Arşiv

Posts Tagged ‘edgar wright’

Sinema Sinema

25/12/2013 1 yorum

Frances Ha [Noah Baumbach – 2013]

frances ha

Şahsen The Whale and The Squad ile tanıdığım egzantrik bağımsız filmlerin (GreenbergMargot at the Wedding) yönetmeni Noah Baumbach’ın yeni filmi, iyice serbest sularda geziyor. Yer yer Fransız Yeni Dalgası’nın ‘hayatın gündelik akışına kendini bırakışı‘nı, yer yer de Woody Allen’ın ‘mutlu olmamak için sebebi yokken felsefi çıkarımları yüzünden kendinden nefret eden ama bir şekilde de yaşayan enteli‘ni barındırarak bunları kıvamında birleştirip sağlam bir büyüme öyküsü oluşturabiliyor. Senaryoya da katkıda bulunan başrol oyuncusu Greta Gerwig, role çok şey katıyor. Siyah-beyaz görüntüleri ile de bir New York ve hayat güzellemesine dönüşüyor. Yılın en kayda değer alternatif filmlerinden.

The World’s End [Edgar Wright – 2013]

the-worlds-end

Shaun of the Dead ve Hot Fuzz‘ın dahil olduğu parodi üçlemesini, son ayağı olan The World’s End ile kapatıyorlar Wright/Pegg/Frost üçlüsü. Ama ne yazık ki ilk iki filmdeki başarılı öykü kurgusu ile zeki esprilerden eser yok. Hiçbir amacı ve dayanağı olmayan bir hikayeye inanmamızı ve de gülmemizi istiyorlar. Ama zerre gülemiyorsunuz çünkü baştan sona saçmalık izlediklerimiz. Bir avarenin, eski lise arkadaşlarını (hiç sebep yokken) toplayıp eski kasabalarına gitmelerini, bir gecede 12 bar dolaşma çabalarını ve bu esnada maruz kaldıkları uzaylı istilasını seyrediyoruz.

Kuma [Umut Dağ – 2012]

Haneke’nin öğrencisi olan Umut Dağ, belli ki hocasını iyi dinlemiş. Avusturya’da doğup büyüyen Dağ, çektiği ilk uzun metrajında Haneke’nin ustalaştığı ‘normal insanın sakladığı sırrın, kendisinin ve çevresinin hayatında yarattığı önlenemez baskı, gerilim ve değişimleri anlatma sanatı‘nı Avusturya’da yaşayan muhafazakar bir Türk ailesine uyguluyor. Ailenin kanser olan annesi, kendi eliyle Türkiye’deki köyünden kocasına bir kuma alıyor ama onu büyük oğluyla evlendirip aile dışında herkese de böyle tanıtıyor. Kuma, başta aileye alışmakta zorluk çekse de annenin gayretiyle aileden biri oluyor. Beklenmedik bir gelişme ise aile içindeki sırrın yavaştan ortaya çıkmasını sağlıyor.

kuma

Öncelikle senaryo kurgusu ve Dağ’ın yarattığı gerilim atmosferi çok başarılı. Böylelikle hep istim üzerinde izlenen heyecan dolu bir film olmuş. Bunun yanında bizim ülkemizde pek konuşulmayan Türk aile yapısı dinamiklerini layığıyla ifşa ediyor. Yine bizde pek olmayan otoeleştiri mekanizmasının bunun yanına oturturulması gerçekten alkışlanılası. Dağ’ın daha ilk filminde bu kadar meziyeti abartısız ortaya koyması çok sevindirici. Ayrıca başta Nihal Koldaş ve Murathan Muslu olmak üzere tüm kadronun oyunculukları çok başarılı. 2013’ün en iyilerinden olduğu kesin!

Monsters University [Dan Scanion – 2013]

monsters1

Pixar, büyüsünü yitiyeli çok oldu, hele Disney’e tamamen satıldıktan sonra. İlk film Monsters Inc. ben pek bayılmasam da Pixar’ın şaşaalı dönemine aitti (hatta bazı eleştirmenler bu dönemin son filmi olarak nitelerler). Devam filmi, yapısı gereği popülerlik kokuyor. Yine de kendi çapında bir şirinliği mevcut ama bu onu sadece izlenebilir kılabiliyor.

Prisoners [Denis Villeneuve – 2013]

İki yıl önce çektiği muazzam siyasi gerilim Incendies ile radarımıza giren Villeneuve, kariyerine Hollywood’da bir intikam gerilimiyle devam ediyor. İki yakın komşu ailenin kız çocukları bir gün kaybolur. Başta aileler ve polis olmak üzere herkes alarma geçer. Önce delilik sınırında bir gençten şüphelenilir ama ondan bir şey çıkmayınca herkesin sinir katsayısı artmaya başlar; çünkü günler geçmektedir ama kızlar bulunamamaktadır…

Prisoners-Movie

Daha önce de benzeri filmler (örneğin Reservation Road) izlediğimiz çocuk kaçırma geriliminde, yapabileceğinin en iyisini yapıyor film. Villeneuve sayesinde çok iyi bir kurguya ve tempoya sahip. 2.5 saatlik süresine rağmen süresini harika kullanmayı ve tempoyu düşürmemeyi başarıyor. Tabii Hugh Jackman, Jack Gyllenhaal, Paul Dano gibi kalburüstü oyunculara sahip olması ve onları çok iyi kullanması da cabası. Kısacası yılın en iyi popüler filmlerinden biri, hatta en iyi gerilimi.

Samsara [Ron Flicke – 2011]

samsara

90’ların şoke edici belgesellerinden Baraka, kelimelere ihtiyaç duymadan sadece dünyanın çeşitli yerlerinde çekilen görüntülerle bir çok şeyi anlatmayı başarıyordu: Din, coğrafya, kültür, siyaset, şehir, bilim, kapitalizm bunların birkaçıydı. 20 yıl sonra Ron Flicke, aynı yöntemi kullanarak Samsara‘yı çekti. Ülkemizde bu yıl gösterilen belgesel, Baraka‘yı izlemiş olmamıza rağmen hala tüyler ürpetiyor. Üstelik ona son 20 yılda iyice ayyuka çıkan silah çılgınlığını ekliyor. Defalarca izlenip, anlattıkları üzerine saatlerce konuşabililecek bir belgesel.

The Act of Killing [Joshua Oppenheimer, Anonymous – 2012]

act_of_killing

60’larda Endonezya’ya gerçekleşen askeri darbe sonrası muhalif kişileri ‘komünist’ diye yaftalayarak öldüren gangsterlerin, tüm bunları sözde günah çıkararak ama gerçekte övünerek anlatmalarını izliyoruz bu 160 dakikalık belgesel boyunca. Gerçekten tüyler ürpertici bir gerçekle karşı karşıya kalıyorsunuz. Söz konusu kişilerin masumları öldürmelerini canlandırmaları bile korkutucu. Uzun süresi canınızı sıksa da 50 yıl boyunca yaşanan ve yaşanmaya devam eden bu vahşet karşısında bunlardan haberdar olmak o ölen masumlar adına az bile. Öyle gerçekçi bir belgesel ki filmin 2. yönetmeni dahil kadronun üçte ikisi, ölüm korkusuyla jeneriğe adlarını yazamamış!

The Broken Circle Breakdown [Felix van Groeningen – 2012]

Belçikalı yönetmen Groeningen, nonlineer bir kurguyla tutku dolu bir aşkın ortasını, başını ve sonunu anlatıyor. Aşkın, kendisini oluştururken (bir kimyasal bileşik misali) onu oluşturan bireyleri yok edişini tüm yalınlığıyla ve harikulade country ezgileriyle seyreyliyoruz. Belçikalı bir country müzik grubunun elemanı Didier ile dövme sanatçısı ve alabildiğine özgür Elise’nin aşkları, ikilinin tüm zıtlıklarına rağmen başlıyor. Sürpriz olarak doğan çocukları Maybelle’în kanser oluşu ise aşklarını sonuna kadar sınıyor.

the-broken-circle-breakdown

Filmin başlarında My Sister’s Keeper gibi ağlatan bir melodrama dönüşecek hissi veren film, harika kurgusu yardımıyla çark ederek aşkın yakıcılığını anlatan bir filme evriliyor. Bunu yaparken Maybelle’in hastalığı gibi hikayeleri muazzam şekilde kullanarak filmi sağlamlaştırıyor. Böylece ortaya, benim en sevdiğim filmlerden Paris, Texas‘ı hatırlatan yürek burkan bir yapıt çıkıyor. Hassas kalplere ağır gelebilecek bu öyküyü ise Didier’in (sonradan Elise’nin de solist olduğu) grubunun harika şarkılarıyla hafifletiyor. Didier’de Johan Heldenbergh ile Elise’de Veerle Baetens’in uyumlu kimyası ve harika oyunculukları da filmi daha da güçlendiriyor. 2013’ün en iyi filmlerinden!

Captain Phillips [Paul Greengrass – 2013]

Tom Hanks

Geçen yıl Kathryn Bigelow’un enfes yönetmenliği ve Jessica Chastain’in mıhlayıcı performansıyla Zero Dark Thirty‘de herkesi iki arada bir derede bırakan büyük bir propaganda izlemiştik; Amerika’nın ne kadar büyük ve her şeye kadir bir ülke olduğunu dikte eden. Bu yıl da benzer bu durumla karşı karşıyayız. Paul Greengrass’ın kıvamını tutturan bir dinamizmle baştan sona yerinde durmayan kamerası ve Tom Hanks’in pek zorlanmadan oyunculuk gösterisi yaptığı Captain Phillips, baştan sona bir Amerika propagandası. Kendisinin ne kadar güçlü, zeki ve kudretli olduğunu; Somalilerin de ne kadar özenti, cani ve kötü olduğunu cümle aleme duyuruyor Ben bu yüzden çok itici buldum ama Greengrass’ın aksiyonu sağ olsun dünyada pek sevildi ve hatta ödül radarına girdi.

The Big Wedding [Justin Zackham – 2013]

the-big-wedding

Senenin en kötü filmlerinden biri olsa da hafifliğinden ötürü rahatça izlenebilecek bir film. Robert De Niro, Diane Keaton, Susan Sarandon, Amanda Seyfried, Katherine Heigl, Robin Williams ve Topher Grace’den oluşan ünlü oyunculardan aldığı ılımlı performanslar ve az da olsa güldürebilmesi sayesinde bence görevini vasat da olsa yerine getiriyor.

Yozgat Blues [Mahmut Fazıl Coşkun – 2013]

Uzak İhtimal ile yalın ve klişelerden uzak bir ilk film kotaran Coşkun yoluna daha olgun bir filmle devam ediyor. Kariyeri hiçbir zaman iyi gitmemiş bir şanson şarkıcısının şansını biraz da Yozgat’ta denemek istemesi üzerine bir öğrencisi ile buraya gidiyor. Orada bir lokalde sahne alıyor fakat hep aynı şarkıyı (bozuk plak misali) okuyan şarkıcımızın işleri yine sarpa sarıyor. İstanbul’da bir varoşta yaşayan ve neredeyse bir hiç olan öğrencisi ise bu taşra kentinde kendine gelip kimliğini bulmaya başlıyor.

yozgat_blues

İlk filmi gibi yalın, klişelerden olabildiğince uzak ve kendi mizahını barındıran bir eser çıkarmış Coşkun. Taşranın küçüklüğünü ve geri kalmışlığını vurgulamak yerine oranın da kendine has bir havası olduğunun ve bazı insanlar için bunun gayet de yeterli olduğunun altını çiziyor. Bir yandan bir büyüme öyküsü, bir yandan kimliğini bulma hikayesi, diğer yandan da taşra insanına yapılan bir gözlem filmi. Ercan Kesal, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak ve Ayça Damgacı’nın olabildiğine doğal performansları filmi izlemek için apayrı bir sebep. Şahsen ayın (kasımın) komedi filmi Testosteron‘dan çok daha fazla güldüm.

Erkek Tarafı: Testosteron [İlksen Başarır – 2013]

erkek-tarafi

Şansıma galaya davetiye kazanmasam gitmezdim, gitmemekte de haklı çıkarmışım. Kahkahaysa olay, birkaç defa güldürdüğü gerçek ama tamamen anlık olarak. Filmin bütünlüğü, gerçekçiliği ve kendine has bir duruşu sıfır. Popüler bir tiyatro oyunundan (o da Polonya’dan uyarlama) uyarlanan film, belli ki oyunun esprilerini aynen kopyalayıp yapıştırılmış. Sahnede fena durmayan espriler, perdede eğrelti kaçıyor. Konunun Türkiye’de meydana gelemeyecek kadar saçma oluşundan başlayarak filme bağlanmanızı engelleyen sürüyle madde var. En önemlisi de tüm olayı erkeklik halleri olan bir eserin olayın felsefi boyutundan ısrarla kaçınıp bilimsel birkaç veriyle işi geçiştirip bel altı muhabbetine çevrilmesi. Bazı sahnelerde güleceğime, tiksindim!

The Hunger Games: Catching Fire [Francis Lawrence – 2013]

Catching-Fire-24

Hollywood bazı şeyleri tüketmeyi ve mahvetmeyi iyi biliyor. Pek kimsenin beklemediği ölçüde gişe yapan ilk film sayesinde parsayı hemen toplamak için hıza basınca ilk filmin yönetmeni Gary Ross ayrılmış, memur yönetmen Lawrence başa gelmiş. Sonuç, ilk filmin tüm taktiklerini layığıyla kopyalayan bir film. Seyirci karmaşa ve anarşizmi mi sevdi, biraz arttırarak koy; moda ikonu kıyafetleri mi sevdi, getir en alangirli kıyafetleri; üçlü aşk öyküsü tuttu mu, bırak ne kadar saçma olsa da Katniss iki erkeği de sevsin. Ayrıca Survivor oyunları tam gaz gelsin, ünlü karakter oyuncuları (Philip Seymour Hoffman, Jeffrey Wright, vs) rol kessin. Valla iyi iş. Çoğunluk memnun da durumdan ama ben zerre keyif almadım çünkü filmde bence hiç yeni bir şey olmadı. Tam “Ha, galiba olay başlıyor!” dediğim anda film bitti. Şaka mısınız kardeşim?

The Look of Love [Michael Winterbottom – 2013]

look_of_love

Değişik türlerde (siyasi belgesel, dram, melodram, komedi, kara film ve hatta erotik film) filmler çekmeyi seven Michael Winterbottom, sevilen biyografik filmi 24 Hour Party People‘dan (70’lerin ünlü müzik menajeri ve kulüp patronu Tony Wilson’ı anlatıyordu) 11 yılı sonra yine İngiltere’nin popüler kültürüne etki etmiş ünlü birinin hayatına göz atıyor ve yine baş rolü Steve Coogan’a veriyor. İngiltere’nin cinsel içerikli şovları ile porno dergilerinin kralı ve öldüğünde ülkenin en zengin kişisi olan Paul Raymond’ın hayatının, kariyerinin başlangıcından kızının ölümüne kadar olan büyük bir kısmını izliyoruz. Raymond’ı iyi veya kötü olarak yargılamak yerine, 24 Hour Party People‘daki gibi onun hayat tarzını gösteren ve böylece söz konusu dönemi gözlemlememizi sağlıyor Winterbottom. Coogan yine gayet iyi, filmin teknik kısmı da keza. Ama bunlar filmin üzerindeki atalet duygusunu atamıyor ve vasat bir biyografik filme dönüşüyor.

Son Zamanlarda İzlediklerim

Çok uzun zamandır yazamadığımın farkındayım. Bu sürede hayatımda bazı ciddi değişikler oldu ki bunları yakında yazacağım inşallah. Şimdilik filmlere geri dönüyoruz.

Wall Street: Money Never Sleeps

İlk filmi, bu yılın başlarında izlemiştim, doğusu hoş bir 80’ler dramasıydı. Bir derdi olan ve onun çevresinde filmi kuran bir yapıya sahipti. 20 yıl sonra gelen bu filmin ise hiçbir derdi yok, öylesine çekilmiş.
J’ai Tué Ma Mére (I Killed My Mother)

Bu film, nisandaki film festivalinden beri eleştirmenlerce el üstünde tutuluyor. Çoğunda aynı övgü: “19 yaşında bir insanın bu kadar olgun bir yapıt çekmesi takdire şayan.” Evet, film fena sayılmaz hele yönetmenin yaşına bakarsanız ama bu yönetmenden ileri de daha iyilerini beklemiyorum. Çünkü otobiyografik bir hikayeyi çok da yaratıcı olmayan bir teknikle çekmiş. Elindeki metin, yaşanmış veya yaşanmaya yakın olduğundan düzgün bir senaryo çıkarmış. Bunu da Kar-Wai, Weir, Godard gibi yönetmenlerin üsluplarından karma bir stille anlatmış. Özgün bir unsur bulamadım şahsen. Ama yine de ilk filmle bunu yapması bile çok önemli. Yine de daha iyisini yapmazsa takip edeceğimi düşünmüyorum.
Çoğunluk

Bu bloğu başından beri takip edenler Türkiye’de bireyin ne kadar baskı altında olduğunu aralıklarla yazdığımı hatırlarlar. İşte Çoğunluk, tam da bunu anlatıyor. Bireyin, günümüzde (daha önce de vardı gerçi) ailesinden, arkadaşlarından ve hatta sokaktaki adamdan ne kadar etkilendiğini; bu yüzden kendi kişiliğini bulamamasını, geliştirememesini ve sonunda da mecburen etkilendiği insanlar gibi davranmaya başlamasını anlatıyor. Üstelik bu sürecin sadece bir-iki yönde değil, tüm yönlerde olduğunun altını çiziyor. Aslında bunu bir erkek üzerinden yaparken, onun iletişimde olduğu kadınların da (anne, sevgili, vb.) bu sorunla cebelleştiklerini gösteriyor. Söylediği bu cümlelerden ötürü benim ilgimi çok çektiğini söylemem gerek.
Diğer yönlerden, senaryonun üzerinde daha fazla çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Herhangi bir aksiyon yaşanmayan, karakter bazlı böyle filmlerde küçük bir hata bile göze batıyor. Filmin de birkaç boşluğu var. Bunlar ana yapıyı etkilemese de, filmin son yokuşu çıkmasını engelliyor. Teknik açıdan oyunculuk ve müzik ciddi biçimde öne çıkarken, keşke diğer unsurlara da önem verilseymiş dedirttiriyor. Yine de bu eksikler filmin, sezonun en iyileri arasına girmesini engellemiyor. Çünkü hataları bu kadarla kalan zaten çok az film var.
The Town

Ben Affleck’in ikinci yönetmenlik denemesi, onu da Hollywood’un diğer zanaatkar yönetmenlerinin arasına sokuyor. İlk filmden (Gone Baby Gone) sonra düşündüğüm, Affleck’in sanatçı olabileceği teorisi böylece suya düşüyor. Ama Affleck iyi bir zanaatkar olabileceğini bu filmle kanıtlıyor. Malzemesinin istediklerini eksiksiz yapmaya çalışan bir işçi var karşımızda. Affleck, keyifli bir aksiyona (hırsız filmine) imza atıyor. Hatta türün yapıtaşlarının dışında filme, yerinde bir mizah ekleyerek onu farklılaştırmayı da başarıyor.
Loong Boonmee Raleuk Chat (Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives)

Bu yılın Altın Palmiye kazanan filmi, geleneksel sinema gramerine alışmış bir seyirci için çok farklı bir deneyim. Hatta çoğuna göre bir işkence. Çünkü yönetmen Apichatpong Weerasethakul, sinemayı bir illüzyon veya eğlence olarak değil, bir sanat olarak görenlerden ve amacı da daha önce yapılmamış bir şekilde sanatını ifa etmek. Tıpkı ister yazar, ister ressam olsun diğer tüm sanatçıların isteyeceği gibi. Bu yüzden de seyircinin isteğini değil, kendi kafasındaki çekmiş ki bir sanat yapıtının özü bu olmalıdır.
Bir şekilde filmin içine girebilen bir kişinin çok keyif alacağını düşüyorum ama bu, çok da kolay değil. Daha önce benzer filmler izlemiş olmanız ve izlerken çeşitli konular üzerine kafa yormanız gerekiyor. Bu da tüketim toplumuna ait bir birey için çok ters.
Şahsen filmden keyif aldım ama tam değil. Günümüz dizilerini, filmlerini de izleyen bir bünyeye sahip olduğumdan bazı yerlerde yetersiz kaldım. Ama filmin, bireyin zamanın gereği yüzünden giderek ruhunu kaybetmesini rüyavari bir şekilde anlatan bu eseri takdir etmemek imkansız.
Scott Pilgrim vs. the World

Bu filmi nice zamandır bekliyordum. Ama başlar başlamaz, Michael Cera’nın artık beni ittiğini anladım ve filme tam anlamıyla bağlanamadım. Bu da keyif almamı engelledi. Aslında burada Cera liseliyi oynamıyor. Ama görünüşü yine liseli kıvamında ve bu, karakterle örtüşmüyor yada ben örtüştüremedim. Önüne gelen kızı kendine aşık edecek, onu bunu dövecek tip yok Cera’da.
Film, 90’lardaki atari oyunları tarzında yapılmış. Sırf bu açıdan ilgiyi hak ettiği kesin. Görseller, efektler, sesler sizi 90’lardaki atari salonlarına götürüyor. En az o oyunlar kadar da eğlenceli. Kan görmeden adam dövülüyor, fırlatılıyor, daha neler neler. Bunların ortasında bir aşk trafiği. O ona, öbürü buna aşık. Kafa yormadan izlemek için çok yerinde.
The Social Network

Okuduğum eleştirilerden biri, Rashomon misali demiş film hakkında. Çok doğru bir tespit. Ama bir tarafı eksik. İzleyenler bilir, Rashomon’da aynı hikaye, hikayedeki üç kişinin de bakış açısından anlatılır. The Social Network‘te bunlardan biri eksik. Film, ikizlerin ve Eduardo’nun bakışından anlatılıyor. Oysa ki ana karakter, onlar değil. Böyle olunca bazı şeyler ortada kalıyor. Bunlar senaryo zaafı değil, bilgi eksiği. Ama bence filmin etkisini gayet düşürüyor. Mesela ben Mark’ın Eduardo’ya neden ihanet ettiğini bilmek isterdim.
Diğer türlü, iyi yazılmış, oynanmış, yönetilmiş ve müzik yapılmış bir film. Hatta senaryosu çok iyi. Oscar’ı bile alır diyorlar. Çok şık sahneleri var, üzerinde düşünülebilecek. Günümüz gençliği hakkında bazı önemli tespitleri de var ve bunlar son derece şık biçimde veriyor ki anlamıyorsunuz. Fincher farkı filme sızmış. Ama sakın bir Fight Club yada Se7en beklemeyin.
The Kids are All Right

Başka bir Oscar filmi daha. Her yıl mutlaka olan, sempatik aile bağımsızı kontejanı bu filme ait olabilir. İyi çalışılmış bir senaryo. Karakterleri fena yazılmamış. Oyunculuklar gayet iyi. Annette Bening ile Julianne Moore kesin aday olur deniyor. Valla önlerine sağlam engel çıkmazsa sakınca yok. Hatta Bening heykelciği kucaklayabilir bile.
Film, gayet eğlenceli. Bana birkaç yerde kahkaha bile attırdı. Homofobik değilseniz keyif alırsınız bence. Çünkü film, bir lezbiyen çift ve onların çocuklarının, çocukların biyolojik babasıyla olan ilişkilerini anlatıyor. Sempatik bir film. Ne olduğunu bilen, yeni bir şey söylemeyen ama kendi halinde bir komedi.

Dizi Furyası ve Spaced

23/03/2008 1 yorum

Son yıllarda bir dizi furyası almış başını gidiyor. Hayır, birbirinin benzeri, klişe fabrikası yerli dizilerden bahsetmiyorum. Yabancı dizileri kastediyorum. Tabii ki televizyonun başlangıcından beri diziler yapılmakta ama 90’lı yıllarla birlikte ABD’de dizi fırtınası dinmişti. Eskilerin Dallas’ından, Charlie’s Angels’ından, Komiser Kolombo’sundan pek eser yoktu. Belki de o yüzden yapımcıları Seinfeld’e 3 sezon katlandılar. Şaka ama gerçektir ki Seinfeld ilk 3 sezonunda pek para kazandırmayan bir diziydi, sonra da efsane haline geldi.

Ama 2000’li yıllarla beraber kalıplar biraz kırılmaya başladı. Klasik dizi şablonlarının yerine daha rahat, fütursuzca konuşan, cinsellik içeren diziler gelmeye başladı. Diziler daha hayat kokmaya başladı. Dawson’s Creek, Gilmore Girls belki de geçiş dizileriydi. Oyunculu diziler animasyonları yakalamaya çalışıyordu. The Simpsons ve South Park’ın argolu hayatı daha cazipti. Nitekim Sex & The City ve Six Feet Under gündeme bomba gibi düştü. İlki 4 New York’lu iş kadınının seks hayatlarını televizyona taşıyordu. Çıplaklık, argo ve seksin her hali diz boyuydu. İkincisi ise durmadan hayatlarında kötü bir şey olan ama buna rağmen (5. sezon 9. bölüm hariç) ağlatmayıp kendini izlettiren bir cenaze evi ailesini anlatıyordu.
Ama yine de diziyi seyretmek uğruna kendini eve kapatan bir kitle yoktu. 2004 yılında o da değişti. Diziler gerçekten kabuk değiştiriyordu. Lost, gerçek manada ortalığı darmaduman etti. Birkaç on milyon seyirciyle en çok izlenen dizi konumunda. Şu anda en büyük TV fenomeni konumunda. Ardından 24, Prison Break, House, Heroes geldi ve daha bir sürü dizi daha. Hepsi salt eğlendirmekten ziyade, izleyicisini meraklandıran, düşündürten ve bir takım mesajlar barındıran dizilerdi. Mesela American Beauty sonrası tartışılan banliyö yaşantısı, Desperate Housewives ile yeni bir boyuta taşındı.
Doğal olarak sitcomlarda değişikliğe uğradı. Bunda esas payı Married with Children, Seinfeld ve The Simpsons oluşturdu. Ellen dizisinde baş karakter lezbiyen olduğunu itiraf edebiliyordu artık. Bir de İngiltere lisanslı sitcomlar var ki bu yazıyı yazma sebebimi oluşturuyorlar, özellikle biri.
İngilizler hep farklıydı zaten. Daha yeni dünya başkanını eleştiremezken Monty Python The Flying Circus ile başta din olmak üzere politika, toplum, ekonomi, tarih gibi ciddi alanları acımasızca eleştiriyordu. Üstelik bunu ta 70’lerde yapıyordu. Ardından çeşitli komedi grupları da onların izinden gitti. Bir de hiçbir mesajı umursamadan salt mizah yapanlar vardı. Bunların en ünlüleri Coupling ve The Office dizileridir. İkisinin de Amerikan versiyonu mevcut ama orijinalleri çok daha iyi iyidir, gülmekten kasıklarınıza ağrılar girer.
Şimdi de ben size üçüncüsünü tanıtacağım: Spaced. 1999-2001 yılları arasında 2 sezon boyunca yayınlanan ve sadece 14 bölümden müteakip bir dizi kendileri. Hala 3. sezon dedikoduları bulunuyor ama gerçekleşeceğe hiç benzemiyor. Dizinin beyin takımı Simon Pegg ve Jessica Hynes (Stevenson). İkili dizinin hem senaristi hem de başrol oyuncuları. Yönetmen de Edgar Wright. Simon Pegg-Edgar Wright ikilisi dizi sonrasında yazdıkları ve Wright’ın yönettiği iki filmle, Shaun of the Dead ve Hot Fuzz, bayağı popüler oldular. Ama bu dizi ikilinin ilk projesi.
Senaryo basit aslında: Ev arayan iki kişi, bir çifte kiralanacak evi tutmak için çift numarası yapıp eve taşınır. Çizgi roman çizeri olan ama hiç yayınlanmış eseri bulunmayan Tim Bisley, çizgi roman dükkanı sahibi arkadaşı Bilbo Baggins’in (!) yanında çalışmaktadır. Aslında yazar olan ama hiçbir şey yazamayan Daisy Steiner ise işsiz güçsüz takılmaktadır. Yeni ev sahibeleri Martha, ilginç konuşması ve her zaman elinde bulunan içki şişesi/kadehi ile görünülesi bir tiptir. Martha’nın kızı Amber’in yüzünü ise hiç göremeyiz. Alt komşuları Brian ise bir ressamdır ama bizzat ne yaptığını soracak olursanız, size vereceği cevap ve eşliğindeki görüntüler şunlardır:
– Kızgınlık/Brian fırça ile tuvale saldırmaktadır.
– Acı/Brian parmağını keser ve kanıyla tuvali boyar.
– Korku/Tuval karşısında ağlamaktadır.
– Şiddet/Tuvalin üzerinde çekiçle yumurta kırmaktadır.
Bir de ikilinin birer yakın arkadaşları vardır. Tim’inki Mike’tır ve kendisi hayatı savaş alanı zannetmektedir, zamanında Paris’i tek başına işgal etmeye kalkmış ve ordudan atılmıştır. Daisy’ninki de Twist’tir, o da kendini ünlü bir modacı sanmakta ama sadece kuru temizleyicide çalışmaktadır.
Bu 6 karakterin komik hayatı 14 bölüm haline bize gösterilir. Diziyi asıl eşsiz yapan unsur ise göndermeleridir. Dizinin her bölümünde en az 5-6 tane olmak üzere film/dizi/kitap göndermeleri yapılır ve bunlar diziye çok iyi bir şekilde yedirilir. En çok gönderme yapılanlar Star Wars, The A-Team, Scooby Doo. Ama çok geniş yelpazeli bir gönderme listesi söz konusu. Mesela Manhattan’ın başlangıcı gibi yapılan 2. sezon başı çok değişik. Tabii, şöyle bir dezavantaj söz konusu: Göndermeleri yakalamak için film kültürünüzün geniş olması gerekli ama yakaladıkça duyduğunuz haz da artıyor. Bu bakımdan gerçekten eşsiz bir dizi.
Bu arada dizinin gittikçe kültleştiğini ve henüz Türk televizyonlarında yayınlamadığını ekleyelim. Lakin 2008-2009 sezonunda yayınlanacak olan dizinin Amerikan versiyonu sebebiyle popülerleşeceğini ve bizde de gösterileceğini yorumlayabiliriz.
Son olarak yabancı dizi kanallarının artmasıyla yaşanan dizi enflasyonunda yönünüzü iyi tayin etmenizi öğütlüyorum. İçlerinden çürükleri atarak zamanınıza değecek dizileri seyreyleyin.
Kategoriler:dizi, TV, yorum Etiketler:

Hot Fuzz

18/05/2007 1 yorum

Shaun of the Dead’i seyredeniz var mı? Hani şu zombi filmleriyle fena halde dalga geçip ama saygıda da kusur bırakmayan İngiliz filmi. İzleyenler unutamaz zaten. Hatta devamlı izleyen hayranları olduğunu bile biliyorum. İşte o ekip, şimdi popüler macera filmlerine el atıyor. Korku filmlerini pek sevmediğimden olacak, bu filmden daha çok zevk aldım. Bazı sahneler gerçekten çok komik, ayrıca normal bir macera filmi kadar da heyecanlı. Ekip yine başarmış, diğer bir deyişle.

Fazlasıyla idealist polis memuru Nicholas Angel’ın Londra’dan, son 20 yılda suç kaydı olmayan Stanford kasabasına atanmasıyla başlayan ilginç olayları konu alıyor film. Filmin ilk bölümü sakin geçse de, güzel durum komedisi sahnelerine sahip. Zaten işinin ehli olan ekip, bu işi zorlanmadan atlatıyor. İkinci bölümde ise bayağı bir aksiyona şahit oluyoruz. Bunun yanında bolca da gülüyoruz. Daha ne olsun. Adamlar eğlendirmeyi başarıyorlar, üstüne sinema tarihine geçecek bir taşlama bırakıyorlar.

Ana oyuncu kadrosu yine sabit. Bu sefer yan kadro da çeşitli ünlüleri görüyoruz. Jim Broadbent, Timothy Dalton bunların sadece ikisi. Ayrıca şöyle bir gözüküp kaçan ünlüler var, tanımanız pek olası değil gerçi, Cate Blanchett örneğinde olduğu üzere. Her şeyi iyi güzel ama ben asıl şaşkınlığı araştırmam sırasında yaşadım: Şöyle ki film IMDB’de en iyiler listesine 94. sıradan girmiş bile. Şaşılası bir olay ama günümüz gençliği açısından pek öyle değil demek. Gençler Monty Python’un haleflerini saygıyla izliyor. Ne diyelim, saygıyla izliyoruz Edgar Wright ve ekibini. Çalışmalarının devamını bekliyoruz.

Oyuncular: Simon Pegg, Nick Frost, Jim Broadbent, Timothy Dalton, Paddy Cossadine, Stuart Wilson, Bill Bailey, Paul Freeman, Adam Buxton – Görüntü Yönetmeni: Jess Hall – Müzik: David Arnold – Senaryo: Edgar Wright, Simon Pegg – Yönetmen: Edgar Wright