Arşiv

Archive for the ‘!f Film Festivali’ Category

Miyazaki, ARGE, mühendislik ve aşk: Kaze Tachinu

16/03/2014 3 yorum

Tek hayali uçmak olan bir çocuk. Ama aşırı miyop. Diyor ki “O zaman ben de uçak mühendisi olurum!”. Okuyor, didiniyor, zehir gibi bir uçak mühendisi oluyor. Mitsubishi’de işe başlıyor. 2 dünya savaşının ortaları, Japonya emperyalizmi fark etmiş, palazlanmaya çalışıyor ve ihtiyacı olan şey bilgi, deneyim ve teknoloji. Batı’dan fersahlarca geride olduğunun farkında ama delice çalışıyor. Uçak üretmek de bu planlarının içinde. Paraya kıyıp Almanya’dan bilgi alıyor, mühendis yolluyor bilgiyi alıp getirmesi için. Bizimki de bu mühendislerden biri, uyumuyor çalışıyor. Tek umudu kendi uçağını tasarlayıp uçmasını seyredebilmek…

Jiro and paper airplane_out

Dünyada sayısız hayranı olan Miyazaki’nin emeklilik filmi Kaze Tachinu (The Wind Rises/Rüzgar Yükseliyor), 2. Dünya Savaşı öncesi Japonya’nın ilk (savaş) uçağını tasarlayan Jiro Horikoshi’nin hayatını konu alıyor. Filmlerinde fantastik unsurlar görmeye ve bu unsurların temsil ettiği metaforların soluk pastel çizimler içinde erimesine alıştığımız Miyazaki, bu sefer düş sahneleri hariç gerçekçi bir hikaye anlatıyor. Aslında sadece senaryosunu yazdığı bir önceki Ghibli (Miyazaki’ni stüdyosu) filmi Kokuriko-zaka Kara (From Up on Poppy Hill) da benzer sularda yüzüyordu. İki azimli lise öğrencisinin aşklarıyla Kore Savaşı’nın Japonya’daki etkilerini harmanlıyordu film. Bu yüzden sonraki çalışmasında bir mühendisin hayatına odaklanıp Japonya’nın 2. Dünya Savaşı öncesi durumunu incelemesini ve bunların ortasına da imkansız bir aşk yerleştirmesini hiç yadırgamadım (çoğu hayranının aksine). Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema (Oscarlıklar, !f Filmleri, vd)

L’écume des jours [Michel Gondry – 2013]

lecume des jours

Fransızların en kült romanından, severek takip ettiğim Gondry’nin uyarladığı filmi yarıda bıraktım. Gerçekten yılda 1-2 kez yaptığım bu eylemi, bir Gondry filmine yapmak istemezdim lakin film o kadar uçuk ki muhtemelen filmden 20. kopuşumda dayanamayıp kapattım. ‘Anlatılmaz seyredilir’ kalıbına cuk oturuyor, tabii dayanabilirseniz.

Stuck in Love [Josh Boone – 2012]

2 yıl önce çıktığında önemsemediğim bu filmi, yakın bir arkadaşım tavsiye etti. Ben de bir haftasonu kahvaltısında izledim. Hafif bir romantik komedi beklerken ciddi kelamlar da eden ama yerini de bilen bir romantizm eğlenceliği ile karşılaştım. Oyuncuları gayet iyi, ses kaydındaki şarkılar süper (Elliot Smith – Behind the Bars). Konu hafif klişe ama akıyor gayet, sıkmıyor. Bir kahvaltı filmi için gayet başarılıydı.

stuck in love

İlk cümlesi çok başarılıydı: “Acıttığını hatırlıyorum. Ona bakmanın verdiği acıyı.”

The Lego Movie [Phil Lord, Christopher Miller – 2014]

Oyuncak pazarlayan bir film ne kadar iyi olabilir ki? Bu kadar! Arkadaşımla tamamı çocuklar ve evebyenlerinden oluşan salona girdiğimizde kendimizi garip hissettik biraz. Ama filmin başarısı ağzımızı açık bıraktı. Çocukların (ne yazık ki) anlamadığı esprilere biz deli gibi güldük, gerçekten deli sanmış olabilirler. Hem çok eğlendik hem de bir film olarak çok keyif aldık.

lego-movie

Bir kere, konu çok başarılı: Bir faşist tarafından yönetilen Lego Dünyası’nda sıradan (hatta fazla sıradan) bir insanın kendini bulma ve faşist lideri devirme macerasını anlatıyor. İzlerken gülüyorsunuz ama aklınızın bir köşesine de Gezi Olayları geliyor. Hala devam eden anti-demokratik unsurların karşılıklarını teker teker filmde görüyorsunuz: Polisin faşizanlığı ve gerektiğinde satılması, insanlara talimatlar verilip dışına çıktıklarında cezalandırılmaları, televizyonun uyutma maksadıyla propaganda aracı olarak kullanılması, giderek artan kurallar, pahalılık, vb. İşin garibi tüm bunları dozunda kullanıp bunların birer metafor olduğunu çok güzel vermesi. Senaryo bu bakımdan harika! Lego’nun ‘talimatları uygulama oyuncağı’ değil de ‘kendi yaratıcılığını kullanma oyuncağı’ olduğunu altını çizerek, önemli olanın bireyin içindeki yaratıcılık olduğunu ve bunun da her insanda bulunduğunu vurgulaması bile alkışlanacak bir unsur!

Belirttiğim üzere bunu da gayet başarılı bir senaryo ile yapıyor. Yan rollerde Batman, Superman, Han Solo ve Gandalf gibi nice popüler figür var ve film hepsiyle bir güzel de dalgasını geçiyor. Tüm bunları da stop motion ile CG animasyonu tam dozunda birleştirerek görselleştiyor. Göz kamaştırıcı resmen. Şimdiden 2014’ün en iyilerinden olduğunu iddia edebilirim. ÇOK İYİ!!!! Daha fazlasını oku…

!f 2013 Filmleri

21/03/2013 2 yorum

Festivalin üzerinden bayağı süre geçti ama ancak yazacak zamanı bulabildim. Normalde !f, daha deneysel takıldığı için en fazla 1-2 filme giderdim. Ama bu yıl, AFM’den CineMaximum’a transfer olduklarından (aslında zorunlu bir geçiş bu, geçtiğimiz yıl Mars Group ile AFM birleşip CineMaximum’u ve dolayısıyla ülkenin en ciddi tekellerinden birini oluşturdular!) herhalde daha genel akıma hitap ettiler. Oscar adayları ve geçen senenin isim yapmış bağımsız yapımları programda göz doldurdu. Hatta ilk defa, ünlü bir Türk yönetmenin Türkiye galasını gerçekleştirdiler. Bakalım önümüzdeki yıllarda nasıl devam edecekler…

20 Little Films [Çeşitli – 2012]

David Lynch’ten Leos Carax’a, Apichatpong Weerasethakul’dan Jean-Luc Godard’a dünyanın önde gelen (genelde festival takipçilerinin bildiği) yönetmenlerinin 2012’de Venedik Film Festivali için hazırladığı 20 kısa filmden oluşan bir seçki. Çoğunu oldukça saçma ve manasız bulduğumu ifade etmeliyim. Sonuçta büyük egoların yaptığı 2-3 dakikalık filmlerdi. Birkaç tanesi fena değildi. En iyisi ise Leos Carax’a ait olandı, oldukça sürreal ve çarpıcı bir çalışmaydı ve 1 dakika bile sürmedi!

Sans Soleil (Güneşsiz) [Chris Marker – 1983]

Sans_Soleil

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz ünlü sinema sanatçısı (adını sadece sıkı sinemaseverler bilir, çünkü sadece deneysel çalışırdı ama günümüzün çoğu yönetmeni ona hayrandır) Chris Marker’ın en bilinen ikinci çalışması (ilki La Jatee‘dir). Marker gerçek bir sanatçıydı çünkü bilinen formatlarda çalışmazdı, ısrarla farklı ve tabu yıkan işler yapardı. Sans Soleil de bir belgesel gibi gözükse de o formattan ayrılan özellikleri var. Bir kere anlatıcısı kurgusal ve bu kişi, başka bir kurmaca kişinin izlenimlerini bize aktarıyor. Aslında Marker’ın kendi izlenimleri bunlar. Japonya ve Afrika’daki günlük hayat üzerinden hayata dair izlenimler aktarıyor. Bu sırada Hitchkock ve T.S. Elliot gibi kişiler üstüne de yorumlar yapıyor. Son derece garip, eşsiz ve düşündüren bir yapım. Daha fazlasını oku…

Engellilik ve Cinsellik: De Rouille et D’os ve The Sessions

Başlık biraz iddialı, evet. Cinselliği gayrı-resmi konuşmanın olağan, resmi konuşmanın ise tabu olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Suçu sadece kendimize atmamak lazım gerçi, çoğu kültür böyle lakin bizde uçlar biraz daha sivri. Küçük bir örnekle konuyu kapatalım: Anadolu’da değil el ele tutuşmak, kadının aile yanında erkeğe bakmasının hoş karşılanmadığı bir toplumda, hiç tanımadığınız bir adam Bursalı olduğunuzu duyunca kurduğu 10. cümlede Bursa’dayken gittiği genelevi anlatabiliyor.

Hem engelli biri olarak (tanımayanlar için, az seviyede ataxic cerebral palsy’yim), hem de kendi hayatı olan şehirli bir birey olarak; iki konuya gayet vakıfım. 😀 1 hafta içinde izlediğim 2 film, tam da bu konu üzerinde düşünmeme neden oldu. Düşüncelerimi de filmleri yorumlarken yazacağım. (Umarım bu yazı kötü bir yere gitmez 😀 )

628115-stephanie-marion-cotillard-dresseuse-orques

Ünlü Fransız yönetmen Audiard’un (bir önceki filmi Un Prophete muhteşemdi, izlemediyseniz kesin izleyin) yeni filmini her halükarda izleyecektim zaten. Konusu hakkında da en ufak fikrim yoktu. Böylece başladım De Roille et D’os (Rust and Bone/Pas ve Kemik)‘u izlemeye. Önce insan azmanı olarak tarif edebileceğim Alain’ın (Matthias Schoenaerts) oğluyla ablasına taşınmasını izliyoruz. Boş beleş bir insan ama bir barda bodyguard olarak iş buluyor. Bir gece çıkan kavgada tartaklanan Stephanie’ yi (güzeller güzeli Marion Cotillard) işi gereği eve bırakıyor. Ardından bir balina havuzunda eğitmenlik yapan Stephanie havuzda kaza geçiriyor ve bacaklarını kaybediyor. Tabii yoğun bir depresyona giriyor. Hiçbir şey yapmak istemiyor, filan (nedense tanıdık geldi :D). Bir gün öylesine Alain’ı arıyor, arkadaşça görüşmeye başlıyorlar. Alain, Stephanie’nin denize girmesini teşvik ediyor (ki bir engelli için harika bir terapidir, film de bunu çok yumuşak bir şekilde anlatıyor, Audiard farkı!). Derken konuşmalar daha derine kayıyor zamanla. Alain nasıl diğer günlük işlerinde Stephanie’ye yardımcı oluyorsa, cinsellikte de yardımcı olmayı teklif ediyor. (Tamam, sonuçta Marion Cotillard var karşısında ama bu etkiyi bertaraf edin) Stephenie’nin bu konuda verdiği ilk cevap tüylerimi ürpertti: “Kazadan sonra bir daha asla seks yapabileceğimi düşünemedim. Eskiden erkeklerin bana bakmasından zevk alırdım. Şimdi ise onların gözünde bir hiçim!” (Tam bu kelimeler olmasa da yakın anlamda) Tabii basit gözüken bir seks, zamanla başka bir şeye dönüşüyor.
Daha fazlasını oku…