Başlangıç > felsefe, fikir, hayat, saçmalama edebiyatı > Güzellik Yarışması

Güzellik Yarışması

Ünlü ekonomist Keynes’in borsadaki eğilimler üzerine bir teorisi var. Adı da çok cafcaflı: Keynes’in Güzellik Yarışması (Keynesian Beauty Contest). Teori aslında bir kurguya dayanıyor:

Bir güzellik yarışması düzenlendiğini düşünün. Bu yarışmada en güzelin haricinde onu seçen (doğru kişiyi tahmin eden) kişilere de ödül veriliyor. Keynes diyor ki “Böyle bir durumda seçiciler, en güzel olduğunu düşündüğü kişiyi değil, başkalarının kimi seçeceğini düşünerek seçim yapar.” Yani kişi, genel eğilimin ne olacağını düşünür.

İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lere kadar dünya ekonomisini yönlendiren kişilerden biri olan John Maynard Keynes (1883-1946)

Keynes bu düşünceye ‘birinci derece’ diyerek borsa ve benzeri finans pazarlarında ikinci ve hatta daha da yüksek derecelerde eğilimler olabileceğini söylüyor. İkinci derecede ise kişi, genelin, genel eğilimin ne olacağını tahmin edeceğini düşünüyor.

Ben bu teoriyi geçen yıl Fularsız Entellik podcast’inin bir bölümünde duymuştum. O zamandan beri de teorinin sanata uygulanabilirliği üzerine düşünüyorum. Şahsi görüşüm gayet oturduğu.

Herhangi bir insan, herhangi bir türde bir sanat eseri üretebilir. Türüne göre bir eser üretmenin maddî maliyeti çok değişkendir. Ama mesela edebiyatta sıfıra yakındır. Bir defter ve bir kalemle bir başyapıt ortaya çıkarabilirsiniz.

Diğer taraftan bir de manevî maliyetler vardır. Yine edebiyat üzerinden gidersek, iyi bir eser yaratabilmek için öncelikle iyi bir okuyucu olmanız gerekir. Okuduğunuz kitapların maliyetini görmezden gelelim ama onları okumak için çok vakit harcamanız gerekir. Yine eserinizi düşünmek, yazmak, düzeltmek ve tekrar yazmak için de bir sürü vakte ihtiyacınız var. Bu zamanların size doğrudan bir maliyeti olmasa da o vakitlerde, mesela bir işte çalışarak, para kazanabileceğinizden aslında size dolaylı olarak bir maliyeti oluyor.

Tabii yazmayı asıl işiniz olarak değil de, benim gibi bir hobi olarak zevkine yapıyorsanız dolaylı maliyetlerin size hiçbir negatif etkisi olmaz. Tersine sizi rahatlattığından iş ve özel hayatınıza pozitif etki edecektir. Ama birincil işiniz yazmaksa, durum değişir. Mesela yazarların başına sıklıkla geldiğini duyduğum ‘yazar tıkanması’ bu yüzden oluyor. Yazar yazamamaktan dolayı bunalıma giriyor. Bunun sebebi de genelde para kazanamamak (ya da kaybetmek) oluyor. Bu süreci bambaşka eserlere dönüştüren sanatkârlar da var tarihte. Coen Biraderlerin Barton Fink’i (1991) ya da Charlie Kaufman’ın garip zihninden çıkıp Michel Gondry’nin peliküle aktardığı Adaptation. (2002) sinemadan iki örnek sadece.

Bir sanatçı üretemezse ne olur? Coenler bunu, sanatçı kibrini ve Hollywood’un sanatçıları nasıl öğüttüğünü Barton Fink‘te tiye alıyorlar.

Şimdi de işin üretim sonrası kısmına bakalım. Bir eser ürettiniz. Birkaç seçeneğiniz var aslında. Bu eseri kimseyle paylaşmayabilirsiniz ya da hiçbir maddî beklentiye girmeden eserinizi kamuyla paylaşabilirsiniz. Örneğin yazınızı telif beklemeden internete koyabilirsiniz. Lakin iş, telif hakkı elde etmek istediğinizde çok değişiyor.

Nasıl satacağınızı hiç düşünmeden bir eser ürettiğinizi ve bu eserin nitelik açısından ortalamanın üstü olduğunu varsayalım. Eseriniz hiç talep görmeyebilir. Güzellik yarışmasına analoji yaparsak kimse size oy vermeyebilir. Çünkü o topluluğun ortalama düşüncesi, sizin eserinize ters olabilir. Nitekim sanat tarihi böyle sayısız örnekle dolu. Öldükten sonra okunmaya başlanan yazarlar, Van Gogh gibi yine vefatı sonrası sonrası kıymete binen ressamlar ya da içerdiği düşünceler yüzünden aforoz edilip yıllar sonra izlenebilen filmler… Bu durumda sanatınızdan para kazanamayacaksınız. Ya aileden geliriniz olacak, ya sizi madden destekleyen biri(leri) (ki Rönesans dönemi ressamlarının neredeyse tamamı böyle geçiniyordu), ya asıl iş tercihinizi değiştireceksiniz, ya da sefil olacaksınız.

Tabii bir ihtimal daha var: Eseriniz, genel eğilime uymamasına rağmen veya uymasına yönelik plan yapmamanıza rağmen çok da para getirebilir. Nadir de olsa yine sanat tarihinde, üstelik sanatın her bir türünde örneklerini bulabilirsiniz. Genelde de böyle örnekler o sanat türünü değiştirir hatta. Çünkü bu sefer siz eğilimi değil, eğilim sizi takip eder. Picasso’nun ilk kübist eserleri, İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası, Beatles’ın ilk albümü, The Matrix (1999)…

Tabii -yine yarışma analojisine dönerek- genel eğilimin ne olacağın düşünerek eserinizi üretebilirsiniz. Bu durumda iki farklı tartışma konusu var. İlki, böyle bir üretimin maddî dönüşü: Eseriniz yine de tutmayabilir. Yani genel eğilimi doğru tahmin edemeyebilirsiniz. Ya da doğru tahmin ettiniz ama eserinizden daha iyisi tercih edilebilir. İkinci tartışma konusu ise bu üretimin sanat mı yoksa zanaat mı olduğu.

Bu konunun net bir cevabı olamaz bence. “Para kazanılan bir şey, sanat olamaz!” bir görüş ama o zaman hiçbir Hollywood filmini sinema eseri olarak nitelendirmememiz gerek. Nitekim stüdyoda çekilen filmleri hor gören film eleştirmenleri her zaman vardır. Ya da bir sponsorun parasıyla üretilen bir ürün, sanat eseri olamaz mı? Bu açıdan bakarsak Rönesans dönemi resimlerini çöpe mi atacağız yani? Ve yahut devlet desteğiyle (ve sansürüyle) çekilen klasik Rus başyapıtları?

Ünlü bir rivayete göre 1990’larda Casablanca‘nın (1942) senaryosu, sadece adı değiştirilerek tüm stüdyolara gönderilir ve hepsinden ret alır. Sanatın ne kadar göreli olduğunu gösteren mizahi bir örnek, doğruluğu meçhul olsa da.

Burada gerçekten büyük bir ikilem var: Sanat bir meslek midir? Evetse kişi, an azından karnını doyurmak için asgari de olsa para kazanmak zorunda. Örneğin bir yönetmen Kubrick değilse kendisinden az da olsa bir ödün verecektir. Yönetmen filmografilerini tamamen izlemeye çalışanlar bu tarz filmlerle çok karşılaşırlar. İzlediğinizde acayip garipsersiniz. Spielberg’ün de, Scorsese’nin de, Coenlerin de böyle filmleri var. Hele daha az tanınmış yönetmenler mecburlar buna. Richard Linklater’ın Bad News Bears’ını (2005) veya Kevin Smith’in Jersey Girl’ünü (2004) gençken izlediğimde anlam verememiştim.

Zaten sanat göreceli bir şey. Eminim Bad News Bears’a da bayılanlar vardır ve kimse de buna itiraz edemez. Lakin sanatsal değer bu kadar göreliyken maddî kazanç gayet net. Bütçeni amorti edip artıya geçtiğinde kazançlı olmaya başlarsın. Ama burada da neyin başarı sayıldığı göreli: Artıya mı geçmek, belli bir miktar mı kazanmak, yoksa bütçeni katlamak mı?

Bu kadar göreli bir sektörde önünü görebilmek, sürekliliği sağlamak başka bir meziyet. İşte burada işin içine piyasa kuralları devreye giriyor. Biz, sinemaseverlerin takip etmeye bayıldığı Oscar ve benzeri ödül törenleri, Cannes ve benzeri festivaller, fragmanlar, yıldız sistemi; hepsi piyasanın devamlılığı için oluşturulmuş veya kullanılmış piyasa araçları. Sonuçta seyirciyi manipülasyon etmeleri gerek.

Her şeyin dağıldığı ya da post-truth kavramıyla içinin boşaltıldığı dünyamızda bu manipülatif araçların gerçek yüzü daha da görünür olmaya başladı. Berlin Film Festivali yönetiminin takındığı İsrail yanlısı tutum, Oscar töreninde Filistin denememesi, Altın Portakal Festivali’nin iktidar kararıyla iptali…

Sanırım sanatın tarif edilememezliği, bu husustaki ana eksen. Kişiden kişiye, zamandan zamana, kültürden kültüre değişen ‘sanat’ kavramı, doğal olarak onu yapan kişiyi de eserini nerede, nasıl ve ne zaman ürettiğine göre çok etkiliyor. Türkiye’de bir opera çok ilgi çekmezken Viyana’da popüler olabilir. Ya da Güney Amerikalı bir sanatsever için bir Tango şarkısı, muhtemelen bir hat çalışmasından daha üstündür.

Sözü getirmeye çabaladığım (ve muhtemelen başaramadığım) nokta, sanatın muğlaklığını ıskalamamız ve piyasa ile kişilerin egosunun ısrarla bunun tersini savunmaları.

Bir çocuk için beyaz bir kağıt üzerindeki birkaç siyah çizgi veya babasının yaptığı bir taklit sanat olabilirken onun yetişkin hâli için Shakespeare’in soneleri yegâne sanat eseri olabilir. Böyle bir skalada ve muğlaklıkta bir sanat eserinin ederi nasıl belirlenebilir ki?

Peki sanat, bir piyasada değerlendirilmemesi gerekiyorsa sanatçı nasıl para kazanmalı? Devlet, yani kamu desteklerse bu sefer sanat onun tahakkümü altına girmez mi? Tıpkı piyasaya açık olursa piyasanın boyundurluğu altına gireceği gibi.

Bu konunun sordurduğu soruların sınırı olmadığı gibi, çoğunun cevabı da ya yok ya da çok muğlak. Günümüzde sanat, satılabilir bir meta olarak görülüyor. Bu yüzden de onu üretenler veya üretmeye çalışanlar, tüketici eğilimlerini takip ediyorlar. Ego ya da para kazanma hırsı, sebebi ne olursa olsun çark genelde dönüyor. Çok nadir de olsa sistem dışından bir şey gelip düzeni değiştiriyor ama zamanla o yenilikçi eser de sistemin çarklarından birine dönüşüyor.

Tüm zamanlarda en sevdiklerim arasında ilk beşe alacağım bu şarkı, sanatçının toplum içindeki rolünü sorgular. En azından liseden beri her dinlediğimde beni düşündürtüyor.

Yine de sanatın muğlaklığının ve öngörülemezliğinin, sistemi bir yerde tamamen değiştireceğini düşünüyorum. Çünkü insanı diğer canlılardan farklı kılan önemli unsurlardan biri, sanat. Günün birinde tüm insanlığın onu bir meta olarak değil, bizi ileriye götürecek bir özellik olarak göreceğini düşünüyorum, bir güzellik yarışması objesi olarak değil.

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın