Arşiv

Archive for the ‘tarih’ Category

Kaş ve Meis İzlenimleri

2019’da ilk defa Kaş’a gittiğimizde sakinliğini, denizini ve yemeklerini çok sevmiştik. Zaten son yıllarda Kaş beyaz yakalılar arasında pek popüler, o kadar ki yerliler sıkılmaya başlamış. Lakin ilçenin coğrafi özelliğinden dolayı büyüyecek yeri olmadığından çok da bozulamıyor. Bizim gibi temmuz ve ağustosta gitmezseniz Kaş’ın keyfini biraz daha fazla çıkarabilirsiniz. Duyduğumuza göre bu yüksek sezonda 1 saatlik trafik sıkışıklığı ile çarşıda insan kalabalığından adım atamama durumları gayet normalmiş.

Biz bu sefer eylül başını tercih ettik, çünkü mayıs sonundaki bazı sezon öncesi tadilatlarını bu sefer görmek istemedik. Yine bu sefer daha doğru bir tercihle, Dalaman Havalimanı üzerinden geldik. Havalimanı Kaş arası yine uzak olsa da Antalya’dan gelmek kadar uğraştırıcı değil. Çeşitli özel şirketler Dalaman Havalimanı ile Kaş arası doğrudan servis işletiyor ki Antalya Havalimanı’nda böyle bir seçenek yok. Metro ile 1 saatte otogara, oradan da 4-4.5 saatlik bir köy minibüsü yolculuğuyla Kaş’a varıyorsunuz ki 2.5 saatlik konforlu servis yolculuğuyla kıyaslanamaz bile.

Biz 9 Eylül 2023 Cumartesi sabahı 1.5 saatlik uçak yolculuğu üzerine 2.5 saatlik servis yolculuğuyla Kaş’a vardık. Lakin ilk iki günümüzü Meis’e ayırdığımız için akşamüstüne kadar çarşıda dolandık. 18.00 motoruyla da Meis Adası’na geçtik.

Meis Adası Hakkında

Meis adını artık sadece Türkler kullanıyor. Bu isim antik Yunancadaki ‘megistri’ (büyük) kelimesinin Anadolu Türkçesindeki bozulmuş hâlinden geliyor. Bu küçücük adaya zamanında ‘büyük’ denmesinin nedeni, çevresindeki adaların en büyüğü olması. Tıpkı Büyükada gibi.

Adanın resmi adı Kastellorizo. İtalyanca olmasına rağmen Yunanlılar da böyle kullanıyor. Ortaçağ’da Akdeniz’deki İtalyan kentlerinin ezici hakimiyeti ile iki dünya savaşı arasında adanın İtalya’ya bağlı kalması bu ismin kalıcılığının ana sebebi. Anlamı -tam olarak kanıtlanamasa da- ‘kızıl hisar’ demek ve Rodos Şövalyelerinin adanın kızıl taşlarını görünce (kanıtlanamayan, bu iddia ki taşlarda kırmızı pigment bulunmuyor) veya şövalyelerin kızıl bir kale inşa edince (ki bu da kanıtlanamıyor) adaya bu adı verdikleri düşünülüyor.

Daha fazlasını oku…

Mülteci Sorununa Dair…

08/05/2022 2 yorum

Adına ister mülteci, ister sığınmacı, ister göçmen deyin; doğduğu/büyüdüğü yerden ayrılarak yaşamak için yeni bir yer arayan/bulan insanlar tarihin her ânında var olduğu gibi, gelecekte de var olacaktır. Bu gerçeği kimsenin engellemesi mümkün değil. Vereceğim birkaç örnekle bu imkansızlığı bir nebze olsun anlatmaya çalışacağım.

Eşimle ilk gezimizi Kapadokya’ya yapmıştık ve orada Kaymaklı Yer Altı Mağaraları’nı da ziyaret etmiştik. Tuttuğumuz rehber bize bu mağaralarda kimlerin, nasıl yaşadığını aktarırken, en altta bulunan yedinci katta mültecilerin kaldığını ve görevlerinin üst katlarda yaşayanların tuvaletlerini temizlemek ile ayak işlerini yapmak olduğunu söylemişti.

Kaynak: Antik Yazar

Peki Anadolu’da sadece bu mağaraların sıklıkla kullanıldığı İslamiyet öncesi dönemde mi mülteci akını vardı? Bu sorunun yanıtını tarihle birazcık ilgilenenler bile bilecektir. Truva’nın neden 10 katmandan oluştuğunu*, daha bir sürü antik Anadolu kentinin farklı halkların akınlarıyla işlevsiz hâle geldiğini veya aynı kentte bazen bin yıl ya da daha fazla sene arayla yaşamış medeniyetlerin yapılarının yan yana olduğunu biliyor musunuz?

Daha fazlasını oku…

Ülkemizde Teknolojiye Bakışa Dair

‘Teknoloji’ denilince insanın aklına genelde mekanik veya elektronik makineler geliyor. Fakat aslında teknoloji, insanın hayatı kolaylaştırmak adına yaptığı eylemlerin ve bunlara ait bilgilerin tümü. Dolayısıyla teknoloji tarihi, insanın da değil, atası olan bir primatın bir kemiği veya taşı alet olarak kullanmayı akıl etmesiyle başlıyor. Önceki bir yazımda da belirttiğim gibi araç yapabilen (yani teknolojisi olan) tek canlı türü insan değil lakin aynı zamanda düşünen, dil ve yazı gibi semboller kullanabilen ve de sosyalleşebilen tek tür olduğu için insanlık bugünlere gelebilmiştir.

Stanley Kubrick, ünlü başyapıtının başındaki o ikonik sahnede insanlığın teknoloji tarihini tek ‘kesme’de özetler

Tarihin başlarındaki bu anonimlik ne zaman millet/şirket/kişi tekeline girdiği ayrıca tartışılmalı ama ülkemizde hemşehrilik kavramı ilginç şekilde bu konuda da ana faktör. Orta Asya’daki atalarımızın geliştirdiği askeri teknikleri hâlâ gururla anlatıyoruz veya İslamî bir bilginin yazdığı ve Orta Çağ’da batıda da kullanılan bilim kitabını zikretmekten çok hoşlanıyoruz. Başka bir halkın yaptığı herhangi bir teknolojik gelişmeyi ise önce küçümsüyoruz, sonra da şüpheyle yaklaşıyoruz. Fakat bu gelişme (cep telefonu örneğinde olduğu gibi) işimize gelirse konfor duygusu, şüpheciliğe ağır basıyor ve koşulsuz şartsız kabulleniyoruz.

Yakın zamanda okuduğum için ve şaşılası biçimde günümüze benzettiğim için 1680-1699 arası gerçekleşen Osmanlı’nın Avrupa’daki savaşlarını örnek vereceğim. 17. asır, Osmanlı ile Avrupalı devletler arasındaki teknolojik makasın ilk açılmaya başladığı dönem.

Daha fazlasını oku…
Kategoriler:Mühendislik, tarih Etiketler:,

İnsanın Makineleşmesine Dair

Son zamanlarda aşı karşıtlarının en çok kullandığı argümanlardan biri, aşılanan insanın beyninde çip oluşacağı teorisi. Bu, aslında çok daha büyük bir korkunun ya da endişenin özelleşmiş bir hâli. İnsanlık, endüstri devriminin başından beri makineleşmekten korkuyor. Önceleri birkaç düşünür veya sanatçının kafa yorduğu bu konu, artık sokaktaki insanın da günlük muhabbeti arasına girdi.

Tektipleşmeye, duygusuzlaşmaya veya küreselleşmeye itiraz etmeyen, etmeyi bile düşünmeyen bir insanın; bir çip ya da kablo takılarak makineleşeceğini veya robotların işini elinden aldığında aç kalacağını düşünmesi bana ironik geliyor. Neden olduğunu açıklamaya çalışacağım.

Bir makinenin/robotun bir insana göre en önemli avantajı; yorulmadan, hastalanmadan, dinlenmeye ihtiyaç duymadan ve duygularını yaptığı işe asla karıştırmadan çalışabilmesidir. Ayrıca bir makine/robot bozulduğunda veya ömrünü tükettiğinde işini kısa vadeli olarak aksatması dışında hiçbir sorun oluşturmaz. Kolayca gözden çıkarılır, kimsenin onunla duygusal bir bağı olmadığından hatırlanmaz, yaptığı işe ekstra bir vasıf katmadığından kolayca yeri doldurulabilir.

Chaplin’in bu ölümsüz başyapıtı, insanın modern dünyadaki konumunu sorgulayan ilk filmlerdendir.

Yukarıdaki paragraftaki makine yerine insanı koyduğunuzda kavramların çok da sırıtmadığını fark etmişsinizdir. Etmediyseniz bir daha okumanızı öneririm. Bu durum, aslında Marx’ın ta 19. yüzyılda yazdığı, Charlie Chaplin’in de Modern Times‘ta (1936) görselleştirdiği ‘insanın (fiziksel olarak) doğaya, çevresine ve hatta kendisine yabancılaşması’nın gelebileceği en son durumdur. İnsan, yaşamdan o kadar soyutlanacak, yaptığı işle o derece özdeşleşecek ama aynı zamanda o işin önüne geçmeyecektir ki onun varlığı bile sorgulanabilecektir.

Daha fazlasını oku…

Salgın Günlükleri – 5

Sadece son üç hafta içerisinde aşağıdaki olaylar yaşandı:

Kaynak: bbc.com
  • Doğduğum şehir olan, akraba ve arkadaşlarımın hatırı sayılı bir kısmının yaşadığı İzmir’de 5.6 ila 7.0 arası bir deprem oldu. Bir sürü insan öldü, daha çoğu fiziksel yaralandı, çok daha fazlası ise psikolojik travma yaşandı. Ayrıca bir sürü apartman yıkıldı, çok daha fazlası oturulamaz hâle geldi.
  • Pandeminin etkisi daha da hissedilmeye başladı. Sağlık çalışanlarının izinleri ve istifa hakları süresiz kaldırıldı. Hastalığa yakalanmalar ve hatta ölümler daha da fazlalaşmaya başlarken, çoğu kişi ilk defa yakınlarından kötü haberler aldı. Bazı yeni kısıtlamalar gelirken, bazıları da sıkılaştırıldı.
  • Demokrasinin beşiği denilen ABD’de seçim oldu. Joe Biden beş günlük oy sayımının ardından başkanlığını ilan etti. Böylece ilk defa kadın ve Hint asıllı bir ABD vatandaşı başkan yardımcısı seçildi. Trump yenildiğini kabul etmedi, itirazlarını devam ettiriyor. Tüm bu süreç de 21. yüzyılda demokrasinin nereye gittiği konusunda, bilhassa politik felsefe ve buna etki edenler üzerine düşünenleri daha da telaşlandırdı.
  • Türkiye ekonomisinin kötü gidişine kayıtsız kalamayan Cumhurbaşkanı, TC Merkez Bankası Başkanı’nı normal süresinin yarısı dolmadan değiştirdi. Hemen ardından Cumhurbaşkanı’nın damadı olan Hazine ve Maliye Bakanı, bir sosyal medya platformu üzerinden istifa etti. Bu istifayı hiçbir ana akım medya haber yapamadı.
  • Cumhurbaşkanı’nın ekonomiyi düzeltmek için bağımsız adalet sistemi gibi yapısal reformlar yapılacağı duyurusunun haftasında, bir genci öldürürken fotoğrafı olan bir polis aynı cinayetten delil yetersizliği sebebiyle beraat etti. Aynı zamanda fotoğrafı çeken muhabirin 20 yıl hapis istemiyle yargılandığı öğrenildi.
  • Tüm bu ciddi konular sorgulanmadan, tartışılmadan, üzerine kafa yorulmadan kenarda dururken; yurdum insanı Berkun Oya’nın Netflix’te yayınlanan yeni mini-dizisi Bir Başkadır yüzünden birbirine girdi. Sevenlerle sevmeyenler arasında hakaret boyutuna varan sürtüşmeler oldu.

Tüm bu maddelere beraber baktığımda -bazılarının olduğu gibi- benim de aklıma şu soru geliyor: “Pandemi mi her şeyi bu kadar zıvanadan çıkardı?” Öyle ya, çoğu kişi için pandemiye suç atmak en basit çözüm nicedir.

Lakin oturup azıcık düşününce bile yukarıdaki hiçbir maddenin sorumlusunun -dolaylı olarak bile- pandemi olmadığı çok aşikâr. Hatta yakın zamanda artan vaka sayılarının da sorumlusu insanlığın umursamazlığı, gamsızlığı, bencilliği.

Pandemi nice şey için sadece bir katalizör görevi gördü. Bunun iki görünür örneği var:

Daha fazlasını oku…
Kategoriler:fikir, politika, tarih

Salgın Günlüğü – 3

Bu yazıda iki kişisel gelişmeden kısaca bahsettikten sonra ünlü Demirkırat (1991) belgeseli üzerine birkaç düşüncemi yazacağım.

Geçen yazıda söz ettiğim üzere 26 Nisan itibariyle vardiyalı olarak ofis hayatına döndüm. Pandemi sırasında toplu hayata intikal etmek ilginç. Başta kişinin kendisi de karşısındaki de huzursuz oluyor. Sanki her konuştuğu kişi COVID-19 hastası, her tamas ettiği yüzeyde mikrop var gibi geliyor insana. Hareketlerinizi ona göre atıyorsunuz. Zaman içinde yeni rutinler geliştirmeye başlıyorsunuz.

Kişisel rutinlerim şöyle: Kapıdan çıkmadan önce maskemi takıyorum ve ofise girene kadar etrafla en az şekilde temas etmeye çabalıyorum. Şirkette masama oturduğumda (normalde Skype görüşmelerinde kullandığım) kulaklığımı takarak maskenin iplerini kulaklığa aktarıyorum. Böylece kulak arkasının yara olma durumunun önüne geçebildim. Bu durumda yemek hariç her yere kulaklıkla (kablosu boynuma dolanmış şekilde) gitmek zorunda kalsam da konforumu sağlayabildim.

Yemeğimi mutlaka evden götürüyorum. Öğlen mikro dalgada ısıtıp kapalı kantinin boş masalarında tek başıma yiyorum. Maskemi su ve kahve içmek arada indirsem de hep ağzımı ve burnumu kapatacak şekilde tutmaya özen gösteriyorum.

Eve giriş ise apayrı bir ritüel. Etrafa pek temas etmeden elimi yıkıyorum, telefonumu ıslak mendille temizliyorum ve hemen ardından duşa giriyorum. Normalden farklı olarak da gözlüğümü ve kulak arkaları dahil tüm yüzümü uzun süre sabunluyorum. 15 yılı aşkın süredir dışarı çıktığı her gece yatmadan önce -ne kadar yorgun olsam da- yıkanma rutinim böylece kökünden değişti. Daha fazlasını oku…

İnsanlığa Dair Birkaç Düşünce veya 2010’lara Siyasi Bir Bakış – 1

23/01/2020 4 yorum

Bir önceki yazımı tekrar okurken birkaç yerde kendimi sorguladığımdan bahsettiğimi gördüm. Sorgulama huyum tabii sadece kendime değil, dünyaya da. Dünyayı, hayatı, olayları anlamak için de; çocukluğumdan beri -sinemadan sonra en fazla- ilgilendiğim tarihe başvurmayı tercih ediyorum. Çünkü insanlık, tarih boyunca gelişmiş ve evrilmiş. Bugün bizim yaşadığımız büyük-küçük sorunların neredeyse hepsiyle, tarih içinde bir yerlerde ve bir zamanda karşılaşılmış, üzerinde düşünülmüş ve çoğu zaman da çözülmüş. Maalesef bunların çoğunu (aktarılmadığından) bilemiyoruz, bildiklerimiz de oldukça taraflı ve çarpıtılmış. Lakin bildiklerimizin içinde bulabildiğimiz gerçeklerle bile hayatı daha iyi anlayabilmemiz mümkün.

2010’lar tarih tutkumun alevlendiği yıllar oldu çünkü gerek kişisel gerekse siyasi olayları anlamaya daha çok gereksinim duydum. NTV Tarih dergisinden dönüşen #tarih’i düzenli almaya başladım önce. Sonra da birkaç başucu tarih kitabına niyetlendim. Halil İnalcık’ın Devlet-i Aliyye serisini (İş Bankası Yayınları) tamamen aldım ama ikinci ciltte takıldım. Okuduğum kadarıyla söylemeliyim ki okulda bize anlatılan Osmanlı’ya kurgu bile denilebilir. İşte bunu anlamaya başlayınca tarih yazımı ve bu yalanların nedenleri üzerine de düşünmeye başladım. İşin sonu genelde aynı yere varıyor: Güce duyulan yoğun arzu! Bunun da arkasındaki nedeni ise yeni keşfettim.

Yaklaşık bir yıldır aralıklarla da olsa düzenli şekilde Alâeddin Şenel’in Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi‘ni (4. Baskı, 2018, İmge Kitabevi) okuyorum. Bu hacimli kitap Büyük Patlama’dan içinde bulunduğumuz Yakın Çağ’a kadar insan türünün tarihini aktarmaya çalışıyor. Kitapta en fazla etkilendiğim husus, ‘artı değer’ olgusunun neolitik devirden itibaren dünya tarihini nasıl değiştirdiği. Hâlâ daha da değiştirmeye devam ediyor. Çünkü tüm finans sistemi bu basit olgu üzerine kurulmuş. Zaman ve mekân değişse de en sıradan insan türü canlısının ‘artı değer’e duyduğu arzu hiç dinmeyecek. Sebebi ise çok basit ve hayati: Yaşamak için!

Aynı kitapta Şenel “İnsan, düşünen, araç yapan, simge kullanan bir toplumsal hayvandır.” (s. 11)  tanımını öne sürüyor ve insan türünü diğer türlerden ayıranın bu dört özelliğin birleşimi olduğunu örnekleriyle belirtiyor. İnsan türü, bu özellikleri beraber kullanarak zaman içinde diğer canlılardan farklılaşmıştır (evrimleşmiştir). Tür için ilk ciddi kırılım ise ‘artı değer’in sürekli hâle gelmesiyle yaşanmıştır. Daha fazlasını oku…

Kategoriler:fikir, politika, tarih

İç Anadolu’da Bir Hafta – Bölüm I: Kayseri

21/03/2017 1 yorum

Bazen alıp başını gitmek lazım. Uzaklara… Daha önce gitmediğin diyarlara…

Günümüzde modern insanın gerçekte dert filan sayılamayacak asıl sorunu, gündelik ıvır zıvırlarının çokluğu. Lakin bunlar küçük ve oldukça saçma olsalar da o kadar fazlalar ki kişinin hayat enerjisini tüketiyor. Sanırım yaşamı kolaylaştıkça bu tarz saçma şeyler yüzünden onu daha da zorlaştıran modern insanın laneti bu.

Bir beyaz yakalı olarak maalesef ben de bu lanete sahibim. Bilhassa cumaları zombi gibi eve geliyorum ve bir an evvel yatmak istiyorum. Yaşanacak, tadacak, deneyimlenecek o kadar çok şey varken hele. Bu duruma düştüğüm için kendime fena halde acıyorum.

Tatiller bu rutinden çıkmak, bir rahat nefes almak ve silkinmek için çok önemli bu yüzden. Birey için de, özel hayatı için de, iş yaşamı için de… Kafasını dinlemiş ve rahatlamış bir çalışanın işine daha çok odaklanabildiği gerçeğine kimsenin itirazı yok, değil mi?

O zaman başlıyoruz bu seferki gezimize…

20 Şubat 2017 Pazartesi sabah 7.00 uçağıyla başladı gezimiz. Yanımda kız arkadaşım Damla, uçtuk İç Anadolu’nun ticaretiyle ünlü şehri Kayseri’ye. Normal saatinden önce iniş takımları yere değdi ve Anadolu’nun başka bir kopya havaalanına varmış olduk. Kendine has hiçbir özelliği olmayan bu soğuk ve standart havaalanlarını tasarlayanlar bu kadar düz insanlar mı, yoksa onlara bu tekdüzelik dayatılıyor mu merak ediyorum.

Kahvaltımız

Havaalanından arabamızı kiralayarak iniyoruz merkeze. İlk izlenimimiz gayet geniş caddeler, uzun uzun ama dip dibe olmayan apartmanlar. İlk durağımız ise Lokman Gurme. Burada gayet güzel, bol çeşitli ve lezzetli bir kahvaltı yapıyoruz. Tıka basa doyuyoruz lakin masadakileri bitirmeye ne hacet!

Kahvaltıdan sonra şehrin daha da merkezine iniyoruz. Arabamızı bir caddeye park ettikten sonra sırt çantalarımızı arkaya atarak başlıyoruz sokakları aşındırmaya başlıyoruz. Hava hafif ısırıyor lakin öyle çok soğuk yok. Kenarlardaki karlar geçen haftanın sert olduğunu işaret ederken tepedeki güneş sorun olmadığını kulağımıza fısıldıyor.

Kayseri sokakları

Tarihi Kayseri Lisesi Daha fazlasını oku…

İskandinavya Macerası – IV: Oslo

02/03/2016 1 yorum

(Önceki yazı için tıklayın)

4 Eylül 2015 Cuma gecesi saat yarımı geçerken Oslo Merkez Garı’ndan şehre adımımızı attık. Tatilimizin son durağına tam iki gün bırakmıştık. Norveç’in başkenti olmasının yanında, en büyük şehri de olan Oslo; ilk başta gayet dağınık planlaması, ilginç tasarımlara sahip binaları ve denizle yeşilin uyumlu birlikteliği ile dikkat çekiyor. Aslında tipik bir Avrupa kenti de denilebilir. Sadece İskandinavya’da yer almasından ötürü soğukluğun getirdiği bir düzene ve zamanının öncüsü mimari düzeniyle fark yaratıyor. Mesela birkaç ay önce okuduğum bir habere göre, 2018’den itibaren şehir içinde sadece elektrikli araçlar kullanabilecekmiş. Zaten İskandinav ülkeleri, elektrikli araç kullanımı konusunda dünyada ilk sıralarda yer alıyorlar. Geçen yıl Maastricht’te katıldığım Euronoise’2015 kongresinde, İsveç şehirlerinde elektrik araç kullanımının %40’lara dayandığından ve bunun hakkında yeni uygulamalar çıkarılması gerekliğinden bahsedilmişti. Nitekim çok dağlık yapısına rağmen Bergen’de de fark edilir derecede çok eletrikli araç vardı. Oslo’da da bu durum direkt fark ediliyor.

20150905_160435Oslo’da parçalı bulutlu hava

Oldukça geniş gardan çıktığımızda karşımızda boylu boyunca, şehrin merkez caddesi olan Karl Johans Gate (‘gate’ tabii ki cadde demek) uzanıyordu. Çoğu trafiğe kapalı olan bu caddenin bir ucunda gar, diğer ucunda ise Norveç Kralı’nın sarayı bulunuyor. Otelimiz diğer uca daha yakın olduğundan caddeyi tamamen yürüdük. Günün tüm yorgunluğu her yerimizde hissedilirken çevreye dikkatli bakamadık. Lakin cuma gecesi olması sebebiyle gayet canlı bir ortam vardı. Barlardan yükselen müzik sesleri, kadınlı-erkekli grupların seslli konuşmaları, alkölün etkisiyle giderek artan kahkahalar, yolcu avındaki taksiler, devriye gezen polisler…

Gayet merkezi bir yere konumlanmış otelimizi, Smarthotel Oslo, bulmakta hiç sıkıntı yaşamadık. Hızlıca check-in yaptıktan sonra, 8. kattaki odamıza çıktık. Odamıza girdiğimizde otele neden ‘akıllı’ dendiğini de anlamış olduk. Çünkü hayatımda iki kişilik bir otel odasının hiç bu kadar küçük olabileceğini ama bu kadar da zeki biçimde tasarlanabileceğini düşünmemiştim. İç mimar, gerçekten yer kazanma-kullanım alanı dengesi konusunda ulaşılması güç bir başarıya imza atmış. Odada iki kişinin yan yana ayakta durması bile gayet güçtü. Hele duvardan çıkan mini masayı açınca iyice imkânsızlaşıyordu. Yatağın sadece bir kenarı boştu, neyse ki iki gün de çok yorgun olduğumuzdan çok sıkıntı çekmedik. Lakin oda başı gecelik fiyatının 1295 NOK olması ve merkezi konumu yine de oteli mantıklı bir seçim yapıyor. Önceki üç yazıda da belirttiğim üzere İskandinavya el yakıyor, hem de cayır cayır.

20150905_154806Oslo sokaklarından bir tasarım

Ertesi sabaha yağmur ve soğukla başladık. Maalesef yapacak pek bir şey yoktu, zaman kaybetmeden gezmemiz gerekiyordu. Önce kahvaltı yapmak için bir yer bulduk yakınlarda. Bizdeki Komşufırın kıvamında olan Stockflash’a girdik. Kahveyle beraber bir sandviç ve turtayla karnımı doyurdum (123 NOK). Ardından şehrin ünlü müzelerinden Munch Museum’a gitmeye karar verdik. Yağmur ve şehrin dağınık yapısı bizi gayet zorladı. Sağanak altında 30 dakika yürüdükten sonra müze önünde gayet uzun bir kuyrukla karşılaşmak, moralimizi bozdu. Neyse ki yağmur biraz olsun hafiflemişti ve müzedeki serginin konusu ilgi çekiciydi.

Yaklaşık 1.5 saatlik bekleyişin (bunun çoğu soğuk altındaydı) ardından içeri girebildik. Bu kadar ilginin sebebi Van Gogh-Munch karşılaştırmalı sergisinin sondan ikinci günü olmasıydı. İkisi de ülkelerinin nadir yetiştirdiği sanatçılardan sayılan bu iki dehanın resimlerini yan yana görebilmek gerçekten çok farklı ve eğitici bir deneyimdi. Sergi, ressamların benzer ve birbirini (tabii daha çok Van Gogh’un Munch’u) etkilediği düşünülen temalar üzerinden oluşturulmuştu. Yaklaşık 1.5 saat içinde tamamladığımız sergide Munch’un Çığlık tablosu gibi ünlü eserleri de görme şansı bulduk. Daha fazlasını oku…

Otantik Bir Kaçış: Mardin – 2

23/04/2015 3 yorum

(Önceki yazı için tıklayın)

Pazar sabahı 7’de kalktığımızda, uykumuz olmasına rağmen gayet dinçtik. Önceki günün yorgunluğundan ve gece içilen o kadar şaraptan eser yoktu. Mardin’in havasından mıdır, suyundan mıdır yoksa şarabından mıdır bilemeyeceğim. Otelde fena olmayan bir açık büfe kahvaltı yaptıktan sonra otelin önünden minibüsümüze binip yola koyulduk.

İlk hedefimiz Hasankeyf’ti. Haritadan daha önce bakmadığımdan yol bana çok uzun geldi. İyi de oldu, biraz yolun keyfini çıkardım. Ağacı zor gördüğünüz uçsuz bucaksız düzlükler, tepelerden geçtik. Yol kenarında yürürken gördüğümüz silahlı bir koruma hariç garip bir görüntüyle de karşılaşmadık. İnsan bu topraklarda yol alırken binlerce yıldır kimlerin neler yaşayıp buraları aşındırdığını merak ediyor. İşte böyle senaryolar beynimde küçük fırtınalar oluşturken, bir yandan da Ceylan Ertem’in (o tarihte daha bir haftalıktı) yeni albümünün enfes tınıları bu fırtınalara arka ses (background) oluştururken Güneydoğu’nun bu ünlü ilçesine vardık.

hasankeyfHasankeyf’ten bir kare

hasankeyf-3Başka bir kare

Servisten inerken şoförümüz bize yerlilerden bir rehber ayarladı. Zaten bu rehberler meydanda gelecek turistleri bekliyor, her an gelebilecek turistlerin üzerine atlamaya hazır olarak. Bu rehberle çarşı içinden geçerek kanyona ve mağaralara yöneldik. Hasankeyf adı, çoğumuz için tanıdık bir isim. Sular altında kalacak olmasıyla yaklaşık 15 yıldır gündemde olan ilçe, hâlâ bu tehlikeyle karşı karşıya. Devlet de ne yapacağına karar verememiş anlaşılan. Çünkü olası barajın yapılmasıyla su altında kalacak tarihi bir köprüyü restore etmeye başlamış. Ülkemize ait çelişkiler demetinden küçücük bir örnek. Daha fazlasını oku…