Arşiv

Archive for the ‘felsefe’ Category

Güzellik Yarışması

Ünlü ekonomist Keynes’in borsadaki eğilimler üzerine bir teorisi var. Adı da çok cafcaflı: Keynes’in Güzellik Yarışması (Keynesian Beauty Contest). Teori aslında bir kurguya dayanıyor:

Bir güzellik yarışması düzenlendiğini düşünün. Bu yarışmada en güzelin haricinde onu seçen (doğru kişiyi tahmin eden) kişilere de ödül veriliyor. Keynes diyor ki “Böyle bir durumda seçiciler, en güzel olduğunu düşündüğü kişiyi değil, başkalarının kimi seçeceğini düşünerek seçim yapar.” Yani kişi, genel eğilimin ne olacağını düşünür.

İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lere kadar dünya ekonomisini yönlendiren kişilerden biri olan John Maynard Keynes (1883-1946)

Keynes bu düşünceye ‘birinci derece’ diyerek borsa ve benzeri finans pazarlarında ikinci ve hatta daha da yüksek derecelerde eğilimler olabileceğini söylüyor. İkinci derecede ise kişi, genelin, genel eğilimin ne olacağını tahmin edeceğini düşünüyor.

Ben bu teoriyi geçen yıl Fularsız Entellik podcast’inin bir bölümünde duymuştum. O zamandan beri de teorinin sanata uygulanabilirliği üzerine düşünüyorum. Şahsi görüşüm gayet oturduğu.

Daha fazlasını oku…

21. Yüzyılda Milliyetçilik

Milliyetçilik nedir? Aynı milletten gelen insanların birbirini kollaması mıdır? Öyleyse millet nedir? Bir devleti oluşturan kişiler mi yoksa aynı ırktan gelen kişiler mi?

İkinci sorunun cevabı ne olursa olsun, artık milliyetçilik ölmüştür. Çünkü kapitalizm, daha basitiyle sistem giderek küreselleşen bir dünyada ‘milliyetçilik’ engeliyle kendini sınırlamak istemez. Giderek büyüyen bir şirket, asla bir millete (ister bir ırka, ister bir devlete) saplanıp kalamaz. Kapitalizmin yapısı gereği hep büyümek zorunda kalacaktır, bu da şirketi uluslararası yapmaya, yani milletler üstü hale gelmeye zorlayacaktır. Aksine çalışan bir şirket ya bir süre içinde yok olur ya da başka bir şirket tarafından alınır. Bunun bir sürü örneğini ekonomi tarihinde görebilirsiniz. Hatta bunun küçük çaplı örneği olarak aile şirketlerini düşünün, kurumsallaşmayan bir aile şirketi bir süre sonra batmaya mahkumdur.

Daha fazlasını oku…

Kategoriler:felsefe, politika

Paylaşmak Üzerine

27/04/2011 1 yorum

Hayat paylaşınca daha güzelleşirmiş. Çocukluktan beri bizi bu yönde terbiye ettiler. Arkadaş edinin, dost edinin. Üzüntünüz paylaştıkça azalsın, sevinciniz paylaştıkça artsın! Doğruya doğru. Paylaşmayı bilmek gerçekten büyük bir erdem. Ama 21. yüzyılda bu mümkün mü?

Şöyle bir örnekle başlayayım: Çocukluktan beri sinemaya aşığım. Sinemaya gitmeyi, genel olarak film izlemeyi çok ama çok severim. Ama hayatım boyunca bir arkadaşım olmadı ki bu tutkuma yaklaşabilsin. Sinema aşığı arkadaşlarım var tabii ama benimki bir manyaklık. Ben aynı gün 4 kere sinemaya giden, üstüne evde de film izleyebilen ve bundan hiç sıkılmayan biriyim. Şimdi bu tutkumu kimse paylaşmadığı için yapmayayım mı? Evet, paylaşmak güzeldir ama günümüz, üzülsek de kızsak da, bireysellik çağı.
Bireyselleşme, ciddi bir kavram. Globalleşme kadar popüler olmayan ama en az onun kadar önemli bir kavram. Çünkü dünya globalleştikçe insan bireyselleşiyor. Global kanunlar bunu böyle istiyor. Tek başınıza ayakta kalın, çalışın, yaşayın, tüketin.
Bunun politik yapısı ve sosyal hayata etkisine girmeyeceğim (beni oldukça aşar, ne politik altyapım var ne de sosyal-bilimciyim). Amacım, bu bireyselleşmenin bireyin hayatına etkisini biraz olsun ortaya koymak. Biraz komik bir cümle oldu ama devam edelim.
Biz, Türkler (milliyetçi olarak algılamayın, Atatürkçü Türk’ünden bahsediyorum), geniş ailelerde yaşamışız ahirden beri. Tüm hayatımızı beraber geçiriyormuşuz. İnsanlar, uyurken bile, hiç yalnız kalmazmış. Ama günümüzde bunun tam tersi bir hayat yaşıyoruz. Herkes kendi evini, o olmasa bile kendi odasını istiyor. İnsanlar mahremiyet istiyor, kendine ayıracak zaman istiyor. Kendi istediğini yapabilecek bir alan istiyor. Bu yazdıklarımı negatif olarak algılamayın, bazılarınıza öyle gelse de, hepsi birer tespittir.
Ben mesela. Kendi evimde yalnız yaşıyorum ve bundan inanılmaz mutluyum. Eve girince kapıyı kitleyip yalnız kalmak, bana büyük bir haz veriyor. Film izlemek; izlerken dilediğim kadar bağırmak, gülmek, konuşmak, bir şeyler yemek; müziği açıp kendi kendime söylemek, bazen salak salak dans etmek…. Bunlar beni ben yapan unsurlar. Kimseyle paylaşmak istemediğim şeyler bunlar. Çok şükür ki Tanrı’ya, arkadaşlarım da var dostlarım da. Onlarla çıkıyorum, yemek yiyorum, konuşuyorum, bir şeyler paylaşıyorum. Lakin eve gelince de kendimle kalmak istiyorum.
Artık her şeyin paylaşılamadığı bir dünyadayız, ne kadar üzülsek de bu böyle. Olay sadece hepimizin maskelerle etrafta dolaşması değil, her ne kadar ana etken olsa da. Biraz da bazı şeyleri paylaşacak insanları bulamıyoruz. Bazen olmuyor işte, bulunmuyor. Ben istemez miyim, benim kadar manyak bir sinema delisiyle arkadaş olmayı. Yok işte. O zaman da kendi manyaklığımı kendim yaşıyorum.
Mesela İstanbul’a geldiğimden beri (ki 8 yıl olmak üzere) şöyle güzel bir bar konserine gitmek istemişimdir. Oturduğun yerden eşlik edeceğin, belki bir kadeh içki alacağın, zaman zaman gözlerini kapatıp eşlik edeceğin. Hiç imkan olmadı, çünkü bu tarz bir şeyden keyif alan arkadaşım olmadı, olsa da imkan olmadı. Benim de canıma tak etti ve bu cuma Alt Nokta’da Jülide Özçelik konserine gidiyorum. Arkadaşlarıma da haber verdim, gelmeseler de ben gideceğim.
Çünkü bazı şeyler, böyle de güzel. İçinden geliyorsa yapacaksın, başkasını beklemeyeceksin. Devir böyle. Tabii, biri gelip bunu senle paylaşmak isterse de, bencillik yapmayıp paylaşacaksın.
Yalnızlık Ömür Boyu, sevgili okur. Beğen yada beğenme. Keşke yalnız olmasak. Ama nasıl yalnız doğmuşsak ve yalnız öleceksek, hayatı da (abartmadan) yalnız yaşamanın çok sakıncası yok sanırım.
Anladım, sonu yok yalnızlığın,
Her gün çoğalacak.
Her zaman böyle miydi, bilmiyorum.
Sanki dokunulmazdı, çocukken ağlamak.

Videoda Kendini İzleyebilmek

1 aydır 2 oldu videoya çekiliyorum. Bunlar kısa videolardı, eğlenceliğine çekilen. Arkadaşlar geyiğine çektiler, hatıra olsun diye. Güzel de oldu.

Yalnız bu videolar, pek kimsenin bilmediği bir özelliğimin hortlamasını sağladı. Ben videoya çekilmeyi sevmem çünkü orada göreceğim görüntü aklıma gelir ve kendimi kasarım, çünkü o görüntüden tam manasıyla nefret ederim.
Geçen güne kadar bu korkumun, nefretimin üzerinde pek düşünmemiştim. Psikologumla konuşurken bundan bahsettim, daha doğrusu önce anlatmaya çalıştım. Size de açıklamak istiyorum çünkü ardından gelen yorum beni çok şaşırttı.
Bir kimse günlük hayat içerisindeyken, nasıl konuştuğuna veya nasıl davrandığını göremez. Tabii ki bu eylemleri fark eder, bilir ama dışarıdan birisiymiş gibi kendini gözlemleyemez. Mesela yaptığı küçük bir el hareketini gayr-ı ihtiyari yapar ve onun farkına varmaz ama dışarıdan onu gözlemleyen biri bunu kolayca görebilir.
Bunu benim durumumla ilişkilendirirsek, beni tanıyanlar, hatta sadece görenler bilir, çeşitli fiziksel engellerim var: Konuşmam gariptir ve ses düzeyi yüksektir; hareketlerim biraz dengesizdir. Ama ben, günlük hayat içerisinde bu saydıklarımı gözlemleyemiyorum, gözlerimden dünyaya baktığımda kendimi değil çevremi görüyorum. Sesim de bana gayet normal geliyor (bunun sebebini hala anlamış değilim).
İşte videoda kendimi görünce gerçek benle karşılaşıyorum. (Şizofrenik bir durum yok, merak etmeyin, geceleri katile dönüşmüyorum 😀 ) Kendimi herkesin gördüğü gibi görmeye başlıyorum ve alışmadığım için de bu görüntü beni sinirlendiriyor. Tabii, burada kendim ile barışık olmama durumu da var lakin başka bir bakış açısı da var ve bu açıyı ben ilk defa görebiliyorum.
Psikologuma bu durumu 2-3 anlatış sonrasında layığıyla anlatabildikten sonra (bu yazı, o anlatıştan sonra yazıldığı için kolayca yazılabildi) bana bu açıyı gösterdi. “Sen,” dedi, “başkaları seni o haliyle yargılayacağını düşündüğün için böyle bir tepki veriyorsun. Başkalarının seni nasıl göreceğini düşünmezsen, ırgalamazsan o görüntüyü de takmazsın.”
Belki şu anda basit bir yorum gibi gelebilir ama beni çok şaşırttı. Zaten basit olayları göremediğimizden bazı olayları çözemeyiz.
Hayatta diğer insanlara bazen gereğinden fazla değer veriyoruz. Onları düşünmekten, onların bizi nasıl yargılayacağını düşünmekten kendimiz olamıyoruz. Bu da bizi (belki de bir kısmımızı) içimize kapatıyor. Bu kapanma da, başka sorunlara yol açabiliyor.
En önemlisi kendimizi ifade edemiyoruz ve otomatikman daha da yanlış anlaşılıyoruz. Yani bazı negatif sonuçları, kendimize kendimiz yapıyoruz.
Son 1 yıldır, üzerinde çok düşündüğüm konular bunlar. Biraz da bencil olmak, kendine değer verebilmek, kendini layığıyla savunabilmek. Tabii, tüm bunları yerinde, zamanında ve ölçüsünde yapabilmek. Kolay değil ama o denge neden tutturulmasın?
Bu yazıyı okuyanlar neden yazdığımı sorgulayabilir. Evet, bunlar benim sorunlarım ama aynı zamanda günümüzde çoğu kişinin de yaşadığı sorunlar. Benim engelim buradaki ana neden olabilir, ama başka kişiler de başka sorunlarını bahane ederek aynı mekanizmanın içine çekiliyor. Bu blogun, amaçlarından biri de yaşadığım deneyimleri anlatmak olduğundan, bana yazmak çok zor gelse de yazdım.
Biliyorum ki şimdi hemen bu sorunumdan kurtulamasam da bunu aşmak için çaba göstereceğim çünkü bu tarz sorunlar beni çok sıkmaya başladı. Eminim ki siz de buna benzer bir sorunun üstesinden gelebilirsiniz.
Kategoriler:felsefe, yorum

Değişim ve Ben

Herakleitos “Değişmeyen tek şey değişimdir.” demiş. Katılmamak imkansız. İnsan her gün değişiyor. Bir günü diğerini tutmuyor.

Yeğenim şu an 10 aylık ve her gün daha da büyüyor. Her gün biraz daha uzuyor, anlıyor, konuşuyor. Bebeklerde daha bariz olsa da biz, büyükler de büyümeye devam ediyoruz, her gün. 2 yıl önceki kendimle kıyaslanmayacak durumdayım mesela. Ama bu büyüme daha çok manen oluyor, olgunlaşma dedikleri tabir işte. Tabii bu manevi büyüme çehrenizi de fiziki olarak değiştirebiliyor. Hani bazen öyle yüzler görürsünüz ki içinizden “Hayatın tokadını kim bilir kaç kez yemiş?” dersiniz. Bazen de tersi olur, olgunlaşma simanıza bir mana katar.
İşte ben böyle bir dönemden geçiyorum. Her gün yeni bir değişikliğe gebe olan, sancılı bir geçiş dönemi…
10 gün önce İstanbul’a taşındım. Kadıköy’de geçici bir oda tuttum. Gebze’de işe başladım. Kısacası tüm düzenimi değiştirdim.
3 hafta önce Bursa’da Uludağ Üniversitesi ana kampüsünde çalışıyordum. Ailemle beraber oturuyordum. Açıkçası daha güvenli bir hayattı. Ama ne uzayan ne kısalan!
Şimdi her türlü olasılığa açık bir döneme girdim. Tüm rutinim değişti!
Kadıköy merkezde bir nevi öğrencilik hayatı yaşıyorum (ev olarak), dışarıda yemeğimi yiyorum, çıkarken odamı kitliyorum, çamaşırlarımı çamaşırhaneye götürüyorum. Sabah işe gidişim 1 saat 20 dakika (eskiden 40 dakikaydı), dönüşüm 2 saat (eskiden 1’di).
Ama İstanbul’dayım. Her çeşit insanın yaşadığı, her türlü uçun bir yerde olduğu bir kentteyim. Çoğu arkadaşımın yaşadığı, istediğim hayat tarzının yaşanabildiği bir kentteyim. Belki şu an çok iyi bir statüde değilim ama önüme gelen fırsatları değerlendirebilirsem hayalimdeki hayatın hiç olmazsa birazına kavuşabilirim (İnanın, çok uçarı hayalim de yok!).
Belki de İstanbul bana ters davranacak!! Daha da düşeceğim. Ama riski almalıyım. Büyük oynayacaksam, büyük düşünmeliyim. Çok zeki, yakışıklı filan biri değilim. Kendimi biliyorum. Ama elimdeki imkanlarla Bursa’daki hayatımla yetinemezdim. Olmazdı. Güvenli ama pek gelecek vaat etmeyen bir hayattı o, hem profesyonel hem özel hayatta.
Eğer birtakım istekler uğruna cefa çekeceksem çekmeliyim. Gülü seven dikenine de katlanırmış. Ha, şu anki durumum da çok sefil mi? Hayır, zaten bir geçiş dönemi ve onun getirdiği sorunlar var. Yani zannetmeyin ki, Mecnun misali dağları deliyorum. 21. yüzyıldayız, kimse kimseyi kandırmasın.
İşte hayat bir şekilde akıyor ve beni her gün değiştiriyor. Şunu bir kenara yazın, bu dönem ister iyi ister kötü geçsin de ben bir daha Bursa’daki Artun olmayacağım. Olmamam da gerek zaten. Bu yüzyılın koşulu bu çünkü. Değişmelisiniz, hem de gün.
Kategoriler:felsefe, hayat, yorum

‘The One’ın Türkçesi!

29/10/2009 1 yorum

İngilizce’de ‘the one’ tabiri var ya. Hani ‘hayatında aşık olabileceğin tek kişi’ anlamındaki. İşte o tabir, Türkçe’de yok. Sanırım Türkler kavrama alışkın değil!

Aslında geçmişe bakınca mantıklı da geliyor. Düşünsenize, hayatını sadece çocuklarının annesi sıfatı için evlendiği kadınla bilumum metresleri arasında geçiren Türk erkeği. Diğer tarafta da, mahallenin koca karısının bulduğu ilk erkekle evlenen Türk kızı. Zaten ortada aşk diye bir şey yok ki! Nerede ‘the one’ kelimesine ihtiyaç duyulacak?

Hal böyleyken, bizim neslimiz de aynı hastalıktan mustarip hayatını mahvediyor. Hastalığın tanımı şu: Her heyecanı aşk zannetmek. Ama duyduğunuz her duygu aşk değil ne yazık ki! Zaten öyle olsaydı, aşk bakkalda da satılırdı. Hiç unutmuyorum, bir arkadaşım günde 5 kere aşık olduğunu savunuyordu. Yüzüne salak gibi bakmıştım. Meğerse okul-yurt arasında otobüste gördüğü her kıza aşık olduğunu sanıyormuş!
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:aşk, felsefe, fikir, hayat

İkilemler Denizinde Yol Almak

“Hayat, seçeneklerden oluşan bir yoldur.” tanımına sahip bir felesefe vardır. Kader kavramı karşısında, insanların hür iradeleriyle eylemlerini seçtiğini ve hayatın bu seçtiğimiz kararlardan oluştuğunu ifade eder.

Şüpheyle yaklaştığım bir felsefe sistemidir kendileri ve aklıma genelde Mavi Sakal’dan ‘İki Yol’u getirir.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:felsefe, hayat

Kesişen Masallar

‘Bursa Anadolu Lisesi 2003 Mezunları Yıllığı’nda Mehmet Toktaş’a bakın ne yazmışım: “… Aslında şu anda bir masaldayız. Bu masal Haziran’da sona eriyor. Hayatın daha nice masallara gebe olduğu bilinmez. Ama şu gerçek var ki hepsi ders verir bize. Başka bir masalda görüşmek üzere…”

Sonraları bu masal kavramını çok benimsedim. Yani ‘hayatın kesişen masallardan ibaret olduğu’ gerçeğini. Herkesin hayatı bir masal aslında. Hatta klişe tabirle herkesin hayatı bir roman. Onun için de belki biyografi ve otobiyografi okumayı, insanların eski anılarını dinlemeyi pek severim.

Kimse toz pembe hayatlar yaşamıyor. En zenginin, en konforlu hayata sahip insanın bile nice dertleri vardır da kimse anlamaz. Mesela Bill Gates’in kızı kim bilir hangi dertten dolayı geceleri uyuyamıyordur. Volkan Konak’ın dediği gibi “Herkesin bir derdi var/Durur içerisinde.”

İşte dünyadaki 6 milyar insana (yada dünya nüfusu an itibariyle neyse o kadara) ait 6 milyar masal var. Ve her saniye o masallar birbiriyle temas ediyor. Kimi teğet geçiyor, kimi ucundan giriyor, kimisi de tam merkezinden geçiyor. Ama hiçbir zaman sabit kalmıyorlar bulundukları yerde. Girdikleri gibi çıkanlar da var, girdikten sonra o çember içinde uzun süre kalanlar da.

Yeni Türkü der ki “Ya dışındasındır çemberin/Ya da içinde yer alacaksın!/Kendin içindeyken/Kafan dışındaysa…” Tabii burada Murathan Mungan başka bir olguya gönderme yapıyor ama sonuç aynı yere çıkıyor. İnsan sosyal bir varlık ama herkes kendi çemberi içinde kendi masalını yaşar. Mutlaka başkalarının yaşamlarını etkilesek de, onların çemberlerinin içinde yer alsak da; sonuçta çemberler şahısların kendilerine aittir.

Bizim başka masallara müdahale etme hakkımız yoktur, sadece müdahil olabiliriz. İşte hayat bu gözle bakarsak daha sağlıklı olur. Böylece hem kişilerin haklarına saldırmamayı öğreniriz, hem de kendi haklarımızı koruyabiliriz.

Bırakın, kişiler kendi masallarını yaşasın ve isterlerse sizi de o masallara dahil etsinler. Siz de kendi masalınızı yaşayın. Unutmayın ki kitaplarda okuduğumuz masallardaki öğeler de birer metafordan ibarettir. Beyaz atlı prens de, kötü kalpli cadı da bizleriz aslında. Her öğeden bir tutama sahibiz ama kişiliğimizi belirleyen o tutamları ne kadar dışa vurduğumuzdur. Gerisi bir boşluktur! ‘Bursa Anadolu Lisesi 2003 Mezunları Yıllığı’nda Mehmet Toktaş’a bakın ne yazmışım: “… Aslında şu anda bir masaldayız. Bu masal Haziran’da sona eriyor. Hayatın daha nice masallara gebe olduğu bilinmez. Ama şu gerçek var ki hepsi ders verir bize. Başka bir masalda görüşmek üzere…”

Sonraları bu masal kavramını çok benimsedim. Yani ‘hayatın kesişen masallardan ibaret olduğu’ gerçeğini. Herkesin hayatı bir masal aslında. Hatta klişe tabirle herkesin hayatı bir roman. Onun için de belki biyografi ve otobiyografi okumayı, insanların eski anılarını dinlemeyi pek severim.

Kimse toz pembe hayatlar yaşamıyor. En zenginin, en konforlu hayata sahip insanın bile nice dertleri vardır da kimse anlamaz. Mesela Bill Gates’in kızı kim bilir hangi dertten dolayı geceleri uyuyamıyordur. Volkan Konak’ın dediği gibi “Herkesin bir derdi var/Durur içerisinde.”

İşte dünyadaki 6 milyar insana (yada dünya nüfusu an itibariyle neyse o kadara) ait 6 milyar masal var. Ve her saniye o masallar birbiriyle temas ediyor. Kimi teğet geçiyor, kimi ucundan giriyor, kimisi de tam merkezinden geçiyor. Ama hiçbir zaman sabit kalmıyorlar bulundukları yerde. Girdikleri gibi çıkanlar da var, girdikten sonra o çember içinde uzun süre kalanlar da.

Yeni Türkü der ki “Ya dışındasındır çemberin/Ya da içinde yer alacaksın!/Kendin içindeyken/Kafan dışındaysa…” Tabii burada Murathan Mungan başka bir olguya gönderme yapıyor ama sonuç aynı yere çıkıyor. İnsan sosyal bir varlık ama herkes kendi çemberi içinde kendi masalını yaşar. Mutlaka başkalarının yaşamlarını etkilesek de, onların çemberlerinin içinde yer alsak da; sonuçta çemberler şahısların kendilerine aittir.

Bizim başka masallara müdahale etme hakkımız yoktur, sadece müdahil olabiliriz. İşte hayat bu gözle bakarsak daha sağlıklı olur. Böylece hem kişilerin haklarına saldırmamayı öğreniriz, hem de kendi haklarımızı koruyabiliriz.

Bırakın, kişiler kendi masallarını yaşasın ve isterlerse sizi de o masallara dahil etsinler. Siz de kendi masalınızı yaşayın. Unutmayın ki kitaplarda okuduğumuz masallardaki öğeler de birer metafordan ibarettir. Beyaz atlı prens de, kötü kalpli cadı da bizleriz aslında. Her öğeden bir tutama sahibiz ama kişiliğimizi belirleyen o tutamları ne kadar dışa vurduğumuzdur. Gerisi bir boşluktur! ‘Bursa Anadolu Lisesi 2003 Mezunları Yıllığı’nda Mehmet Toktaş’a bakın ne yazmışım: “… Aslında şu anda bir masaldayız. Bu masal Haziran’da sona eriyor. Hayatın daha nice masallara gebe olduğu bilinmez. Ama şu gerçek var ki hepsi ders verir bize. Başka bir masalda görüşmek üzere…”

Sonraları bu masal kavramını çok benimsedim. Yani ‘hayatın kesişen masallardan ibaret olduğu’ gerçeğini. Herkesin hayatı bir masal aslında. Hatta klişe tabirle herkesin hayatı bir roman. Onun için de belki biyografi ve otobiyografi okumayı, insanların eski anılarını dinlemeyi pek severim.

Kimse toz pembe hayatlar yaşamıyor. En zenginin, en konforlu hayata sahip insanın bile nice dertleri vardır da kimse anlamaz. Mesela Bill Gates’in kızı kim bilir hangi dertten dolayı geceleri uyuyamıyordur. Volkan Konak’ın dediği gibi “Herkesin bir derdi var/Durur içerisinde.”

İşte dünyadaki 6 milyar insana (yada dünya nüfusu an itibariyle neyse o kadara) ait 6 milyar masal var. Ve her saniye o masallar birbiriyle temas ediyor. Kimi teğet geçiyor, kimi ucundan giriyor, kimisi de tam merkezinden geçiyor. Ama hiçbir zaman sabit kalmıyorlar bulundukları yerde. Girdikleri gibi çıkanlar da var, girdikten sonra o çember içinde uzun süre kalanlar da.

Yeni Türkü der ki “Ya dışındasındır çemberin/Ya da içinde yer alacaksın!/Kendin içindeyken/Kafan dışındaysa…” Tabii burada Murathan Mungan başka bir olguya gönderme yapıyor ama sonuç aynı yere çıkıyor. İnsan sosyal bir varlık ama herkes kendi çemberi içinde kendi masalını yaşar. Mutlaka başkalarının yaşamlarını etkilesek de, onların çemberlerinin içinde yer alsak da; sonuçta çemberler şahısların kendilerine aittir.

Bizim başka masallara müdahale etme hakkımız yoktur, sadece müdahil olabiliriz. İşte hayat bu gözle bakarsak daha sağlıklı olur. Böylece hem kişilerin haklarına saldırmamayı öğreniriz, hem de kendi haklarımızı koruyabiliriz.

Bırakın, kişiler kendi masallarını yaşasın ve isterlerse sizi de o masallara dahil etsinler. Siz de kendi masalınızı yaşayın. Unutmayın ki kitaplarda okuduğumuz masallardaki öğeler de birer metafordan ibarettir. Beyaz atlı prens de, kötü kalpli cadı da bizleriz aslında. Her öğeden bir tutama sahibiz ama kişiliğimizi belirleyen o tutamları ne kadar dışa vurduğumuzdur. Gerisi bir boşluktur!

Kategoriler:felsefe, hayat

Felatun Bey mi Rakım Efendi mi?

Çarşamba gününden beri aklımda tek soru var: Ben nereye aidim?

Kişisel mazim açısından bu soruyu kendime sormam, tabii ki salt 3 gün öncesine (1) dayanmıyor. Birkaç yıl evvel sezinlenmeye başladım bu ikilemi. Türkiye’de doğan ama tamamen Batı ekolünde eğitim alan bendeniz nereye aittim?

Kim ne derse desin, biz ‘doğu’lu bir toplumuz. Kültürümüz, geçmişimiz, örfümüz, geleneklerimiz, adetlerimiz, kısaca bizi biz yapan her şey doğuya aittir. Bu özelliğimizi de negatif olarak görmüyorum. Tam tersi, o doğulu özelliklerimiz sayesinde bugün, bu ülkede, bu şartlar altında yaşayabiliyoruz. Ama bunu pozitif bir etki olarak da algılamıyorum. Neysek, oyuz işte! Bunun artısı veya eksisi aranmamalıdır. Ufak bir örnekle bu paragrafı sonlandırayım: O doğulu yaşam biçimimiz sayesinde Kurtuluş Savaşı’nı kazanmışız ama aynı özellikler bizi bugünkü dışa neredeyse %100 bağımlı bir konuma getirmiştir.

İşte ben böyle bir toplumun ferdiyim. Bu toplumun gelenekleriyle, yazısız kurallarıyla büyüdüm. Mesela her bayramda büyüklerimin elini öpüp para aldım. Büyük aile yemekleri yedim.

Ama Bursa Anadolu Lisesi’ne adımımı attığımdan itibaren Batı ekolünde yetiştim, İngiltere’de basılan kitaplar okudum, İngiliz kültürünü okudum, dinledim ve izledim. Ortaokul boyunca fen ve matematiği bile İngilizce gördüm. Özel hayatımda bile yabancı şarkılar dinledim, bolca Hollywood filmi izledim, ortaokul boyunca FRP kitapları okudum sadece. Evde Ramazan’ı kutlarken; kitaplarda, filmlerde, şarkılarda Noel coşkusunu hissettim.

Sonra İTÜ’ye geldim. Her ne kadar Türk mühendisleri mezun etmekle övünen (2) bir okulda okusam da batılı bir yaşam sürdüm. Amerikan ekolünün hakimiyetinde okudum. Türkçe derslerin bile referans kitapları İngilizce’ydi. Batılı tarzda düşünülmüş bir yurtta 5 yıl kaldım. Bu arada yurtdışına çıktım. Oradaki hayatı, kültürü, yaşam biçimini hem köylerde hem kentlerde gözlemledim.

İşte bu tecrübeler ışığında kendi hayat biçimimi düzenledim ve ileride nasıl bir haya istediğime karar verdim: Ben, tek başıma, kimsenin maddi veya manevi yardımını almadan hayatımı sürdürmek istiyorum. Ana eksen bu! Bunun için de iyi bir maaşla kendi evimde yaşamalıyım. Böylece kimseye bağlı olmadan kendi kararlarımı verebilmeliyim. Bu haftasonu yurtdışına çıkmak istersem, tak diye gidebilmeliyim mesela. Bu uğurda ekonomik bağımsızlığımı kazanmalıyım öncelikle. Şimdi olduğu gibi de annemlerle yaşamamalıyım.

Çarşamba günkü olay da bu noktadan çıktı zaten. Ben haftasonunda İstanbul’da olmak istiyordum, aileme göre ise Babalar Günü yüzünden Bursa’da kalmalı ve hatta köy evine gelmeliymişim (3). Yani ben, Batılı tarzda düşünerek kendi hayatımı yaşamak isterken, onlar tipik bir Türk ailesi gibi düşünüyordu ki onların bakış açısından çok haklılar.

Bu olay ışığında soruyorum: Ben kimim?

(1) Bu yazı 20 Haziran Cumartesi kaleme alınmıştır.
(2) Önümüzdeki yıldan itibaren bu özellik geçerliğini yitirecektir.

Kategoriler:felsefe, hayat

Zaman Kavramı ve Hayatıma İzdüşümü

Zaman dediğimiz kavram inanın çok garip. Tanımlar yetmiyor açıklamaya. Bir zaman biriminin açıklamasını mutlaka görmüşünüzdür mutlaka bir yerlerde. Çok detaylı bir tanımdır, diğer temel birim tanımlarına hiç benzemez.* Keza zamanın algılanışı bambaşka bir olaydır. Günümüze kadar kaç aklı başında bilim adamı kafa yormuştur üzerine bilinmez ki delileri hiç saymıyorum. Bir süre önce ‘kum saatindeki zaman akışı’ diye bir kavram duymuştum mesela, beni çok şaşırtmıştı. Şaşırtan yanı okuyunca saçma gelse de hayata inanılmaz şekilde ‘cuk’ oturmasıydı.**

Şahsi hayatlardaki zaman akışları da değişkendir nitekim. Çocukluk genelde yavaş geçer mesela. Büyüdükçe de akış hızlanır. Bir bakarsın, lise bitmiş! Diğer göz açışında üniversite mezunusun! Ama aralarda geçen bazı zaman dilimlerinde akış hızı değişebilir. Aşık olursun mesela, ışık hızıyla zaman geçer. Hemen ardından terk edilirsin, saniyeler geçmez olur.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:felsefe, fikir