sizi kazıklamaya çalışmıyor. Bir çöp alsanız bile siz turistsiniz diye farklı davranmıyor. Bunu kendi aralarındaki -anlamasanız bile- sohbetten, davranışlarından, mimiklerinden de anlayabiliyorsunuz. Hayatın geçiciliğinin farkındalar, biz ise her şeye çok fazla anlam yüklüyoruz ve böylece çok yoruluyoruz.

Bu sebeplerle iki gece olsun Atina’da olmak, hele ocağın ortasında güneşte yürümek bize çok iyi geldi. İmkânı olanı herkese tavsiye ederim.

Hadrian Kapısı önünde

Fotoğraflar: Damla Kotiloğlu Bötke, Filiz Dümbek, Artun Bötke

Kategoriler:gezi yazısı, hayat, mekan Etiketler:, , ,
  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın