İskandinavya Macerası – III: Fiyort ve Tren Yolculukları
4 Eylül Cuma sabahı, hava dişlerini cildimize geçirmeye çalışırken Bergen’deki otelimizden ayrılıp iskelenin yolu tuttuk. Çok bulutlu bir hava vardı, sanki her an yağmur yağacakmış hissi yoğundu. 8’de kalkacak tekne için daha 7.30’da kuyruk oluşmaya başlamıştı. Herkes en güzel koltuğu kapmak için serin havaya rağmen dışarıda bekliyordu. Kalkışa 10 dakika kala kapılar açıldı, biletini gösteren hızlı adamlar atarak gözden kayboldu. Neyse ki fazla beklemeden biz de içeri geçtik ve ikinci katta cam kenarına konumlandık.
Tekne diyorum lâkin bu deniz aracı, İstanbul’daki deniz otobüslerinin benzeri. İki katlı, yolcuların rahatlığı ön plana çıkarılmış bir taşıt. Arkasında seyir için büyükçe bir alan var, biz vaktimizin çoğunu burada geçirsek de havanın soğukluğu size pek fırsat tanımıyor. Ön tarafta ise çok ufak bir açıklık var, ayakta durmak bile zor çünkü üstü açık. Bu arada cayır cayır beleş wi-fi mevcut. Hoş, o kadar para bayıldıktan sonra o kadar da olsun. Yiyecek-içecek satışı mevcut, üstelik ucuzluğu bizi şaşırttı. Hele kahvenin ülkemiz için bile ucuz olması bana iyice garip geldi. Belki de insanları bu soğukta biraz olsun ısıtmaya heves etmişlerdir, kim bilir. Nitekim çoğu yolcunun elinden kahve bardağı hiç eksik olmadı!
Oturduğumuz nadide zamanlardan biri
Bu harika yolculuğu yazmaya devam etmeden önce kısa bir bilgilendirme geçelim. Çünkü eminim çoğunuz ‘fiyort’ kelimesini duymuşsunuzdur lâkin tam anlamını bilmiyorsunuzdur. Ne yalan söyleyeyim, ben de çok detaylı bilmiyordum. Efendim fiyort, buzulların vadilerdeki toprağı zamanla aşındırması ve bu aşınan yerleri denizin/okyanusun doldurmasıyla oluşmuş bir coğrafi şekil. Çoğunluğu bize Buzul Çağı’ndan yadigâr. Bu çağda bilindiği üzere buzullar, belli enlemlere kadar inmiş. İşte çeşitli vadilerde konumlanan buzullar, buralardaki yumuşak toprağı yavaş yavaş erozyona uğratmış. Sonra da çağ sona erip buzullar eriyince bu boşlukları deniz/okyanus doldurmuş. Bu yüzden, fiyort sadece belli enlemlerin üzerinde (veya Güney Yarımküre için altında) bulunuyor. Türkiye’de olmamasının ve Norveç’te her kıyıda olmasının sebebi de bu.
Aslında mantıken ‘buzullar tarafından oluşturulmuş haliç’ diye kısa bir tanım da yapılabilir lâkin iki coğrafi şeklin de jeomorfolojik oluşumları gayet farklı. Yine de Norveçlilerin -‘fiyort’ kelimesinin kökeni Norveçce- haliçe de fiyort demeleri garip. İskandinavya harici ülkelerde bu ayrım daha kesin.
Biz dünyanın en ünlü, en derin (1308 m) ve üçüncü en uzun (204 km) fiyordu olan Sognefjord’u gördük. Teknemiz bu fiyorda girmek için Bergen’den kuzeye dönerek yaklaşık 1 saat adalar ile kıyı arasında yol aldı. Önceki yazımda belirttiğim gibi Norveç kıyılarında irili ufaklı, sürüsüne bereket ada mevcut. Tahmin edebileceğiniz üzere, bunların da oluşum sebebi buzullar. Fiyortları nasıl vadileri oyarak oluşturdursa bunları da kıyıyla bağlantılarını oyarak oluşturmuş. Norveç’in bu kadar engebeli oluşunun (bkz. Bergen sokakları) sebebi de bu. (Aynı zamanda, içerideki çoğu gölün oluşum nedeni de aynı!)
Fiyorda girene kadar pek görülecek bir şey yok açıkçası. Hava da gayet sevimsiz, hatta yer yer yağmurlu olduğundan çoğunlukla içerideki sıcacık koltuklarımızda oturup çevredeki adaları ve üzerlerindeki değişik evleri gözlemledik. Adamların hiç üşenmeyip her yere, dağa-taşa-adaya-kayalığa ev yapmaları bize ilginç geldi. Bu arada aklınıza kulübe filan gelmesin, gayet güzel ve büyük evlerden bahsediyorum. Hatta çoğunluğun hemen yanı başında birer bot iskelesi/garajı bile var. Yani adamlar o kadar zengin ki çoğunun hem malikane gibi evi hem de gayet büyük teknesi (belki de yatı) var. Bu varlıklılık muhabbetine de geçen yazıda girmiştim.
Fiyorda kadar pek çekilecek bir şey olmasa da hayatınızda (büyük ihtimalle) ilk defa böyle bir yolculuğa çıktığınız için her açıyı 15 dakikada bir fotoğraflıyorsunuz. Ama bunların çoğunu, tur bitmeden sileceksiniz çünkü fiyortta o kadar fotoğraf çekeceksiniz ki (fotoğraf makinesindeki) hafızanızda yer kalmayacak. Ayrıca bu geziden önce şarjlarınızı tam doldurmayı sakın unutmayın, teknede her yerde priz olsa da cihaz şarjtayken fotoğraf çekemiyorsunuz. Tecrübe konuşuyor, lütfen not alınız. 🙂
Efendim, saat 9 sularında Sognefjord’a girdik. Hava oldukça bulutlu, yağmur ha yağdı ha yağacak hâlde. Hafif bir rüzgâr da mevcuttu okyanusta, neyse ki fiyordun kuytuluğu onu kesti. Denizin üzeri dümdüz, ama bir garip rengi var. Zaten teknenin oluşturduğu dalgalar da yavaş. Öyle bizim denizlerdeki gibi çat devrilmiyor. Dalganın gidişini uzun uzadıya gözlemleyebiliyorsunuz, sanki bir fizik laboratuarında dalgalar hakkında deney yapıyoruz. Her şey o kadar berrak ve net. Havanın serinliği de buna katkıda bulunuyor, soğuğun verdiği bir düzen var etrafta. Ama en çok havanın bulutluluğuna seviniyorum. Güneş ışınları, bulutları bir geçiyor, bir geçemiyor ve enfes ışık-gölge komposizyonları oluşturuyor. Zaten manzara enfes, daha da müthiş kareler gözümün önünden geçiyor. Bu durumda fotoğraf çekmemek elde değil.
Ânı yakalamanın öneminin farkındayım, normalde hiç fotoğraf çekmediğimi çünkü kendi gözlerimle dünyayı izlemekten ve o anları sonradan hatırlamaktan aldığım keyfi, yakın arkadaşlarım bilir. Fakat o tekneydeyken şu cümle sürekli kafanızdan geçiyor, tıpkı LED tabelalarda sürekli dönen kırmızı yazılar gibi: “Tanrım, ne müthiş bir görüntü. Bir daha bunu hayatta göremem. O yüzden fotoğrafını çekmeliyim!” ve bu cümle tur boyunca devamlı iç seste dönüyor. Ben burada ne kadar yazsam da, kaç fotoğraf koysam da o 4 saati size açıklayamam. Tarifsiz bir mutluluk! Doğaya ve dünyaya karşı derin bir saygı duyuyorsunuz. Hiçbir insanın ve ona ait zekanın yaratamayacağı bir güzellikten bahsediyorum. Kelimeler kifayetsiz…
Bu muhteşem güzellik içerisinde yaklaşık 4 saat geçirdik. Teknemiz, kimi küçük yerleşimlerinde durarak yolcu indirip bindirdi. Daha önceden ayarlayıp bu küçücük kasabalarda geceleyebilirsiniz. Bu sessizlikte uyumak eminim gayet huzurludur. Lâkin gayet de sıkıcı olabilir, hele izniniz kısıtlıysa pek önermem. Zaten inip binenlerin neredeyse hepsi yaşlıydı.
Fiyort manzarası – 8
Peki bu 4 saatte başka neler görüyorsunuz? Dik yamaçları olan çokça tepeler, bazılarının tepelerinde karlar, hatta buzullar, bunların erimesiyle oluşan incecik şelaleler, bunların aralarında bolca yeşillik, fiyordun içerlere giren onlarca kolu, kolların içine saklanmış başka manzaralar, hiç ummadık yerlerde gördüğünüz evler,…
Flåm’e kadar pek içeri girmedik açıkçası. Çantalarımız, koltuklarda ellenmemiş hâlde dururken biz çıplak gözlerle bu dinginliğin tadını çıkarmak adına hep arkadaydık. Ara sıra yağan yağmur bile pek etkilemedi. Çoğunluğu içeri kaçıran yağmur, bizim için daha iyi oldu hatta. Rahatça etrafı seyreyleyip fotoğraf çekebildik.
Bu arada şanslıysanız balina da görebilirsiniz. Çünkü bu derin fiyortlar, aynı zamanda dünyanın en önemli yaşam habitatlarından biri. Planktonlardan mercanlara ve hatta balinalara envai çeşit deniz canlısının evi burası. Biz sadece oluşturdukları kimi dalgaları görebilsek de bazen yüzeye de çıkabiliyorlarmış.
Saat 1.5 gibi herkesle beraber Flåm’de indik. Burası turistik bir yerleşim, daha doğrusu kıyısı turistik. Bir otel, bir hostel, istasyon ile birkaç dükkân ve restorandan başka hiçbir şey yok! Evler iç tarafta, önceki yazımı hatırlarsanız evlerin dağınıklığından bahsetmiştim. Tabii sabahtan beri bir şey yemediğimizden önce Togen Cafe adında bir restorana girdik. Çok seçeneğimiz zaten yoktu, girdik birine. Ben bir somon söyledim, Onur da pizza. Tabii yine paylaştık. Karnımızı doyurduktan sonra biraz etrafı kolaçan edelim dedik, gerçi gezilecek pek bir şey yok. Fiyort kenarına gidip biraz bu dingin manzarada kaybolduk. Böyle yazdığıma bakmayın, o anki hislerimi kelimelere tam dökemiyorum.
Bomboş bir sahil düşünün… Su dümdüz, en ufak bir kıpırtı bile yok… Üstelik görünüşünden bile suyun; normal bir deniz, göl veya ırmağa benzemediği anlaşılıyor. Nitekim elimizi sokuyoruz… Buzzzzzzzzzz gibi! Üstelik bunun getirdiği bir ağırlık, sanki kasvet de cabası. Etraf da buna uyumlu. Her şeyde bir sakinlik, bir rehavet var. Yüzen iki küçük ördek mesela… Olabildiğince yavaş hareket ediyorlar, poz verirmişçesine. Gelen tek gürültü, karşı kıyıdaki yoldan geçen kamyonların sinir bozucu motor sesleri. Kahrolsun içten yanmalı motorlar! Bu güzelim ortamı kirletiyorlar. O sahilde olmaktan hem çok mesudum hem de mutsuz! Çünkü beni oraya getiren gemi de, kamyon kadar olmasa da bu cennet parçasını bozuyor. Buna nasıl izin verilir ki? Bırakın ben o mesut ânı yaşamayalım, yeter ki dünyanın hiç olmazsa bu parçası saf kalabilirsin! Ah insanoğlu! Ah benim kötücül türüm! Neden kendinle beraber her şeyi de bozmak zorundasın ki? Dünyayla alıp veremediğin ne? Bırak onun yakasını! N’olur? Lütfen! Yalvarırım!
Bunları düşünürken Flåm’ın geri kalanını geziyoruz. Yukarıda da belirttiğim üzere gezilecek pek bir şey yok. Mecburen ücretsiz olan tren müzesine giriyoruz, zamanı geçirmek için. Müzede birazdan bineceğimiz Flåm-Mrydal treninin yapım aşamaları anlatılıyor. Zaten aşağıda bunları yazacağım. Ama o güzelim tren yolculuğunu yapmadan bunların önemi pek anlaşılmıyor ne yazık ki.
Hareket saatine daha bayağı var. Kalkacak ilk trene yer bulamadığımızdan, mecburen sonrakine almıştık. İstasyonda wi-fi çeken bir nokta buluyoruz. Oraya çöküp zamanı tüketmeyi seçiyoruz. Sanki buraya bir daha gelebilecekmişiz gibi… Günlerden, eylül başları ama hava soğuk tabii. Üstümdeki 4 kat giyecek de pek kâr etmiyor, hareket etmedikçe.
Flåm Line penceresinden manzaralar – 1
Flåm Line penceresinden manzaralar – 2
Saat gelince biniyoruz. Eski görünmesine özen gösterilmiş bir tasarımı var. Çoğu yer ahşap ama her vagonda LCD var. Zaten daha hareket etmeden yayın başlıyor. Önce trenin tarihi anlatılıyor. Her şey üç dilde; Norveççe, İngilizce ve Almanca. Hareket edince rota ve o an etrafımızdakiler anlatılmaya başlandı. Mesela sağda bir şelale varsa hem ekranda yazıyor, hem de sesli olarak (İngilizce) şelale hakkında bilgiler veriliyor. Bu duruma biz şaşırdık açıkçası. Çünkü normal bir yolcu tren beklerken, bayağı turistik bir yolculuk yapacağımızı anlamış olduk. Manzaralar zaten dudak uçurtan cinsten! Enfes bir yeşillik, her yerde şelaleler, oldukça gür akan sular,… Fotoğraf çekmekten helâk oluyorsunuz.
Flåm Line penceresinden manzaralar – 3
Flåm Line penceresinden manzaralar – 4
Flåm Line penceresinden manzaralar – 5
Burada biraz es yapıp teknik bilgilere girelim. Flåm-Mrydal tren hattı yani Flåm Line; 20.2 km uzunluğa sahip, toplamda 863 m’yi 20 dakikada çıkıyor ve dünyanın en çok ziyaret edilen 3. tren hattı. Üzerinde 10 istasyon, 20 tünel ve 1 köprü var. Rotanın dikliği ve fiziksel şartlardan ötürü, tamamen elle yapılmış bir demiryolu. Mrydal ise, benim çok şaşırdığım üzere, sadece bir istasyon, yerleşim bulunmuyor (sadece istasyon şefinin evi varmış). Ama burada inerek Oslo’ya veya Bergen’e aktarma yapıyorsunuz.
Şelale önü fotoğraf çekme yarışı
“Çabuk çeksene! Zaten ıslandım!”
Bu ilginç demiryolunda yol alırken, yaklaşık 10. kilometrede âniden durduk. Bir anonsla 5 dakika mola verildiği ve isteyenin trenin solundaki platforma çıkıp fotoğraf çekebileceği söylendi. Biz de hızla indik. Tam platformun önünden, dokunma mesafesinin az ötesinde gürül gürül bir şelale akıyordu. Yağmur gayet yağsa da biz pek aldırmadan çevreyi ve birbirimizi fotoğrafladık. Birkaç dakika sonra bir yerden yüksek bir müzik sesi uğuldamaya başladı. Sanki şelalenin içinden geliyordu. “N’oluyor?” filan derken, şelalenin az ötesinde virane bir evin üzerinde bir hareketlilik fark ettik. Kırmızılara bürünmüş bir kadın, müzikle beraber dans ediyordu. Tek kelimeyle büyüleyici bir gösteriydi. Üstelik üzerinde gayet çalışıldığı belliydi. Hatta sonradan yürüttüğümüz akla göre, en az iki kişi vardı. Çünkü bir anda çatıdan bahçeye taşınıyordu gösteri, enfesti. Aşağıda Onur’un çektiği videoyu izleyebilirsiniz. Ama orada bulunup o şaşkınlığı yaşamak ayrı bir his, söylemem gerek. Sıradan sandığımız bir trenin, birden bir tura ve gösteriye dönüşmesi belki de daha mutlu etti. Lakin hayatım boyunca unutamayacağım bir 20 dakika olacak.
Mrydal’da indiğimizde buz gibi bir yağmurlu hava ile inanılmaz bir kalabalık bizi karşıladı. Havadan ötürü istasyon içine girmek istesek de pek mümkün olmadı. Bir önceki trende tehir yaşanınca tüm yolcular küçücük istasyonda adım atacak yer bırakmamışlardı. Bizimkine az vakit kalmıştı neyse ki. “Trenleri lütfen karıştırmayınız!” anonsları eşliğinde trene bindik ama orada da adım atacak yer olmadığını görmek bize ufak bir şok yaşattı. Tıklım tıklım dolu vagonda zor zar bir yer bulduk ama bendeki biri büyük, diğeri küçük iki çantayla pek rahat olmadı. Uzun bir süre böyle gittik, kıpırdayamadığımızdan bir şey de yapamıyorduk. Camdan dışarıya bakmaya çalışmaktan başka tabii. Tren de durmadan tünelden geçiyordu. Yalnız çok göl vardı, neredeyse ülkenin her yerinden su birinkitisi mevcut. Geçtiğimiz yerler de yüksek olduğundan kar da gördük.
Neyse ki tren her seferinde durduğunda tenhalaşmaya başladı. Öyle ki bir süre sonra yatabilecek konuma bile geldik. Bu arada tren de gayet eskiydi, ben daha modern bir şey bekliyordum ama tıngır mıngır yol alıyorduk. 2 saat geçti herhalde ama daha en az 4 saat filan var, anons geldi: “Lütfen sonraki istasyonda inip otobüslere bininiz.” Bunu o kadar kötü bir İngilizce ile söylediler ki anlamamız beşinciyi buldu. Çünkü anlamdıramadık, mantıklı gelmedi. Ama doğruymuş, hiç bilmediğimiz bir kasabada indik, İngilizce bilen de yok neredeyse, iyi mi? “Oslo?” diye sora sora bir otobüse bindik ama açıklama hiç yok. 20 dakika bekledikten sonra hareket ettik ama nereye gittiğimizi hiç bilmiyoruz. Zaten saat olmuş 8 ve hava kararmış. Kucakta iki çanta, rahatsız bir şekilde gidiyoruz bir alamete.
30 dakika sonra durduk başka bir kasabada ve yine beklemeye başladık. Ama bu sefer yandaki Norveçli kadın endişelendiğimizi ve yabancı olduğumuzu anladı ki açıklama yaptı. Meğerse tren yolu kapanmış, hatta karayolu da kapanabilirmiş ama bir şekilde bizi Oslo’ya ulaştıracaklarmış. Orada beklememizin sebebi de yol durumunu öğrenmekmiş. Türkiye’ye dönünce yolun ta Ağustos başında bir yangın sonucu kapandığını öğrenecektim. Yolun açık olduğu öğrenilince hareket ettik ama ben ne zaman Oslo’ya varacağımızı çok merak ediyordum ve nerede olduğumuzu da. Bu sebeple çok verimli uyuyamadım, hep bir tetikte olma hâli vardı. İşin kötüsü uyumaktan bşka bir şey de yapamıyorsunuz, dışarısı da izlenmiyor karanlıkta. Ama en sonunda başkent Oslo’ya vardık. Üstelik trenin tahmini varış saatinden sadece 20 dakika sonra.
Fotoğraflar: Onur Son ve Artun Bötke
Video: Onur Son
-
02/03/2016, 23:44İskandinavya Macerası – IV: Oslo | Artun'un Karalama Defteri
Son Yorumlar