Başlangıç > arkadaşlık, Cannes ödüllü, eleştiri, film eleştirisi, hayat > Le Otto Montagne: 21. yüzyılda modern bir insan tamamen doğada yaşayabilir mi?

Le Otto Montagne: 21. yüzyılda modern bir insan tamamen doğada yaşayabilir mi?

Tüm hayatımızın teknolojiyle ve finans gibi türümüzün uydurduğu sanal (doğada karşılığı olmayan) kavramlarla çevrelendiği bir dünyada yaşıyoruz. Ayrıca türümüz ısrarla kendisinin doğadan üstün olduğunu kanıtlama peşinde ki küresel iklim kriziyle bunun nasıl saçma bir iddia olduğunu -en azından bir kısmımız- anladık. Peki bu yaşam şartları içinde İtalya gibi modern bir devletin vatandaşı olarak doğmuş ve büyümüş bir birey modern yaşamı bir kenarda bırakarak sadece doğada yaşayabilir mi?

Uzun zamandır eserlerini ilgiyle takip ettiğim Felix van Groeningen’in eşi Charlotte Vandermeersch ile beraber çektiği Le Otto Montagne (2022), iki erkeğin yıllara yayılan arkadaşlıklarını anlatıyor. İlk defa, ikisi de 12 yaşındayken Bruno’nun tek çocuk olduğu bir dağ köyüne Pietro’nun annesiyle yaz tatililni geçirmek için geldiğinde tanışıyorlar. Şehirli ve modern hayatın tüm konforuna sahip Pietro ile annesi olmayan, babası da yurt dışında inşaat işçiliği yaptığından amcası ve yengesiyle izole bir dağ köyünde yaşayan Bruno her anlamda zıt karakterler. Fakat çocukluk ve yalnızlık, bu iki sıra dışı kişiliği biraraya getiriyor. Sıkı fıkı geçen ve Pietro’nun babasıyla çıktıkları dağ yürüyüşleriyle farklılaşan o yazdan sonra; Pietro’nun işkolik, otoriter ama dağcılık tutkunu babasının vefatına kadar neredeyse hiç görüşmüyorlar. İki eski arkadaş, Pietro’ya miras kalan dağ kulübesini yeniden inşa ederlerken birbirlerini de yeniden tanımaya başlıyorlar.

Hayatımız teknoloji ve küreselleşmeyle bambaşka hâllere evrilirken, bu değişime tepki olarak da ‘doğaya dönüş’ akımı giderek popülerliğini arttırıyor. Tabii film, bu akımın taşrada şehir konforuyla yaşamak isteyen tarafını doğrudan es geçiyor. (Kapitalizmin, doğayı bu akım sayesinde de sömürmek isteyişine göz atmak isteyenlere Ryusuke Hamaguchi’nin Venedik’te Gümüş Aslan alan son filmi Evil Does Not Exist’i (2023) öneririm.) Filmin çatışması net: Bir tarafta tüm kaosuyla, konforuyla, her şeyi iç içe geçiren ekonomisiyle şehirdeki modern hayat var. Diğer tarafta yalnızlığıyla, dinginliğiyle, acımasız ve tavizsiz şartlarıyla doğa var. Pietro ve Bruno filmin başında iki ayrı uçta yer alırken zamanla kah zoraki olarak, kah da isteyerek bu iki uç arasında mekik dokuyor.

Pietro ergenken aklı ermediğinden yanlış değerlendirdiği babasını, onu kaybettikten sonra anlamaya başlıyor (bu açıdan filmin kuşak çatışmasına değinen bir damarı da mevcut). Bruno da ona hiç imkan tanımayan bu izole hayatla kurduğu aşk-nefret ilişkisini dizginlemeye çalışıyor. Mesela organik ürün teşviklerinden yararlanarak kendi butik peynir şirketini kuruyor, evlenip baba oluyor. Lakin film boyunca iki dostun birbirleriyle, çevreleriyle ve tabii sistemle kurdukları ilişkilerde huzuru hiçbir zaman bulamadıklarını izliyoruz. Mutluluğa tam değeceklerken ellerinden kaçıyor sanki. Daima bir gölge ışıklarını kapatıyor. Bu gölge kimi zaman sistem, kimi zaman aile, kimi zaman kendi geçmişleri, kimi zaman doğanın ta kendisi oluyor.

Çağımızın sağduyulu insanının karşılaştığı başlıca sorunlardan biri, bu sistemde büyüdüğü için onun konforuna alışmışken (ve hatta muhtaçken) sistemin çıkmazlarını ve zararlarını görebildiği hâlde ona karşı çıkamaması. Bir diğer önemli paradoks da; her şeyi tek başına yapabileceğine fazlasıyla inanan çağımız insanının, sosyal becerileri ve iletişim kurarak gerektiğinde birlik olabilme yeteneği sayesinde bugünlere gelmiş bir türe mensup olduğunu unutması. İnsanın, elindeki tüm teknolojiye rağmen tek başına doğaya karşı gelmesi de, doğada tek başına yaşayabilmesi de kendi doğasına ters. Nasıl bir insan kendisini tanımadan kendisi için doğru yolu bulamazsa, türümüz de toplu olarak kendi sınırlarının bilincine varmadan devamlı tökezleyeceğini artık görmesi gerek.

Beni esas Le Otto Montagne’nin geneline hakim olan dinginlik tavlasa da, film boyunca bocalayan ve kim olduklarını anlamaya çalışan iki dostun finalde arayışlarını tamamlayarak huzuru bulmalarına sevindim. Çünkü aslında olay Everest’e tırmanabilmek ya da doğada tek başına yaşayabilmek değil, kendi arayışını nihayete erdirip huzur bulabilmek. Wim Wenders’in Tokyo’da umumi tuvaletleri temizleyerek kendine has izole ve rutin bir hayat kuran 60’larında bir adamı anlattığı Perfect Days (2023) de tam olarak bu huzur hakkındadır. Keza Kurosawa’nın başyapıtlarından Ikiru (1952) da.

Lafı çok uzattım ama sürüyle sorunla eşzamanlı boğuşan günümüz bireyinin asıl aradığı da bu huzur işte. Ama çoğumuz bunu parayla, mevki kazanarak ya da Kaf Dağı’nı aşarak elde edebileceğini sanıyor. Halbuki huzur, kimi zaman burnumuzun ucunda oluyor ama bunu görmek de ayrı bir meziyet.

Fotoğraflar: https://wildside.it/movie/le-otto-montagne/

Yorum bırakın