Arşiv

Posts Tagged ‘Felix van Groeningen’

Le Otto Montagne: 21. yüzyılda modern bir insan tamamen doğada yaşayabilir mi?

13/11/2023 1 yorum

Tüm hayatımızın teknolojiyle ve finans gibi türümüzün uydurduğu sanal (doğada karşılığı olmayan) kavramlarla çevrelendiği bir dünyada yaşıyoruz. Ayrıca türümüz ısrarla kendisinin doğadan üstün olduğunu kanıtlama peşinde ki küresel iklim kriziyle bunun nasıl saçma bir iddia olduğunu -en azından bir kısmımız- anladık. Peki bu yaşam şartları içinde İtalya gibi modern bir devletin vatandaşı olarak doğmuş ve büyümüş bir birey modern yaşamı bir kenarda bırakarak sadece doğada yaşayabilir mi?

Uzun zamandır eserlerini ilgiyle takip ettiğim Felix van Groeningen’in eşi Charlotte Vandermeersch ile beraber çektiği Le Otto Montagne (2022), iki erkeğin yıllara yayılan arkadaşlıklarını anlatıyor. İlk defa, ikisi de 12 yaşındayken Bruno’nun tek çocuk olduğu bir dağ köyüne Pietro’nun annesiyle yaz tatililni geçirmek için geldiğinde tanışıyorlar. Şehirli ve modern hayatın tüm konforuna sahip Pietro ile annesi olmayan, babası da yurt dışında inşaat işçiliği yaptığından amcası ve yengesiyle izole bir dağ köyünde yaşayan Bruno her anlamda zıt karakterler. Fakat çocukluk ve yalnızlık, bu iki sıra dışı kişiliği biraraya getiriyor. Sıkı fıkı geçen ve Pietro’nun babasıyla çıktıkları dağ yürüyüşleriyle farklılaşan o yazdan sonra; Pietro’nun işkolik, otoriter ama dağcılık tutkunu babasının vefatına kadar neredeyse hiç görüşmüyorlar. İki eski arkadaş, Pietro’ya miras kalan dağ kulübesini yeniden inşa ederlerken birbirlerini de yeniden tanımaya başlıyorlar.

Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema

25/12/2013 1 yorum

Frances Ha [Noah Baumbach – 2013]

frances ha

Şahsen The Whale and The Squad ile tanıdığım egzantrik bağımsız filmlerin (GreenbergMargot at the Wedding) yönetmeni Noah Baumbach’ın yeni filmi, iyice serbest sularda geziyor. Yer yer Fransız Yeni Dalgası’nın ‘hayatın gündelik akışına kendini bırakışı‘nı, yer yer de Woody Allen’ın ‘mutlu olmamak için sebebi yokken felsefi çıkarımları yüzünden kendinden nefret eden ama bir şekilde de yaşayan enteli‘ni barındırarak bunları kıvamında birleştirip sağlam bir büyüme öyküsü oluşturabiliyor. Senaryoya da katkıda bulunan başrol oyuncusu Greta Gerwig, role çok şey katıyor. Siyah-beyaz görüntüleri ile de bir New York ve hayat güzellemesine dönüşüyor. Yılın en kayda değer alternatif filmlerinden.

The World’s End [Edgar Wright – 2013]

the-worlds-end

Shaun of the Dead ve Hot Fuzz‘ın dahil olduğu parodi üçlemesini, son ayağı olan The World’s End ile kapatıyorlar Wright/Pegg/Frost üçlüsü. Ama ne yazık ki ilk iki filmdeki başarılı öykü kurgusu ile zeki esprilerden eser yok. Hiçbir amacı ve dayanağı olmayan bir hikayeye inanmamızı ve de gülmemizi istiyorlar. Ama zerre gülemiyorsunuz çünkü baştan sona saçmalık izlediklerimiz. Bir avarenin, eski lise arkadaşlarını (hiç sebep yokken) toplayıp eski kasabalarına gitmelerini, bir gecede 12 bar dolaşma çabalarını ve bu esnada maruz kaldıkları uzaylı istilasını seyrediyoruz.

Kuma [Umut Dağ – 2012]

Haneke’nin öğrencisi olan Umut Dağ, belli ki hocasını iyi dinlemiş. Avusturya’da doğup büyüyen Dağ, çektiği ilk uzun metrajında Haneke’nin ustalaştığı ‘normal insanın sakladığı sırrın, kendisinin ve çevresinin hayatında yarattığı önlenemez baskı, gerilim ve değişimleri anlatma sanatı‘nı Avusturya’da yaşayan muhafazakar bir Türk ailesine uyguluyor. Ailenin kanser olan annesi, kendi eliyle Türkiye’deki köyünden kocasına bir kuma alıyor ama onu büyük oğluyla evlendirip aile dışında herkese de böyle tanıtıyor. Kuma, başta aileye alışmakta zorluk çekse de annenin gayretiyle aileden biri oluyor. Beklenmedik bir gelişme ise aile içindeki sırrın yavaştan ortaya çıkmasını sağlıyor.

kuma

Öncelikle senaryo kurgusu ve Dağ’ın yarattığı gerilim atmosferi çok başarılı. Böylelikle hep istim üzerinde izlenen heyecan dolu bir film olmuş. Bunun yanında bizim ülkemizde pek konuşulmayan Türk aile yapısı dinamiklerini layığıyla ifşa ediyor. Yine bizde pek olmayan otoeleştiri mekanizmasının bunun yanına oturturulması gerçekten alkışlanılası. Dağ’ın daha ilk filminde bu kadar meziyeti abartısız ortaya koyması çok sevindirici. Ayrıca başta Nihal Koldaş ve Murathan Muslu olmak üzere tüm kadronun oyunculukları çok başarılı. 2013’ün en iyilerinden olduğu kesin!

Monsters University [Dan Scanion – 2013]

monsters1

Pixar, büyüsünü yitiyeli çok oldu, hele Disney’e tamamen satıldıktan sonra. İlk film Monsters Inc. ben pek bayılmasam da Pixar’ın şaşaalı dönemine aitti (hatta bazı eleştirmenler bu dönemin son filmi olarak nitelerler). Devam filmi, yapısı gereği popülerlik kokuyor. Yine de kendi çapında bir şirinliği mevcut ama bu onu sadece izlenebilir kılabiliyor.

Prisoners [Denis Villeneuve – 2013]

İki yıl önce çektiği muazzam siyasi gerilim Incendies ile radarımıza giren Villeneuve, kariyerine Hollywood’da bir intikam gerilimiyle devam ediyor. İki yakın komşu ailenin kız çocukları bir gün kaybolur. Başta aileler ve polis olmak üzere herkes alarma geçer. Önce delilik sınırında bir gençten şüphelenilir ama ondan bir şey çıkmayınca herkesin sinir katsayısı artmaya başlar; çünkü günler geçmektedir ama kızlar bulunamamaktadır…

Prisoners-Movie

Daha önce de benzeri filmler (örneğin Reservation Road) izlediğimiz çocuk kaçırma geriliminde, yapabileceğinin en iyisini yapıyor film. Villeneuve sayesinde çok iyi bir kurguya ve tempoya sahip. 2.5 saatlik süresine rağmen süresini harika kullanmayı ve tempoyu düşürmemeyi başarıyor. Tabii Hugh Jackman, Jack Gyllenhaal, Paul Dano gibi kalburüstü oyunculara sahip olması ve onları çok iyi kullanması da cabası. Kısacası yılın en iyi popüler filmlerinden biri, hatta en iyi gerilimi.

Samsara [Ron Flicke – 2011]

samsara

90’ların şoke edici belgesellerinden Baraka, kelimelere ihtiyaç duymadan sadece dünyanın çeşitli yerlerinde çekilen görüntülerle bir çok şeyi anlatmayı başarıyordu: Din, coğrafya, kültür, siyaset, şehir, bilim, kapitalizm bunların birkaçıydı. 20 yıl sonra Ron Flicke, aynı yöntemi kullanarak Samsara‘yı çekti. Ülkemizde bu yıl gösterilen belgesel, Baraka‘yı izlemiş olmamıza rağmen hala tüyler ürpetiyor. Üstelik ona son 20 yılda iyice ayyuka çıkan silah çılgınlığını ekliyor. Defalarca izlenip, anlattıkları üzerine saatlerce konuşabililecek bir belgesel.

The Act of Killing [Joshua Oppenheimer, Anonymous – 2012]

act_of_killing

60’larda Endonezya’ya gerçekleşen askeri darbe sonrası muhalif kişileri ‘komünist’ diye yaftalayarak öldüren gangsterlerin, tüm bunları sözde günah çıkararak ama gerçekte övünerek anlatmalarını izliyoruz bu 160 dakikalık belgesel boyunca. Gerçekten tüyler ürpertici bir gerçekle karşı karşıya kalıyorsunuz. Söz konusu kişilerin masumları öldürmelerini canlandırmaları bile korkutucu. Uzun süresi canınızı sıksa da 50 yıl boyunca yaşanan ve yaşanmaya devam eden bu vahşet karşısında bunlardan haberdar olmak o ölen masumlar adına az bile. Öyle gerçekçi bir belgesel ki filmin 2. yönetmeni dahil kadronun üçte ikisi, ölüm korkusuyla jeneriğe adlarını yazamamış!

The Broken Circle Breakdown [Felix van Groeningen – 2012]

Belçikalı yönetmen Groeningen, nonlineer bir kurguyla tutku dolu bir aşkın ortasını, başını ve sonunu anlatıyor. Aşkın, kendisini oluştururken (bir kimyasal bileşik misali) onu oluşturan bireyleri yok edişini tüm yalınlığıyla ve harikulade country ezgileriyle seyreyliyoruz. Belçikalı bir country müzik grubunun elemanı Didier ile dövme sanatçısı ve alabildiğine özgür Elise’nin aşkları, ikilinin tüm zıtlıklarına rağmen başlıyor. Sürpriz olarak doğan çocukları Maybelle’în kanser oluşu ise aşklarını sonuna kadar sınıyor.

the-broken-circle-breakdown

Filmin başlarında My Sister’s Keeper gibi ağlatan bir melodrama dönüşecek hissi veren film, harika kurgusu yardımıyla çark ederek aşkın yakıcılığını anlatan bir filme evriliyor. Bunu yaparken Maybelle’in hastalığı gibi hikayeleri muazzam şekilde kullanarak filmi sağlamlaştırıyor. Böylece ortaya, benim en sevdiğim filmlerden Paris, Texas‘ı hatırlatan yürek burkan bir yapıt çıkıyor. Hassas kalplere ağır gelebilecek bu öyküyü ise Didier’in (sonradan Elise’nin de solist olduğu) grubunun harika şarkılarıyla hafifletiyor. Didier’de Johan Heldenbergh ile Elise’de Veerle Baetens’in uyumlu kimyası ve harika oyunculukları da filmi daha da güçlendiriyor. 2013’ün en iyi filmlerinden!

Captain Phillips [Paul Greengrass – 2013]

Tom Hanks

Geçen yıl Kathryn Bigelow’un enfes yönetmenliği ve Jessica Chastain’in mıhlayıcı performansıyla Zero Dark Thirty‘de herkesi iki arada bir derede bırakan büyük bir propaganda izlemiştik; Amerika’nın ne kadar büyük ve her şeye kadir bir ülke olduğunu dikte eden. Bu yıl da benzer bu durumla karşı karşıyayız. Paul Greengrass’ın kıvamını tutturan bir dinamizmle baştan sona yerinde durmayan kamerası ve Tom Hanks’in pek zorlanmadan oyunculuk gösterisi yaptığı Captain Phillips, baştan sona bir Amerika propagandası. Kendisinin ne kadar güçlü, zeki ve kudretli olduğunu; Somalilerin de ne kadar özenti, cani ve kötü olduğunu cümle aleme duyuruyor Ben bu yüzden çok itici buldum ama Greengrass’ın aksiyonu sağ olsun dünyada pek sevildi ve hatta ödül radarına girdi.

The Big Wedding [Justin Zackham – 2013]

the-big-wedding

Senenin en kötü filmlerinden biri olsa da hafifliğinden ötürü rahatça izlenebilecek bir film. Robert De Niro, Diane Keaton, Susan Sarandon, Amanda Seyfried, Katherine Heigl, Robin Williams ve Topher Grace’den oluşan ünlü oyunculardan aldığı ılımlı performanslar ve az da olsa güldürebilmesi sayesinde bence görevini vasat da olsa yerine getiriyor.

Yozgat Blues [Mahmut Fazıl Coşkun – 2013]

Uzak İhtimal ile yalın ve klişelerden uzak bir ilk film kotaran Coşkun yoluna daha olgun bir filmle devam ediyor. Kariyeri hiçbir zaman iyi gitmemiş bir şanson şarkıcısının şansını biraz da Yozgat’ta denemek istemesi üzerine bir öğrencisi ile buraya gidiyor. Orada bir lokalde sahne alıyor fakat hep aynı şarkıyı (bozuk plak misali) okuyan şarkıcımızın işleri yine sarpa sarıyor. İstanbul’da bir varoşta yaşayan ve neredeyse bir hiç olan öğrencisi ise bu taşra kentinde kendine gelip kimliğini bulmaya başlıyor.

yozgat_blues

İlk filmi gibi yalın, klişelerden olabildiğince uzak ve kendi mizahını barındıran bir eser çıkarmış Coşkun. Taşranın küçüklüğünü ve geri kalmışlığını vurgulamak yerine oranın da kendine has bir havası olduğunun ve bazı insanlar için bunun gayet de yeterli olduğunun altını çiziyor. Bir yandan bir büyüme öyküsü, bir yandan kimliğini bulma hikayesi, diğer yandan da taşra insanına yapılan bir gözlem filmi. Ercan Kesal, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak ve Ayça Damgacı’nın olabildiğine doğal performansları filmi izlemek için apayrı bir sebep. Şahsen ayın (kasımın) komedi filmi Testosteron‘dan çok daha fazla güldüm.

Erkek Tarafı: Testosteron [İlksen Başarır – 2013]

erkek-tarafi

Şansıma galaya davetiye kazanmasam gitmezdim, gitmemekte de haklı çıkarmışım. Kahkahaysa olay, birkaç defa güldürdüğü gerçek ama tamamen anlık olarak. Filmin bütünlüğü, gerçekçiliği ve kendine has bir duruşu sıfır. Popüler bir tiyatro oyunundan (o da Polonya’dan uyarlama) uyarlanan film, belli ki oyunun esprilerini aynen kopyalayıp yapıştırılmış. Sahnede fena durmayan espriler, perdede eğrelti kaçıyor. Konunun Türkiye’de meydana gelemeyecek kadar saçma oluşundan başlayarak filme bağlanmanızı engelleyen sürüyle madde var. En önemlisi de tüm olayı erkeklik halleri olan bir eserin olayın felsefi boyutundan ısrarla kaçınıp bilimsel birkaç veriyle işi geçiştirip bel altı muhabbetine çevrilmesi. Bazı sahnelerde güleceğime, tiksindim!

The Hunger Games: Catching Fire [Francis Lawrence – 2013]

Catching-Fire-24

Hollywood bazı şeyleri tüketmeyi ve mahvetmeyi iyi biliyor. Pek kimsenin beklemediği ölçüde gişe yapan ilk film sayesinde parsayı hemen toplamak için hıza basınca ilk filmin yönetmeni Gary Ross ayrılmış, memur yönetmen Lawrence başa gelmiş. Sonuç, ilk filmin tüm taktiklerini layığıyla kopyalayan bir film. Seyirci karmaşa ve anarşizmi mi sevdi, biraz arttırarak koy; moda ikonu kıyafetleri mi sevdi, getir en alangirli kıyafetleri; üçlü aşk öyküsü tuttu mu, bırak ne kadar saçma olsa da Katniss iki erkeği de sevsin. Ayrıca Survivor oyunları tam gaz gelsin, ünlü karakter oyuncuları (Philip Seymour Hoffman, Jeffrey Wright, vs) rol kessin. Valla iyi iş. Çoğunluk memnun da durumdan ama ben zerre keyif almadım çünkü filmde bence hiç yeni bir şey olmadı. Tam “Ha, galiba olay başlıyor!” dediğim anda film bitti. Şaka mısınız kardeşim?

The Look of Love [Michael Winterbottom – 2013]

look_of_love

Değişik türlerde (siyasi belgesel, dram, melodram, komedi, kara film ve hatta erotik film) filmler çekmeyi seven Michael Winterbottom, sevilen biyografik filmi 24 Hour Party People‘dan (70’lerin ünlü müzik menajeri ve kulüp patronu Tony Wilson’ı anlatıyordu) 11 yılı sonra yine İngiltere’nin popüler kültürüne etki etmiş ünlü birinin hayatına göz atıyor ve yine baş rolü Steve Coogan’a veriyor. İngiltere’nin cinsel içerikli şovları ile porno dergilerinin kralı ve öldüğünde ülkenin en zengin kişisi olan Paul Raymond’ın hayatının, kariyerinin başlangıcından kızının ölümüne kadar olan büyük bir kısmını izliyoruz. Raymond’ı iyi veya kötü olarak yargılamak yerine, 24 Hour Party People‘daki gibi onun hayat tarzını gösteren ve böylece söz konusu dönemi gözlemlememizi sağlıyor Winterbottom. Coogan yine gayet iyi, filmin teknik kısmı da keza. Ama bunlar filmin üzerindeki atalet duygusunu atamıyor ve vasat bir biyografik filme dönüşüyor.