Arşiv
2016 Yılı Değerlendirmesi
2016 hakkında yazmak çok zor. Her bakımdan çok garip bir yıl oldu. Yeni yıla girdikten sadece birkaç saat sonra yoğun tipi altında eve döndüğümü hatırlıyorum. Yılın zorlu geçeceğinin ama bir şekilde işlerin yolunda gireceğinin işareti miydi, acaba o kısa ama fantastik yolculuk.
Yılın ilk birkaç ayını hiçbir kanala satılamayan bir dizi projesinin senaryo grubunda geçirdim. Bu süreç beni, sinemanın arka planı hakkında düşünmemi sağladı. Meşekkatli ama eğitici bir dönemdi. Kişisel olarak amacıma ulaştığımı düşünüyoum. Bu proje için yazdığım bir bölüm hikâyesini başka bir hikâyemle eklemleyerek beni heyecanlandıran bir proje özeti yazdım geçen ay. 2017’de ara ara da olsa bunun üzerine çalışmak istiyorum.
Martın başında ufak bir operasyon geçirdim. Ameliyat çok kısaydı ama iyileşme süreci çok uzundu. Beni bıktıran ama hayatın farklı yönleri hakkında da düşündüren bir üç aydı. İnsan, başına gelen her şeyden bir kazanç sağlamayı bilmeli. Hayatta çoğu olayın/unsurun sanıldığı kadar tesadüfi olmadığını düşünüyorum. Fakat insan ırkı o kadar bencil, umursamaz ve sabit fikirli ki bu fırsatları kazanca dönüştüremiyor. Çevrenizde bunun sürüyle örneğini dikkatli bakarsanız görebilirsiniz.
Mesleki anlamda da beni zorlayan ama geliştiren bir yıldı. Mayısta Bursa’da gerçekleşen OTEKON’da arka arkaya iki makale sunumu yaptım. 1.5 ay sonra da Atina’da gerçekleşen Uluslararası Ses ve Titreşim Konferansı’nda (ICSV) ilk İngilizce sunumumu yaptım. Konuşması hep sorun olmuş bir engelli olarak bu deneyimler bana farklı ve olumlu hissiyatlar yaşattı. Daha fazlasını oku…
Medeniyet ve Dostluk Üzerine: Le Déclin de L’empire Américain
Denys Arcand’ın yönettiği ve Türkçe adı Amerikan İmparatorluğu’nun Çöküşü olan Le Déclin de L’empire Américain (1986), her şeyden önce bir dostluk filmi. Dört kadın ve dört erkekten oluşan sekiz karakterin bir akşam yemeği öncesindeki kişisel muhabbetlerini, yemek esnasındaki toplu istişarelerini ve ardından yaşananları izliyoruz. Tabii ki filmi önemli hâle getiren bu kişilerin konuşmalarının içindeki hususlar. Bu konuşmalar; medeniyet, cinsellik, aile hayatı, evlilik, yozlaşma, tarih ve bu konuların birbirleriyle ilişkileri hakkında oldukça lezzetli, bazen sinir bozucu ama çoğunlukla doğruluk payı bulunan önermeler/düşünceler/saptamalar içeriyor. Filmi akıcı, ilginç ve önemli hâle getiren de tam da bu.
Film, jeneriğin aktığı uzun bir plan-sekansla başlıyor. Sekansın sonunda karakterlerimizden Dominique’in yeni kitabı hakkında yaptığı röportajı izliyoruz. Kitabın ana önermelerinden biri olan “Günümüzde kişisel mutluluğun önemli ve öncelikli hâle gelmesi, medeniyetin çöküşünü hazırlıyor.” cümlesi, filmin de temel dayanaklarından biri. Filmde geçen sonraki konuşmalar da, bu cümleye paralel saptamalar yapıyor. Dominique, önermesini savunurken tarihten çeşitli örnekler veriyor ve bu örneklerin günümüzle benzeştiğine dikkat çekiyor. Bu sahneyi manalı bir girizgâh olarak görebiliriz.
Filmin ilk kısmında çoğu akademisyen olan karakterleri, erkekler ve kadınlar olarak ayrı ayrı izliyoruz. Erkekler, göl kenarındaki evde akşam yemeği hazırlığı yaparken cinsel hayatlarından konuşuyorlar. Remy, evli olmasına rağmen hızlı ve çok eşli cinsel hayatını överek tüm açıklığıyla ortaya seriyor. Pierre’in, onun yanında gibi gözükmesine karşın “Aşkın zamanla bitmesi aldatmayı beraberinde getirir.” önermesini savunduğundan çok uzun sürmeyen ilişkiler yaşadığını anlıyoruz. Eşcinsel olan Claude, günübirlik ilişkilerden aldığı hazdan ötürü birine bağlanamadığını ifade etse de bunun, yaşadığı AIDS korkusundan da olabileceği hissine kapılıyoruz. Filmin en etkisiz ve genç elemanı Alain ise bu üç deneyimli erkeğin anlattıklarından biraz korkuyor çünkü hâlâ gençliğin verdiği romantizme sahip.
Kadınlar ise aynı zaman aralığında, bir spor salonunda fitness yaparken, yüzerken ve saunada dinlenirken aynı şeyi konuşuyorlar. Remy’nin eşi Louise, fantezilerini anlatırken diğer yandan eşine sadakatinin altını çiziyor. Hiç evlenmediği belli olan Dominique, tek gecelik ilişkilerden oluşan cinsel hayatını çok detaya girmeden anlatıyor. Diane, gençliğinde evlenip çocuk sahibi olmuş ama boşandıktan sonra elinde kalan yalnızlıktan muzdarip salt cinselliğe saldırmış durumda. Pierre’in genç sevgilisi Danielle ise tüm bunları yüzüne kondurduğu büyük bir tebessümle dinliyor. Daha fazlasını oku…
Hayattan Notlar
- Geçen hafta sinemamızın ünlü yönetmenlerinden Metin Erksan vefat etti. Erksan, sinemamızdaki kendine has bir üslubu bulunan nadide yönetmenlerdendi. Ülkemize Berlin’den Altın Ayı’yı ilk getiren yönetmendi, üstelik 1964’te. Tüm filmlerini izleyemesem de belli başlı filmlerini izlemişimdir. Yılanların Öcü ile Kuyu’yu bahsedildiği kadar sevememişimdir. Ama Susuz Yaz ile Sevmek Zamanı benim en sevdiğim Türk filmleri arasındadır. Bilhassa Sevmek Zamanı kendine has yapısı ve atmosferiyle sadece ülkemizin değil, dünya sinemasının sayılı örneklerindendir.
- Sevmek Zamanı, adı üzerinde bir aşkı anlatır ama bu aşk, bir insana duyulan aşk değil, bir insanın suretine (resmine) duyulan aşktır. Müşfik Kenter’in oynadığı boyacı ustası, iş yaptığı evlerden birinden bir resme aşık olur. Sonra resmin sahibi karşısına çıkıp bu ilginç durumu görünce o da boyacıya aşık olur ama boyacı onu reddeder. “Ben seni değil, suretini seviyorum. O hiç beni bırakmayacak.” der. Çok derin felsefi hatta tasavvufi alt metinleri olan, aşk üzerine çok farklı düşünceler üreten eşsiz bir filmdir.
- Bunları yazmayı düşünürken bu akşam da Müşfik Kenter’i kaybettik. Bilhassa sesi ile hafızalarımıza kazınmış önemli bir tiyatrocuydu. Sahnede birkaç kez izleme fırsatım olmuştu küçükken. Benim aklımda hep Sevmek Zamanı ile aklımda kalacak ama.
- Bu maddeyi okuyanlar abartıyorsun diyebilir ama gerçek bir dost arkadaşının zevklerini bilir ve uygun zamanlarda bu doğrultuda aksiyonlar alır. Mesela hiç unutmam, yıl 2007, Bergman ölmüş, ben de Almanya’da kamptayım. Cebime bir mesaj geldi, “Başın sağ olsun, Bergman da ölmüş.” diye. O kadar mutlu olmuştum ki yurtdışındayken bile bana böyle bir jest yapan bir dostum vardı.
- Çok Bergman filmi izlememişimdir ama benim için çok önemli bir yönetmendir. Hayatının son 25 yılında film çekmese de onun gibi bir sanatçıyla aynı dünyada yaşadığımı bilmek bana huzur veriyordu. Garip ama gerçek bir duygu.
- Bazen bir kişiyi tanımak için salt onunla konuşup gözlemlemeniz yetmeyebilir. Onunla ilgili gizli, garip, kıyıda kalmış bilgileri hayatını inceleyerek öğrenebilirsiniz. (bkz. Sherlock Holmes) Mesela sevdiği filmler, şarkılar, yemeği sipariş etme biçimi, yürüyüşü, tokalaşması, vs, vs… Çoğu kişinin dikkat ettiğine inanmadığım ama benim çok uyguladığım bir olgudur.
- Mesela eski kız arkadaşım A Little Bit of Heaven adlı bir filme hayran kaldığını söylemişti. Normalde izlemeyecektim filmi ama sırf onu daha iyi anlayabilmek için izledim. Hatta film bitince onu arayıp, “Senin filmi izledim.” dedim. “Neden?” diye sordu, ben de “Seni daha iyi tanıyabilmek için.” dedim. Şaka yaptığımı sanmıştı ama gerçeği söylüyordum.
- Film, gördüğüm en felaket oyuncu seçimi hatalarından birini barındırıyordu. Aslında çok sevdiğim Gael Garcia Bernal, film için korkunç bir hataydı, son derece de kötü oynuyordu Bernal. Böylece filmden başta soğuyorsunuz, genel olaraksa vasatı zaman zaman yakalayan bir filmdi. Bariz bir de tempo sorunu vardı.
- Ama filmi iki sahnesi için bile izleyebilirsiniz. Peter Dinklage’ın (her zamanki gibi) yine döktürdüğü jigolo performansıyla esas kadınımıza hayat dersi verdiği sahne. İkincisi ise finaldeki cenaze partisi.
- Cenaze partisi kavramı bizim kültürümüze oldukça ters, hatta ayıplı bir olgudur. Ölünün ardından eğlenilmez, hatta 40’ı çıkmadan dışarıya adım atılmaz. Çünkü ölüm, kötü bir şeydir ve yas tutulmalıdır. Herkesin görüşüne çok saygılı olsam da bana saçma geliyor. Çünkü bence ölüm, tıpkı doğum gibi doğal bir süreçtir. Bu hayatın sonlanmış olması, o ruhun acı çekmesi manasına gelmiyor. Ölümden sonrası muamma olsa da ölen ruh için yeni bir başlangıç manasına bile gelebilir. Arkada kalanlar onu bir daha göremeyecek olsa da, onu anmak için ve belki de onu yeniden tanımak için yapılacak bir töreni (eğlence olsun, olmasın, tercihtir) evde oturup karalar bağlamaya yeğ tutarım.
- Nitekim Metin Erksan’ın ölüm haberini aldıktan sonra, onun sonsuza kadar yaşayacak filmlerinden birisini seyretmek güzel olmaz mı?
- Son zamanlarda Redd’in son albümünü (Hayat Kaçık Bir Uykudur) dinliyorum arka arkaya. Biraz içinde bulunduğun moda da bağlı olsa da, yine güzel bir albüm çıkarmış Redd. ‘Senden Sonra’ ile ‘Iskaladık Birbirimizi’ bana hitap eden özel parçalar olsa da, Şebnem Ferah düeti ‘Sevmeden Geçer Zaman’ ile ‘Beni Sevdi Benden Çok’ gelecekte de dinleyeceğimiz şarkılar olacak.
- Geçen hafta, ünlü TV dizisi Oz’u bitirdim. 1997-2003 arası yayınlanan dizi, 6 sezonu boyunca Oswald Hapishanesi içindeki olayları anlatıyor. Çok karakterli yapısı ve 1 saatlik bölümleriyle bugün artık alıştığımız az bölümlü HBO dramların ilki. Oldukça gerçekçi yapısıyla fazlasıyla dikkat çekiyor. Kan, şiddet ve cinsel istismar izlemek sizi pek etkilemiyorsa, aklınızın kenarında tutmanız gereken bir dizi. Hayran kalabilirsiniz.
- Yalnız kaldıysan , kalkıp pencerenden bir bak
Güneş açmış mı , yağmur düşmüş mü
Dön bak dünyayaHerkes gitmişse , sakince arkana dön bir bak
Dostun kalmış mı , aşkın solmuş mu
Dön bak dünyaya , dön bak dünyayaYalnız kaldıysan , kalkıp pencerenden bir bak
Güneş açmış mı , yağmur düşmüş mü
Dön bak dünyaya
Bir sonbahar kadar yalnız , bir kış kadar savunmasız
Ya da ilkbaharsan , yolun başındaysan
Asla vazgeçme , kalkıp da pencerenden bir bak
Güneş açmış mı , yağmur düşmüş mü
Dön bak dünyaya
- Pinhani’nin ilk albümünde daha Kavak Yelleri saçmalığı başlamadan albümün en sonundaydı bu parça. Basit ama bilge sözleriyle sizi kendine çekiyordu ama asıl parçayı önemli kılan son 3 dakikasındaki enfes Akın Eldes solosuydu. Hala dinlerken tüylerim diken diken oluyor. Daha Pinhani ünlü olmadan Şero ile bir hafta içi gecesi Joker’de dinlemiştik grubu. Eldes canlı olarak farklı bir solo atmıştı, kendi kanıtlarcasına. Müzik tarihimizin kıyıda kalmış önemli şarkılarındandır, Orhan Atasoy’un ‘Gemiler’i misali.
Arkadaşlık Üzerine
Bu sefer arkadaşlık üzerine yazmak istiyorum. Çünkü çok mühim bir mesele. Sosyal bir varlık olan insanın ilk yaşlarından itibaren edindiği ve zaman geçtikçe sayısında değişiklik arz eden bir ilişki.
Tatil Notları
- 2010-2011 çalışma sezonu benim için çok yoğun geçti. Yeniden İstanbul’a geldim, eve taşındım, evi oturttum, yeni iş, yeni görevler, yeni arkadaşlar, kendi arama, bulma, yeni fikirler-olaylar, vb… Yani fiziki, ruhi ve zihnen yoruldum. Bu yüzden 2 hafta ‘normal hayatın dışına çıkma’ tatilim çok zekiceydi ve başarılı sonuç alındı.
- Tabii herkesin Kuşadası gibi, uzak bir limanda olmuyor. Bu bakımdan çok şanslı olduğumun da farkındayım.
- Kuşadası, son 10 yıldır hep aynı ve artık değişmeyecek de: Sessiz, sakin, harika bir denizi var (Kadınlar Denizi), gece hayatı minimal.
- Tabii bu, evi olanlar için geçerli. Otele geleceklerin son tercihlerindendir çünkü dağınıktır, şehir planlaması berbattır, eğlenilecek yer nerdeyse yoktur ve doğal olarak popüler değildir.
- Bu yüzden de en parasız turist buradadır. İngiliz-Alman görürseniz, zaten evleri vardır onların.
- Bu sebepler yüzünden merkeze 3 kere indim 15 gün içinde. Hepsinde de yapılacak bir şey vardı. Hiçbir zaman öylesine adaya (merkeze ‘ada’ denir) inilmez Kuşadası’nda.
- Günlerim, uyuyarak, kitap okuyarak, yüzerek, geyik yaparak geçti. Tam istediğim gibi.
- Kuşadası’ndaki çevrem beni devamlı kitap okuyan biri sannediyor! Halbuki Kuşadası hariç pek okuyamıyorum.
- İlber Oltaylı’nın röportaj kitabını okudum. Tarih üzerine düşünceleri, fikirleri ve saptamaları gayet sıra dışı. Ama günümüze bakışı gayet sıradan. Zıtlıkların bir arada bulunuşuna harika bir örnek. Kesinlikle incelenmesi, feyz alınması gereken biri.
- 3 ay önce başladığım Yoga Nedir? Ne Değildir? kitabını orada bitirdim. Bitirdikten 3 gün sonra, okuduğum fenomenlerden birine gözümle şahit oldum:
- Dilediğiniz ağırlıkta birini (abartabilirsiniz) sadece işaret parmaklarıyla 4 kişi kaldırabilir mi? Cevabı evet! Odaklanmanız kafi!
- Bundan sonraki amaçlarımdan biri zihnimi dizginleyebilmek. Bunu başaran biri her istediğini yapabilir. Hem de her istediğini!
- Hiçbir teknoloji olmadan da eğlenebilineceğinin kanıtı gecenin bir vakti, bir masa etrafında Vampir oynamaktır. “Bana sinsi sinsi bakmayın. Ben basit bir köylüyüm!”
- Ya da kabak oynamak! “Ektim, biçtim 6 kabak oldu?” “6 kabak olmaz!” “Kaç kabak oldu?” “2!”
Paylaşmak Üzerine
Hayat paylaşınca daha güzelleşirmiş. Çocukluktan beri bizi bu yönde terbiye ettiler. Arkadaş edinin, dost edinin. Üzüntünüz paylaştıkça azalsın, sevinciniz paylaştıkça artsın! Doğruya doğru. Paylaşmayı bilmek gerçekten büyük bir erdem. Ama 21. yüzyılda bu mümkün mü?
Yıllık Denen Şey
Üçüncü kere son sınıf oluyorum. Orta sonu saymıyorum, okula direkt devam etmiştim, canım BAL’ıma. İlkokulda doğal olarak yıllık diye bir şey yoktu. Ama lise ve üniversitenin kaçınılmazları. Çoğunu son kez gördüğünüz insanlara bir anı bırakma isteği. “Seni bırakmayacağım, hep beraber olacağız.” geyikleri külliyen yalan. Çok ama çok yakınlar hariç kimse birbirini aramayacak, tıraşı keselim lütfen. Şu olacak ama: 10-15 yıl sonra umulmadık bir yerde biri karşınıza çıkacak, iki çift cümle kuracaksınız. Başka bir şey beklemeyin. Ben beklemiyorum, hatta 5 kişiyle iletişimi koparmazsam bir yıl içinde büyük bir başarı. Ama kastettiğim ciddi iletişimler, yanlış anlaşılmasın.
Şu sıralar herkes fırıl fırıl yazı yazıyor. “Sen şöylesin, sen böylesin, hani ikinci sınıfta şunu yapmıştık ya, hahahahah, kopmayalım bak, hayatın gülücükle dolsun.”, vs. vs. Klişe cümleler birbiri ardına sıralanır. Birkaç arkadaşıma klişe dışı yazıyım dedim, anlamadılar. “Ne biçim yazmışsın!”, az kalsın yeniden yazdıracaklardı. İlle klişe olacak. İlle iki anı anlatılıp gülünecek, kinaye yapılacak, dilek dilenecek. Yapmacıklığın bu kadarı. Gerçek hayatta söyleyemediğin şeyleri, başkaları okusun diye yazsan ne olacak. Kalben yazılmayan şeyler ne kadar kıymetlidir?
Üstelik, orada yazanlarla gerçekten görüşmüyorsun, yani çoğuyla. 3 hafta önce Bursa’daydım, gece uykum kaçtı, dön Allah, dön. Tık yok. Sonunda pes ettim. Aklıma yıllık geldi, yazmaya başlayacağım ya yeniden, biraz kopya çekerim belki. Dolaptan aldım, inanılmaz ağırdır bizim lise yıllığı. 300’ü aşkın mezun olursa, ağırlık da böyle olur. Ne ise, sayfamı açtım, benimki 2 sayfadır, söylemesi ayıp. Okudum teker teker. Başta Aylin, lisede çok yakındık, şimdi yılda 3 kez zor görüyorum, o da genelde İstiklal’de denk gelirsek. Bir yere çağırım gelmez, çağırmam bozulur. İkinci Engin, yeni yıllıkta da ikinci, her Allah’ın günü beraberiz. Üç, Selçuk’um, kendine özeldir, çok severim, ara sıra kampüsünden çıkarsa buluşuruz (di mi, Selçuk?). Dört Toktaş galiba. Geri sıralamayı hatırlamıyorum, ama çoğuyla görüşmüyorum. Son beş yıldır 3 kez görmüşsem iyidir. Pardon, Şaho ile Ozan da var, canlarım, ayrı düştüğümüzden görüşemeyiz ama yılda 3-4 mutlaka buluşuruz. Şaho’m şu an Troyes’da, NY’a iki saat uzakta. Ozan da Hindistan’a gidiyordu en son, dur aramak lazım bir.
Kalanı diyordum. Mesela dikkatimi çekenler: Tolga Gülerhocaoğlu, hiç haber alamadım, nerde, ne yapıyor, belirsiz. Pek de severdim Tolga’yı. Rukiye, tıp okuyordu en son, bir kere görüştük galiba, ne zamandı bilmiyorum. Keza İpek Yüksel, İstanbul’da okuyormuş, belki mezun oldu bile. Engin görmüştü bir kere.
Sonuç: Yıllık hem gereksiz hem çok gerekli bir obje. Gereksiz, çünkü yazılanların çoğu yapmacık, bir daha hiç okunmayacak, hatta çoğunluk kitabı kaybedecek, değer vermeyecek çünkü. Gerekli çünkü aradan belli bir vakit geçtikten sonra muhasebe yapmak, hatırlamak için birebir, unuttuğun kişileri hatırlamak çok güzel bir duygu. En güzeli de hayatının 4-5 yılının küçük de olsa bir kanıtı, özeti olması.
Son Yorumlar