İskandinavya Macerası – IV: Oslo
4 Eylül 2015 Cuma gecesi saat yarımı geçerken Oslo Merkez Garı’ndan şehre adımımızı attık. Tatilimizin son durağına tam iki gün bırakmıştık. Norveç’in başkenti olmasının yanında, en büyük şehri de olan Oslo; ilk başta gayet dağınık planlaması, ilginç tasarımlara sahip binaları ve denizle yeşilin uyumlu birlikteliği ile dikkat çekiyor. Aslında tipik bir Avrupa kenti de denilebilir. Sadece İskandinavya’da yer almasından ötürü soğukluğun getirdiği bir düzene ve zamanının öncüsü mimari düzeniyle fark yaratıyor. Mesela birkaç ay önce okuduğum bir habere göre, 2018’den itibaren şehir içinde sadece elektrikli araçlar kullanabilecekmiş. Zaten İskandinav ülkeleri, elektrikli araç kullanımı konusunda dünyada ilk sıralarda yer alıyorlar. Geçen yıl Maastricht’te katıldığım Euronoise’2015 kongresinde, İsveç şehirlerinde elektrik araç kullanımının %40’lara dayandığından ve bunun hakkında yeni uygulamalar çıkarılması gerekliğinden bahsedilmişti. Nitekim çok dağlık yapısına rağmen Bergen’de de fark edilir derecede çok eletrikli araç vardı. Oslo’da da bu durum direkt fark ediliyor.
Oldukça geniş gardan çıktığımızda karşımızda boylu boyunca, şehrin merkez caddesi olan Karl Johans Gate (‘gate’ tabii ki cadde demek) uzanıyordu. Çoğu trafiğe kapalı olan bu caddenin bir ucunda gar, diğer ucunda ise Norveç Kralı’nın sarayı bulunuyor. Otelimiz diğer uca daha yakın olduğundan caddeyi tamamen yürüdük. Günün tüm yorgunluğu her yerimizde hissedilirken çevreye dikkatli bakamadık. Lakin cuma gecesi olması sebebiyle gayet canlı bir ortam vardı. Barlardan yükselen müzik sesleri, kadınlı-erkekli grupların seslli konuşmaları, alkölün etkisiyle giderek artan kahkahalar, yolcu avındaki taksiler, devriye gezen polisler…
Gayet merkezi bir yere konumlanmış otelimizi, Smarthotel Oslo, bulmakta hiç sıkıntı yaşamadık. Hızlıca check-in yaptıktan sonra, 8. kattaki odamıza çıktık. Odamıza girdiğimizde otele neden ‘akıllı’ dendiğini de anlamış olduk. Çünkü hayatımda iki kişilik bir otel odasının hiç bu kadar küçük olabileceğini ama bu kadar da zeki biçimde tasarlanabileceğini düşünmemiştim. İç mimar, gerçekten yer kazanma-kullanım alanı dengesi konusunda ulaşılması güç bir başarıya imza atmış. Odada iki kişinin yan yana ayakta durması bile gayet güçtü. Hele duvardan çıkan mini masayı açınca iyice imkânsızlaşıyordu. Yatağın sadece bir kenarı boştu, neyse ki iki gün de çok yorgun olduğumuzdan çok sıkıntı çekmedik. Lakin oda başı gecelik fiyatının 1295 NOK olması ve merkezi konumu yine de oteli mantıklı bir seçim yapıyor. Önceki üç yazıda da belirttiğim üzere İskandinavya el yakıyor, hem de cayır cayır.
Oslo sokaklarından bir tasarım
Ertesi sabaha yağmur ve soğukla başladık. Maalesef yapacak pek bir şey yoktu, zaman kaybetmeden gezmemiz gerekiyordu. Önce kahvaltı yapmak için bir yer bulduk yakınlarda. Bizdeki Komşufırın kıvamında olan Stockflash’a girdik. Kahveyle beraber bir sandviç ve turtayla karnımı doyurdum (123 NOK). Ardından şehrin ünlü müzelerinden Munch Museum’a gitmeye karar verdik. Yağmur ve şehrin dağınık yapısı bizi gayet zorladı. Sağanak altında 30 dakika yürüdükten sonra müze önünde gayet uzun bir kuyrukla karşılaşmak, moralimizi bozdu. Neyse ki yağmur biraz olsun hafiflemişti ve müzedeki serginin konusu ilgi çekiciydi.
Yaklaşık 1.5 saatlik bekleyişin (bunun çoğu soğuk altındaydı) ardından içeri girebildik. Bu kadar ilginin sebebi Van Gogh-Munch karşılaştırmalı sergisinin sondan ikinci günü olmasıydı. İkisi de ülkelerinin nadir yetiştirdiği sanatçılardan sayılan bu iki dehanın resimlerini yan yana görebilmek gerçekten çok farklı ve eğitici bir deneyimdi. Sergi, ressamların benzer ve birbirini (tabii daha çok Van Gogh’un Munch’u) etkilediği düşünülen temalar üzerinden oluşturulmuştu. Yaklaşık 1.5 saat içinde tamamladığımız sergide Munch’un Çığlık tablosu gibi ünlü eserleri de görme şansı bulduk.
Opera Binası’nın tepesinden manzara
Bu önemli sanatsal deneyimin ardından dışarı çıktığımızda yağmur tamamen dinmişti. Bunu fırsat bilerek haritadan rastgele bir rota çizdik. Önce şehrin eski kısmına uğradık ama burada görülecek hiçbir şey yoktu. Biz de hemen yakınındaki Opera Binası’na yürüdük. Burası, Oslo’da mutlaka görülmesi gereken birkaç yerden biri. Amaç tabii ki opera izlemek değil, binanın mimari güzelliğinin keyfini çıkarmak.
Binanın esas farklılığı üzerinde yürüyebilmeniz. Açılı geometrik yapısı sayesinde en yukarıya kadar tırmanabiliyorsunuz ve bu, hiç zor değil. Çıktıkça Oslo’nun manzarasını çeşitli yüksekliklerden izleme fırsatı yakalıyorsunuz. Fotoğraf çekmek için harika bir yer. Açıldığı yıl olan 2008’de Dünya Mimarlık Ödülü’nün sahibi olan yapı, (yine çok görmek istediğim) Sidney Opera Binası’nın Avrupa’daki karşılığı olarak görülüyor.
Onur’un sanatsal fotoğraf denemeleri
Artık acıktığımıza kâni olduğumuzdan Mamma Pizza’ya yönleniyoruz. Webde okuduğumuz yorumlar son derece haklı çıkıyor. Gerçekten çok ince, bol malzemeli, leziz ve Norveç standartlarında gayet uygun fiyatta (198 NOK) pizza yiyebiliyorsunuz.
Saat 6 olmasına rağmen, bu sefer sahile giderek kaleye yönleniyoruz. Şaşkınlığıma karşın kapıları açık buluyoruz. İçerilere giremesek de (ki gerçekten büyük bir kale, yarım günü alabilir gezmek) burç dışlarında gezinmek bile yeterli geliyor. Akşam vakti yavaştan yaklaşırken, artık iyice eğik gelmeye başlayan Güneş ışınları bulutlu havayla birleşince enfes kompozisyonlar çıkıyor. Benim gibi fotoğraf çekmeyi pek sevmeyen ve anlamayan biri bile, bu yazıda gördüğünüz şaşılası kareleri çekebiliyor.
Manzara fotoğrafı çekebilmek (Onur)
Saatler iyice ilerlemesine rağmen alacakaranlıkta Oslo sokaklarını arşınlamaya devam ettik. Sonunda da içinde çeşitli tilt makineleri bulunan Tilt Bar’a oturduk. Burada birer bira yuvarladıktan sonra şehrin daha az turistik ama daha canlı semti (Kadıköy misali) semti Grünnerlokke’ye yürüdük. Burada çeşit çeşit, irili ufaklı lokanta ve barlar mevcut. Şehirde yaşayanların Karl Johans’tansa burayı tercih etmeleri daha anlaşılır. Daha samimi ve tenha atmosferi insana cazip geliyor. Burada da Grünnerlokke Bryyge’ye oturup birer bira daha yuvarlıyoruz. Bar da adı gibi semtine çekmiş, gürültülü olsa da samimi bir ortamı var.
Çıkışta dikkatimizi her mekânın kapısındaki bodyguardlar çekiyor. En küçük barın kapısında iri yarı bir adam görmek garip gelse de bir süre sonra bunun bir zorunluluktan ibaret olduğunu anlıyoruz. Norveçliler nedense yaş mevzuna fena derecede dikkat ediyorlar. Her mekânın hınca hınç olmasıyla bu zorunluluğun ne kadar paralleliği var, orası da merak konusu. Lakin otele yürürken önünden geçtiğimiz Hard Rock Cafe’nin önündeki kayde değer kuyruk oldukça şaşırtıcı geldi bize.
Seyahatimizin son günü olan pazara Fuglen adında, gittiğim en klas kahvecilerden birinde başladık. Zaten şehrin en popüler mekânlarından biri. Kahvenizi çok şık bir şekilde retro döşenmiş iki büyük odada yudumlarken arkaplanda çok hafif caz çalıyor. Burası pek sohbetlik bir yer değil, daha çok kahvenizle beraber günün gazetesini veya kitabınızı okuyabileceğiniz bir mekân. İstanbul’da da buna yakın kahveciler artık olsa da Norveç’e has coolluğunun uyumlu dekorla birleşimi, farklı bir etki yaratıyor. Oslo’ya yolunuz düşerse mutlaka uğranacak yerlerden. Kahvesi de gayet güzel ki ofise de bir paket aldım ve bizim odadakiler pek beğendi.
Yukarıda bahsettiğim üzere Oslo’da gezilecek yerler oldukça dağınık. Kopenhag’ta her yere yürüyerek gidebilmiştik ama Oslo’da imkânsız. Mesela bir müzeler bölgesi var ki şehrin tam diğer ucunda. İşte bu bölgeye gitmek için liman bölgesinden tekneye bindik. Bahaneyle 20 dakika olsa da şehri denizden seyretme imkânına ulaşıyorsunuz. Gittiğimiz yerde yürüme mesafesinde dört müze bulunuyor ki zaman ve yeterli paranız olursa teker teker bunları gezmek keyifli olur. Eğer böyle bir niyetiniz varsa tüm toplu taşımalarda ve müzelerde geçerli Oslo Pass’ı almanızı öneririm.
Biz önce Kon-Tiki Müzesi’ne girdik. Ben çok istiyordum görmeyi, Onur da gayet beğendi. Ben bu fenomen olaydan 2013’te En İyi Yabancı Film dalında Oscar’a aday olan Kon-Tiki (2012) ile haberdar olmuştum. Thor Heyerdahl adında Norveçli bir maceraperest, Fransız Polinezyası’ndaki izlenimleri sırasında yerlilerin Güney Amerika kültürüyle yakınlığını fark eder ve bu halkın Güney Amerika’dan geldiği iddiasında bulunur. Ama bu fikri çok saçma bulunur, çünkü adalar topluluğu Asya’ya yakındır ve Amerika’dan teknolojik aletler olmadan Büyük Okyanus’u geçebilmek imkânsıza yakındır. Ama Thor fikrinde ısrarlıdır. Norveç’ten bir grup toplar ve hep beraber Peru’da Kon-Tiki adında tamamen eski yöntemlerle yapılmış bir sal inşa ederler. 1947’de tam 101 günde, hiçbir yardım almadan Peru’dan Polinezya’ya ulaşırlar. Dünya bu yolculuğu ayakta alkışlar. Thor’un seyahati anlattığı kitabı 70 dile çevrilir, çektiği belgesel 1951’de En İyi Belgesel dalında Oscar alır. Bu arada bahaneyle ilk defa bir Oscar heykelciğini canlı görmüş oldum 🙂
1951 – En İyi Belgesel Oscar’ı
Müzenin ilk kısmı gerçek Kon-Tiki’yi sergiliyor. Çevresinde ise bu zorlu yolculuğun tüm detaylarına vakıf oluyorsunuz. Yanlış hatırlamıyorsam her gün 12’de Oscarlı belgeseli de gösteriyorlar. Biz ne yazık ki kaçırdık. Tarih ve coğrafyaya ilgisi olanların olayı araştırmalarını ve bu müzeyi ziyaret etmelerini hararetle öneririm.
Müzenin diğer kısmı da Thor Heyerdahl’ın hayatı üzerine bilgiler içeriyor. Heyerdahl doğal olarak Kon-Tiki’nin bu başarısını olumlu yönde kullanmış. Paskalya Adası’nda uzun süre araştırma yapmış. Ardından da Eski Mısırlıların teknolojisiyle, tamamen papirüs odunundan Ra adında bir tekne yaparak 1969’da bu sefer Atlas Okyanusu’nu geçmeye çalışıp başaramamış. Aynı yöntemle inşa ettiği Ra II ile 1970’te Fas’tan Barbados’a ulaşmayı başarmış. Ra II de müzede sergileniyor. Tegris adında başka bir bot yaparak da Mezopotamya ile Hint Kültürü arasındaki ilişkiye dikkat çekmek istemiştir. (Şahsen ben bu teoriyi lisede okumuştum ve doğru olduğuna, hatta Hintlere de kadim bilgilerin Mu’dan geldiğine inanıyorum.) Heyerdarl, garip ama dikkate değer bir şekilde, Afrika ve Orta Doğu’daki bitmeyen savaşlara dikkat çekmek için Tegris’i yakmıştır! Heyerdahyl ayrıca petrol tankerlerinin deniz kirlenmesine etkisine dikkat çeken, dünya gündemine alınmasına çabalayan ve bu konuda kanunların çıkarılmasını sağlayan ilk kişidir.
Bu eşsiz genel kültür yüklemesinden sonra, 15 dakika tamamen yeşillikler içindeki tek katlı evlerin arasında yürüyerek Viking Gemisi Müzesi’ne vardık. Burada Norveç’te toprak altından veya denizden çıkarılmış dört Viking gemisi ve içinde bulunanlar sergileniyor. Bence ziyaret etmeye değer bir yer. Buranın güzel bahçesinde birer tostla açlığımızı yatıştırarak Oslo turumuza devam ediyoruz.
Frogner Park’taki Vingeland heykelleri
Kaçak olarak otobüse binerek (inanmayabilirsiniz, ödemeye çalıştık ama olmadı) Frogner Park’a gittik. Burası şehrin en büyük parkı, turistler tarafından Vingeland Park olarak anılıyor (bu adın resmi olmadığını ben de yazarken öğrendim). Parkın özelliği, bu kocaman açık hava yerleşiminin her tarafına yayılmış bronzdan heykelleri. Gustav Vingeland adlı ünlü bir heykeltraş, 8000 metre kareye yayılmış bu 212 irili ufaklı heykeli tek başına, 20 yılı aşkın sürede yapmış. Gerçekten göz doldurucu, izlemesi keyif veren, alkışlanılası bir sanat çalışması. Vingeland, heykellerinde insanları çıplak bir şekilde, çeşitli aksiyon ve duygu durumlarında tasvir etmiş. Mesela bir sürü insanın birbirlerinin üzerine çıktığı bir obelisk var. Ağlayan, gülen, sarılan, öpüşen, çocuğunu seven, güreşen, oyun oynayan… Kısacası hayatın çeşitli durumları var. Parkı gezmek oldukça vakit alıyor. Biz havanın güzelliği sayesinde bolca dinlenerek, çimlerde yatarak gezdik. Herhâlde tamamını göremesek de 1.5 saate yakın kalmışızdır.
Frogner Park’taki Vingeland heykelleri – 2
Frogner Park’taki Vingeland heykelleri – 3
Çıkarken karnım hafiften kazınıyordu. Bir de merkeze yürümeye karar verdik ki açlıktan ölecektim. 30 dakika yürüdük ama açlık bu süreyi manen katladı. Üstüne istediğimiz lokanta kapalı çıktı mı? Mecburen bir 10 dakika daha yürüyüp Karl Johans’a gittik. TGI Friday’s’e girdiğimizde fena olmak üzereydim (son 1-1.5 yıldır çıktı bu, birden kan şekerim düşüyor ve hemen yemek istiyorum). Normalde pek yapmadığım üzere aperitif aldım, güzel bir brusella (garnitürlü ekmek denilebilir) geldi. Üzerine birayla idare eden bir burger aldım. Bu ortalama öğüne maalesef 466 NOK verdim, hâlâ içim acıyor.
Bu arada saat 9 olmuş, geçmişti bile. Otele gidip emniyetteki çantalarımızı aldık. Karl Johans’ı son kere yürüyerek gara vardık. Aslında uçağımıza daha çok vardı ama yine de havaalanına gittik. Merkezden iki farklı şekilde Oslo Havaalanı’na gidebiliyorsunuz. Otobüsle 1 saati geçiyormuş galiba, biz hızlı trene bindik ve 20-25 dakikada vardık. Ardından da gece 2.30’daki uçağımızı beklemeye koyulduk.
Şimdi önce yazıyı, sonra da tüm seyahati toparlayım: Oslo, yazdığım üzere son derece temiz ve modern bir Avrupa kenti. Fakat insana hiç sıcaklık vermiyor. Eylül başında üşümemi kastetmiyorum tabii. İnsanı kendisine çeken, bir daha onu düşünmesini sağlayan bir yer değil. Mesela farklı özelliklere sahip olsalar da Bergen ile Kopenhag böyleydi. Bir kere görülmesi güzel olabilir ama ikincide sizi sıkacak bir kent, Oslo.
Genel olarak ise çok memnun kaldığım bir seyahatti. Beklentimin üzerinde keyif aldığımı söyleyebilirim. Fazla yorulmadan, koşturmadan üç bambaşka özellikte kent ve bir doğa harikası bölgeyi gördük. Fiyortları gördüğüm günü hiç unutmayacağım sanırım. Beni ruhani olarak da çok etkileyen, döndükten çok sonraları bile üzerinde düşünmemi sağlayan bir deneyimdi. Herkese önereceğim bir rota oldu, umarım siz de yazılardan keyif almışsınızdır.
Son olarak dostum Onur’a çok teşekkür ederim. Beraber iyi bir eküri olduk. Bol bol geziyoruz. Daha devamı da gelecek 🙂
1 TL = 2.682 NOK (yolculuk tarihindeki kur)
Fotoğraflar: Artun Bötke, Onur Son
Sahildeki bir parkta dinlenirken…
Bir ilişkinin düşünce dehlizlerinde…
“Altta kalanın canı cıksın” obeliski
Ana-oğlun paha biçilemez mutluluğu
-
02/03/2016, 23:49İskandinavya Macerası – III: Fiyort ve Tren Yolculukları | Artun'un Karalama Defteri
Yazı Arşivim
Son Tweetler
- Hayatı farklı ve güzel kılan detaylardır: Bir bakış, bir mimik, bir dokunuş… Das Mädchen und die Spinne sıradan bir… twitter.com/i/web/status/1…--- 1 week ago
- Son 1 aydır Barış Manço’nun Cacık şarkısını, 12 Eylül’e atfen yaptığını düşünüyorum. Araştırma yapmadım, kimseden d… twitter.com/i/web/status/1…--- 1 week ago
- Sessizlik (1963) üzerine düşününce çarpan klasiklerden. Bergman konudan ziyade sessizliğin manasına, ışık-gölgenin… twitter.com/i/web/status/1…--- 1 week ago
- İstanbul’un bilinmeyen cevherlerinden Sadberk Hanım Müzesi, kompakt arkeoloji bölümü ve Osmanlı zamanı ev eşyaları,… twitter.com/i/web/status/1…--- 1 week ago
- Ikiru (1952) en sevdiğim filmlerden biridir. İnsanın küçük şeylerden zevk alması gerektiğini, maddi yaşamın manasız… twitter.com/i/web/status/1…--- 2 weeks ago
Son Yorumlar