Arşiv

Archive for the ‘TV’ Category

Yarışma ve Sonrası

01/03/2012 30 yorum

Bu yazı yayınlandığında bir sürü kişi beni beyazcamda görmüş olacak ve herkesin kafasında farklı bir düşünce oluşacak. Bir önceki yazımda, yarışmaya kendim için katıldım derken ciddiydim. Yarışmayı yüz bin kişi izlediğini varsaysak (“Yetmiş milyon beni izliyor!” geyiği yapmayacağım) yüz bin farklı düşünce demektir bu. Oysa bunlardan kaçı benim önemlidir diye sorarsanız. Sıfır demem gerek.

Teoride kimsenin düşüncesinin benden daha önemli olmadığını bildiğim halde, zihin yine negatif düşünüyor. “Aman benim hakkımda ne derler?”, “Bana acırlar mı?”. “Acaba yanlış mı anlaşılırım?”, “Joker kullanmadığım için herkes üzerime çullanacak!”, … Peki ne kadarı doğru yada ne kadarını dikkate almalıyım? Bu düşünceler gerçekten beynimin düşünceleri mi yoksa zihnin ürettiği boş kaygılar mı?

Yayın saati yaklaştıkça kafamda düşünceler artıyor. Stüdyoya çıkarken bile aklıma gelmeyen sorular bunlar. Ama beynimim bir köşesi ısrarla direniyor: Başkalarının düşüncelerini dikkate alma, kendini birinci sıraya koy!

Bugün kafamda Andy Warhol’un ünlü sözü dolaşıp durdu: “Herkes 15 dakikalığına ünlü olacak!” Evet, bu gece çoğu kişi beni izleyecek ve ahkam kesecek. Yani? 1-2 hafta sonra kim hatırlayacak ki? Eminim, bir süre zarfında beni görenler bir sürü yorumda bulunacak. N’olmuş ki? Ben 10 gün önce olayı bitirmişim, çıkıp yarışmışım zaten. Kafamda muhasebesini yapıp bir kenara koymuşum.

Yine de buraya yazmam gerek: Neden hiç  joker kullanmadığımı? (seyirci jokerini saymıyorum)

Benim borcum yok şükür, alacağım vereceğim de yok. O yüzden daha yarışmaya gitmeden, belli yere kadar risk alacağımı kafamda belirlemiştim. Benim için asıl önemli olan, orada heyecandan yoksun olarak kendim olarak yarışmaktı ve saçmalamamaktı. O yüzden çıkınca ve ilk 7 soru da kolay gelip hiç düşünmeden cevaplayınca ben rahatladım. Şu var, Kenan Işık’ın engelimi öne çıkarmak istemesini anlayınca rahatsız oldum biraz ve mevcut heyecanımı arttırdı ne yazık ki.* Ama soruları düşünmeme engel olmadı neyse ki.

Geldik 8. soruya: “Semerkant  kitabı kimi anlatmaktadır?” Bana ters bir soru. Modern edebiyatı takip ettiğim söylenemez yazar adları dışında. Ama 2 şıkka indirmişken ve kaybedecek para ödülüm yokken risk almak istedim. Seyirci jokeri hataydı ama zaten hiç umursamadım. Sonuçta Semerkant’a Cengiz Han çok daha yakındı, Ömer Hayyam’dansa (yaşam yeri olarak). Son raddede yanlış cevaplayıp, 15000 TL’yi alıp çıktım. Allah bereket versin.

İçim oldukça rahat. Tek korkum gelecek saçma sapan yorumlar. Onların da bir çaresine bakacağım artık.

Benim için çok ilginç bir deneyim olduğunu söylemem gerek. Kendimle hesaplaşma adına ve bir nevi kendimi kanıtlama adına önemli bir adımdı.

Son olarak, herkes parayı ne zaman vereceklerini merak ediyor: Anlaşmaya göre yayından 90 gün sonra verecekler.

*: Bugün gördüm ki televizyonda, gazetelerde ve internette ‘engelli’ oluşum öne çıkarılıyor. Eminim ki yarışma sonrasında da bunu öne çıkaracaklardır. Kendini her zaman öncelikle ‘insan’ olarak tanımlayan biri olarak bu bakış açısı, bana çok ters gelse de; TV’nin bu pazarlama stratejisini çok da önemsemediğimi söylemem gerek. İsteyen istediği gibi düşünür, isyen beni aciz bir engelli olarak görür, isteyen bilgisini ve beynini kullanmaya çalışan bir insan. Size kalmış.

Kategoriler:fikir, popüler, TV, yorum Etiketler:

2012 Oscar Ödül Töreni Yorumları

Geçen yıl olduğu üzere, bu yıl da banttan izledim töreni. 2.5 saati biraz aşan töreni yaklaşık 10 dakika önce bitirdim. Çok sıcağı sıcağına bir yorum olsa da, iki unsurun öne çıktığını söylemem gerek:

  • Çok-ulusluluk: Törende bolca Fransız, bir İranlı, bir Pakistanlı, bir İrlandalı, bir İtalyan, bol İngiliz ve Amerikan ödül aldı. Eminim başka uluslara ait ve benim bilmediğim kazananlar da vardır. Bilhassa A Seperation‘ın yönetmeni Ashgar Fahradi’nin konuşması bunu vurguluyordu. Dünyanın bilerek ve isteyerek kutuplaştığı günümüzde, dünyanın en kapitalist şovunda bunun üstüne durulması oldukça ilginç! Sanki kapitalizm, günah çıkarıyor. Politika arenalarında, sokaklarda, mitinglerde, gazetelerde dile getiremediğini eğlence dünyasına söyletti. Oscar’lara eğlence diye bakanlar, biraz da işin bu yönünü görebilmeli.
  • Sinema nostaljisi: Malumunuz artık insanlar sinemaya çok gitmiyor. DVD’ler, Blu-ray’ler, iPadler derken o sihirli salonun kapısı unutulur oldu. Gidenler de alışveriş merkezlerinde abidik gubidik filmler izliyor. Eminim Hollywood’da kimse Emek Sineması’nı bilmiyordur ama sanki ona da bir saygı duruşu vardı. Sahnenin ana dekoru olsun, salonun genel düzeni olsun (Oscar’lar uzun zaman sonra Kodak Theatre dışında bir salonda yapıldı ve dikkat edenler yeni salonun eski devasa sinemalara benzediğini fark etmiştir), aralarda popcorn ve türevi film izleme atıştırmalıkları dağıtan kızlar olsun, aralara serpiştirilmiş Hollywood yıldızlarının sinemayı neden sevdiklerine dair videolar olsun; hepsi sinemanın altın çağını yad ediyordu. Zaten adaylar da bunun için seçilmişti sanki: Hugo sinemanın ilk dönemini anıyordu, The Artist sessiz fim dönemine saygı duruşuydu, Midnight in Paris 30’ların emtellektüel camiasının özlemi içindeydi, The Descendants adı üzerinde atalarının topraklarında hayata tutunmaya çalışan varisler üzerineydi.

Diğer unsurlara gelirsek:

  • Billy Crystal, klasik ama zinde bir performans sundu. Galiba Altın Küre günümüzün nabzını Oscar’dan daha iyi tutuyyor. Billy Crystal her ne kadar harika gözükse de biraz demode, Ricky Gervais gibi zeki ve sivri bir sunucu gerek Oscar’a.
  • The Artist 2-3 yıl sonra hatırlanacak mı merak ediyorum. Ama Hugo hatırlanacak.
  • Gecenin en güzel anı, Cirque de Soleil’in şovuydu. Yine eski filmler üzerine çarpıcı bir gösteri yaptılar.
  • Meryl Streep, kendiyle iyi dalga geçiyor. Zaten öyle olmasa hiç çekilmez. 17 adaylık ve 3 ödül her insanı sersemletir. Bu arada kadının makyajcısını her filme taşıdığını da öğrendik. Üstelik ona da ödül aldırttı, bir şey diyemiyorum.
  • Christopher Plummer, ödülünü hak ederek alan nadide kazananlardandı. Konuşması da çok tatlıydı.
Kategoriler:Oscar Töreni, popüler, sinema, TV

Yarışma Günü

27/02/2012 6 yorum

Öncelikle şunu belirtmem gerek: Ben ‘Kim Milyoner İster’e kendimi kanıtlamak için katıldım. Ama kanıtlama, ne seyircileri ne de başka bir kimseyi kapsıyor. Tamamen kendim için, o stüdyoya çıkıp kendimi o garip arenada kaybetmeden soruları cevaplamaktı hedefim. Şu kadar kazanmışım, şu soruyu bilmiyormuşum, kamerada şöyle gözüküyormuşum zerre kadar umurumda değil. Ben 27 yaşında bir insanım (engelli, erkek, Türk, faso fiso gibi sıfatlardan çok önce gelir insanlık) ve kendimi bulmaya çalışıyorum. İster buna geç kalmış ergenlik deyin, ister olgunlaşma. Hayatta nerede durduğumu anlamaya çalışıyorum ve bu yarışma da tamamen bu sürecin bir adımıdır. 10-15 dakikalığına olsun kameraların önünde olmak ve kendini, bilincini, kişiliğini kaybetmeden orada durabilmek. Televizyona her gün çıkan binlerce insan var, çoğu maskelerin ardına sığınıyor, bir kısmı kendi olarak çıkıyor. Ama gayet sade bir hayat yaşayan bendenizin o stüdyoda ne yapacağnı merak ettim ben. Tanrı’ya çok şükür ki kendime ihanet etmedim.

Yarışma sabahına dönersek, 9 buçuk olmadan stüdyodaydım. Emre zaten kapıda beni bekliyordu, Engin de ardı sıra geldi. 11’e kadar lobide öyle bekledik. Sonra prova için yarışmacıları stüdyoya aldılar.

Stüdyoya ilk girdiğimde, “Burası amma küçükmüş!” dedim. Bu, biraz bana güven kattı. Seyirci yerlerine oturttular bizi, 12 kişiydik o gün ilk defa katılacaklar olarak. Yapımcı ve yönetmen biraz konuştu. Programın formatını, bizden ne istediklerini anlattılar, tavsiyelerde bulundular. Ardından herkes getirdiği iki çift kıyafeti yönetmene gösterdi, o da uygun bir kombinasyon yapmaya çalıştı. Zaten göreceksiniz, ben lacivert kadife pantolon, baskılı gri bir T-shirt ve lacivert bir  hırka ile katıldım. Sabah evden öyle çıkmıştım zaten, dokunmadılar bana.

Ardından her yarışmacının, iki soru cevaplayacağı bir deneme çekimi yapıldı. Bu çekim kaydedildi ki her yarışma için sıralama buna uygun belirleniyor. Oradaki haliniz, tavırlarınız, konuşmanıza dikkat ediyorlar. Bana bir sesli soru (Selvi Boylum Al Yazmalım’ın tema müziği) bir de Che’nin bir sözü çıktı. Oldukça rahattım. Tabii yapımcılar engelli olduğumdan daha dikkat ettiler. Yarışmada  telefon jokeri kullanırsam soruyu Kenan Işık’ın soracağını söylediler. Ben umursamadığımı söyledim. Hatta sorulara cevap verirken cevabı söylemeyip, kafa sallabileceğimi belirttiler. O anda ne olacağını bilmediğimi ama açıkçası buna gerek olduğunu sanmadığımı belirttim. Zaten bu seçenek kullanılmadı.
Daha fazlasını oku…

Nasıl ‘Kim Milyoner Olmak İster?’e Katıldım?

25/02/2012 47 yorum

Şimdi facebook hesabımdan kontrol ettim. 5 Ocak gecesi yakın arkadaşım Hilal, bana yarışma katılım formunun linkini göndermiş. O gece, ben laf olsun diye doldurdum formu. Kimseye de söylemedim, tamamen “Ya tutarsa?” durumuydu. Ama bala bakın, tuttu!

Yaklaşık 1 ay sonra, 10 Şubat’ta ofisteki masamda otururken, telefon çaldı. Bir bayan, atv’den aradığını söyledi ve önümüzdeki çarşamba (15 şubat) saat 13’te beni atv Yeni Bosna Stüdyoları’na mülakata çağırdı. Bir düşündüm, Yeni Bosna ta İstanbul’un diğer ucu, gitmek için tam gün izin almak gerek filan, kim uğraşacak ya, diye. Arkadaşlara da söyledim, ” Oğlum manyak mısın? Git işte!” dediler. Neyse, şeften izin aldım o çarşamba gününe işe gelmemek için.

Bu arada bir itirafta bulunayım, ben yarışmaya katılacağım kesinleşene kadar, herhalde 6-7 yıldır yarışmayı izlemiyordum. Yeni formattan tamamen bihaberdim. Zaten bilenler bilir, evimde televizyon yok, almayı da düşünmüyorum çünkü izlemiyorum. Tivibu’ya üyeyim mesela ama yılbaşı gecesinden beri açılmamıştır, o gece de ses olsun diye açıktı.
Daha fazlasını oku…

The Wire: Gerçekçilikte Sınır Tanımayan Dizi

Hayat hakkında iyimser olduğumu söyleyemeyeceğim. Hatta bazı arkadaşlarıma göre sinir bozacak kadar kötümserimdir. Hayatta, iyiler pek kazanmaz, ya da kısa vadede kazanmaz. Ama görünürde genelde kötüler kazanır. Çünkü fiziksel olarak gücü elinde bulunduran genelde kötülerdir. (Aslında saf ‘kötü’ diye de bir şey yoktur, sadece diğer insanlardan daha fazla kötülük yapan insanlar vardır ve onların da bir şekilde bir nedenleri vardır, haklı olmasalar da.)

Sinema ve onun kardeşi televizyon, hayattan kesitler gösterirler bize. Ama bu kesitler, gerçeğe yakın da olsa bir yerlerde mantıksızlık barındırırlar ve bu mantıksızlık da iyilerin kazanmasıyla olur. Bir şekilde kötü son barındıran iyi çekilmiş bir film, her zaman baş tacı edilmiştir. Casablanca ve Donnie Darko aklıma gelen ilk örnekler. Ama çok azdırlar. Hele televizyonda seyircinin ilgisini her hafta çekebilmek adına, mutlaka bir sevgi pıtırcığı barındırır diziler.
The Wire, bu alandaki en ayrıksı dizi. Çünkü olabildiğince gerçekçi. Hayatta var olan tüm açıları, iyisiyle kötüsüyle gösteren bir dizi. Üstelik en ufak bir özendirme özelliği taşımadan, her seferinde iyiyi de kötüyü de ters köşeye yatıran bir dizi.
2002-2008 yılları arasında 5 sezon yayınlanmış. Kalburüstü dizilerin kablolu kanalı HBO tarafından çektirilmesi diziyi izleyebilmemizde ana etken. Ama en arkada 2 adam var, bu dizinin fikir babası olan.
David Shore 20 yıl boyunca Baltimore Sun’da polis muhabiri olarak çalışmış bir gazeteci. 90’larda anılarından bir kitap yayınlıyor ve bu kitabın dizisi çekiliyor. Ama esas malzemesini The Wire‘a saklamış. Ed Burns ise 30 yıl polislik yapmış biri, hem de efsane denilenlerden.
İşte bu iki kişi, The Wire‘ı yazıyor. Baltimore polis departmanındaki olayları anlatıyorlar. Uyuşturucu, gümrük kaçakçılığı, cinayet, dolandırıcılık, siyasi komplo, yalan gazetecilik ve hatta içi boşaltılmış okul sistemi gibi kallavi konulara giriyorlar. Bu konuları da en azından 1 sezon dizide tutuyorlar ki iyice sözlerini söyleyebilsinler.
Dolayısıyla çok karakterli bir dizi. 20’ye yakın, belki de daha fazla ana karakter barındırdığı söylenebilir. Belki olaylar etrafında daha çok yoğunlaştığından karakterlere fazla inemiyor ama yeterli kadar da üzerlerine titriyor. Öyle ki diziden bir karakter atamazsınız, gereksiz diye. Yardımcılar dahil 50-60 karakterin hepsinin bir işlevi var ve bu işlevinin bir sebebi var.
Oldukça sıkı yazılmış bir senaryo var yani. Bazen bir bölümde o kadar olay oluyor ki ekrana kilitleniyorsunuz, mecburen. Her sezonun ana merhamını anlatan ilk 2 bölüm hariç oldukça akıcı bir kurgusu da var. Bu da seyirciyi kendisine bağlatıyor.
Normal dizilerden tek farkı, fazlasıyla gerçekçi olması. Benim için artı olan bu özellik, kimi seyirciyi soğutabilir. Bağlandığınız bir karakter tak diye ölür, kimse dönüp ağlamaz bile, kalıverirsiniz. Yada sezon finalinde tam kötü adamlar yakalanırken, bir bakarsanız işleyiş aynen devam ediyor, sadece değişen adlar.
Bu açıdan efsanevi anlar barındırıyor, seyir zevkinizi bozmamak adına örnek vermiyorum. Ama şahsi beğenilerim şunlardır: Sezon olarak en iyisi 1.’dir, arkasından sırayla 5, 3, 4 ve 2 gelir. Karakter bazında tabii ki Omar Little, en babasıdır. McNulty, Bunk, Dee ve Avon da arkasından gelir. Daha çok değişik karakterler var, bazıları gerçekten çok sıra dışı ve o kadar da gerçekçidir: Ziggy, Bodie, Snoop (bu kızı izlemeniz gerek, hele 4. bölüm açılış sahnesinde), Namond, Bunny, Jay gibi.
Kısacası The Wire, kendini aşmış ve her zaman hatırlanacak bir dizidir. Defalarca izlenebilecek kalitededir. Six Feet Under, Mad Men ve Battlestar Galactica ile beraber en iyi 4 dizimden biri olmuştur.
Kategoriler:dizi, polisiye, TV Etiketler:

Ötenazi Hakkında Birkaç Fikir

Demokrasinin ana cümlelerinden biridir, “Bir başka bireyin özgürlüğünün başladığı yerde, bireyin özgürlüğü biter.” Çok önem verdiğim ve kişisel hayatımda da uyguladığım bir tanımdır.

Başkasının hayatına müdahale etmediğin müddetçe, istediğin şeyi yapmakta özgürsündür. Tabii, burada cümlenin ilk kısmı daha önemli çünkü genelde dikkat edilmeyen taraf bu kısım.

İnsanlar çift taraflı olarak bu hakkı ihlal etmeye pek meraklı. Mesela özgürlüğüne düşkün bir birey, başkalarını hayatını engellemediği halde, sırf hareketi genel düşünceye ters düştüğü için tepki görebiliyor. Bireyin özgürlüğü toplum tarafından keyfi olarak sınırlanıyor. Bu olaya Türkiye’de daha spesifik olarak ‘mahalle baskısı’ deniliyor. En bariz örnekle, kendi halinde balkonunda içki içmek isteyen biri içemiyor.

Diğer yandan bazı insanlar gayet keyfi olarak başkalarının hayatlarına müdahale ediyorlar ve bu hareketini doğal addediyorlar. Genelde savunmaları toplum veya dini kurallara sahip çıkmak istemeleri.

Burada vereceğim örnek, çok tartışılan bir konu: Ötenazi. Demokrasinin bireye verdiği en temel hak, yaşama hakkıdır. Bu hak, tamamen bireyin kendisine aittir. Eğer birey, bu hakkından vazgeçmek istiyorsa vazgeçebilmelidir.

Hayat, harikulade bir şeydir. Kelimelerle anlatılamayacak, iyiyle kötünün yan yana olduğu, en önemlisi her anı belirsiz olan ve bu yüzden de tüm sürprizlere açık bir boyutlar kümesidir. Ama bazı nadir durumlarda hayatın özelliği kalmaz.

Burada depresif durumları asla kastetmiyorum. Aşk acısı, ölüm acısı, vb. üstesinden zor gelinebilen durumları kastetmiyorum. Bir şekilde bunlardan sıyrılabilir insan, çünkü hayat sürprizleriyle unutturur. Ben ölümcül bir hastalık sonucunda, artık iyileştirilemez durumda bulunanları kastediyorum.

Örneğin amansız bir kanser hastasısınız, öldürmeyip süründüren cinsinden. Şimdi hayatın hiçbir keyfini alamadan, işkence çekerek yaşamınızı sürdürmeniz ne kadar mantıklı?

Tabii, tüm bu durumda olanlara ötenazi uygulanmalı diye bir iddiam yok. Ama eğer bu durumdaki bir kişinin ötenazi hakkını kullanmasına izin verilmeli. Tek iddiam bu!

Diyeceksiniz, “Hayrola, durup dururken nerden aklına geldi?” diye. Pazar sabahı, Al Pacino’nun ilk TV filmi olan You Don’t Know Jack‘i izledim. Film, hastalarına ötenazi hakkı sunan Dr. Jack Kevorkian’ın karşılaştığı engelleri anlatıyor. Demokrasi hakkında biraz kafa yormak ve ötenazi hakkında düşünmek için birebir. Bir de oyunculuklar süper.

Kategoriler:fikir, TV, yorum Etiketler:

Sezon Finalleri

Diziler arka arkaya bitmeye başladı. Eylüle kadar tatile girdi hepsi. Sezon finalleri hep bomba olur ya, yine yaptılar yapacaklarını, güzelce bitirdiler, bir yandan da merak ettirerek.

Pazartesi yani dün, Desperate Housewives bitti. Bugüne kadar yaptığı en iyi finalle. Önce her zamanki gibi sezon içi dinamikleri çözüldü. Kylia anneannesine taşındı, Dylan’ın üvey olduğu çıktı, Gabby paranın üstüne kondu, Susan doğurdu. Güzeldi kendi içinde ama artık 4 sezondur aynı dinamikler sıkmıştı. Her sezon yeni komşu geliyor, bir sırrı oluyor, herkes onu bulmaya çalışıyor. Ama artık anladılar sanırım sıktığını, enfes bir dönüş yaptılar. 5 yıl sonrasını verdiler ve sanırım hikaye buradan devam edecek. Harika olacak bence. Gabby’nin ikizleri olmuş! Susan’ın yeni sevgilisi var! Lynette’in oğulları kodes derdinde (bekleniyordu gerçi). Bree aynı ama Orson’la beraber takılıyor. Ben beğendim şahsen, hikayeleri dört gözle bekliyorum.

Bugün de iki dizi bitti. İlki pek parlak bir sezon geçirmeyen How I Met Your Mother. Neyse Ted ile Barney barıştı da geyiklere malzeme çıktı. Ted evlenme teklifini yaptı, milleti şoke etti. Barney’in gözü Robin’de sanırım. Pek iyi bölüm değildi ama gelecek vaat etti. Barney için seyredeceğiz artık. Abi bir de anne nerde, göstersinler artık. Anne hariç tüm kızları gördük maşallah. Teğet geçmeler saylanmaz.

House,MD de bitti. Hoş bölümdü. Amber öldü, pek dokunaklıydı. Güzel bağladılar ölüm sebebini valla. Helal olsun. Cuddy House’a karşı bir şeyler hissediyor galiba. House komadayken bırakın yanından ayrılmayı, elini bırakmadı. Foreman bile ağladı ama o komikti yalnız. Öbür yıla konu kalmadı yalnız. Ne çıkaracaklar acep?

Sezon da böyle bitti kısaca. Bir tek haftaya 2 bölümlük Lost kaldı. Güzel bir son bekliyorum harbi. Bakalım. Bu arada eylül bomba olacak, Prison Break’e başlamayacağım ama Heroes dönecek. Gerçi Sylar’ın piskopatlığını izleyeceğiz yine ama orada da Hiro faktörü var. Sezon başına kadar dizilere elveda.

Kategoriler:dizi, TV

Dizi Furyası ve Spaced

23/03/2008 1 yorum

Son yıllarda bir dizi furyası almış başını gidiyor. Hayır, birbirinin benzeri, klişe fabrikası yerli dizilerden bahsetmiyorum. Yabancı dizileri kastediyorum. Tabii ki televizyonun başlangıcından beri diziler yapılmakta ama 90’lı yıllarla birlikte ABD’de dizi fırtınası dinmişti. Eskilerin Dallas’ından, Charlie’s Angels’ından, Komiser Kolombo’sundan pek eser yoktu. Belki de o yüzden yapımcıları Seinfeld’e 3 sezon katlandılar. Şaka ama gerçektir ki Seinfeld ilk 3 sezonunda pek para kazandırmayan bir diziydi, sonra da efsane haline geldi.

Ama 2000’li yıllarla beraber kalıplar biraz kırılmaya başladı. Klasik dizi şablonlarının yerine daha rahat, fütursuzca konuşan, cinsellik içeren diziler gelmeye başladı. Diziler daha hayat kokmaya başladı. Dawson’s Creek, Gilmore Girls belki de geçiş dizileriydi. Oyunculu diziler animasyonları yakalamaya çalışıyordu. The Simpsons ve South Park’ın argolu hayatı daha cazipti. Nitekim Sex & The City ve Six Feet Under gündeme bomba gibi düştü. İlki 4 New York’lu iş kadınının seks hayatlarını televizyona taşıyordu. Çıplaklık, argo ve seksin her hali diz boyuydu. İkincisi ise durmadan hayatlarında kötü bir şey olan ama buna rağmen (5. sezon 9. bölüm hariç) ağlatmayıp kendini izlettiren bir cenaze evi ailesini anlatıyordu.
Ama yine de diziyi seyretmek uğruna kendini eve kapatan bir kitle yoktu. 2004 yılında o da değişti. Diziler gerçekten kabuk değiştiriyordu. Lost, gerçek manada ortalığı darmaduman etti. Birkaç on milyon seyirciyle en çok izlenen dizi konumunda. Şu anda en büyük TV fenomeni konumunda. Ardından 24, Prison Break, House, Heroes geldi ve daha bir sürü dizi daha. Hepsi salt eğlendirmekten ziyade, izleyicisini meraklandıran, düşündürten ve bir takım mesajlar barındıran dizilerdi. Mesela American Beauty sonrası tartışılan banliyö yaşantısı, Desperate Housewives ile yeni bir boyuta taşındı.
Doğal olarak sitcomlarda değişikliğe uğradı. Bunda esas payı Married with Children, Seinfeld ve The Simpsons oluşturdu. Ellen dizisinde baş karakter lezbiyen olduğunu itiraf edebiliyordu artık. Bir de İngiltere lisanslı sitcomlar var ki bu yazıyı yazma sebebimi oluşturuyorlar, özellikle biri.
İngilizler hep farklıydı zaten. Daha yeni dünya başkanını eleştiremezken Monty Python The Flying Circus ile başta din olmak üzere politika, toplum, ekonomi, tarih gibi ciddi alanları acımasızca eleştiriyordu. Üstelik bunu ta 70’lerde yapıyordu. Ardından çeşitli komedi grupları da onların izinden gitti. Bir de hiçbir mesajı umursamadan salt mizah yapanlar vardı. Bunların en ünlüleri Coupling ve The Office dizileridir. İkisinin de Amerikan versiyonu mevcut ama orijinalleri çok daha iyi iyidir, gülmekten kasıklarınıza ağrılar girer.
Şimdi de ben size üçüncüsünü tanıtacağım: Spaced. 1999-2001 yılları arasında 2 sezon boyunca yayınlanan ve sadece 14 bölümden müteakip bir dizi kendileri. Hala 3. sezon dedikoduları bulunuyor ama gerçekleşeceğe hiç benzemiyor. Dizinin beyin takımı Simon Pegg ve Jessica Hynes (Stevenson). İkili dizinin hem senaristi hem de başrol oyuncuları. Yönetmen de Edgar Wright. Simon Pegg-Edgar Wright ikilisi dizi sonrasında yazdıkları ve Wright’ın yönettiği iki filmle, Shaun of the Dead ve Hot Fuzz, bayağı popüler oldular. Ama bu dizi ikilinin ilk projesi.
Senaryo basit aslında: Ev arayan iki kişi, bir çifte kiralanacak evi tutmak için çift numarası yapıp eve taşınır. Çizgi roman çizeri olan ama hiç yayınlanmış eseri bulunmayan Tim Bisley, çizgi roman dükkanı sahibi arkadaşı Bilbo Baggins’in (!) yanında çalışmaktadır. Aslında yazar olan ama hiçbir şey yazamayan Daisy Steiner ise işsiz güçsüz takılmaktadır. Yeni ev sahibeleri Martha, ilginç konuşması ve her zaman elinde bulunan içki şişesi/kadehi ile görünülesi bir tiptir. Martha’nın kızı Amber’in yüzünü ise hiç göremeyiz. Alt komşuları Brian ise bir ressamdır ama bizzat ne yaptığını soracak olursanız, size vereceği cevap ve eşliğindeki görüntüler şunlardır:
– Kızgınlık/Brian fırça ile tuvale saldırmaktadır.
– Acı/Brian parmağını keser ve kanıyla tuvali boyar.
– Korku/Tuval karşısında ağlamaktadır.
– Şiddet/Tuvalin üzerinde çekiçle yumurta kırmaktadır.
Bir de ikilinin birer yakın arkadaşları vardır. Tim’inki Mike’tır ve kendisi hayatı savaş alanı zannetmektedir, zamanında Paris’i tek başına işgal etmeye kalkmış ve ordudan atılmıştır. Daisy’ninki de Twist’tir, o da kendini ünlü bir modacı sanmakta ama sadece kuru temizleyicide çalışmaktadır.
Bu 6 karakterin komik hayatı 14 bölüm haline bize gösterilir. Diziyi asıl eşsiz yapan unsur ise göndermeleridir. Dizinin her bölümünde en az 5-6 tane olmak üzere film/dizi/kitap göndermeleri yapılır ve bunlar diziye çok iyi bir şekilde yedirilir. En çok gönderme yapılanlar Star Wars, The A-Team, Scooby Doo. Ama çok geniş yelpazeli bir gönderme listesi söz konusu. Mesela Manhattan’ın başlangıcı gibi yapılan 2. sezon başı çok değişik. Tabii, şöyle bir dezavantaj söz konusu: Göndermeleri yakalamak için film kültürünüzün geniş olması gerekli ama yakaladıkça duyduğunuz haz da artıyor. Bu bakımdan gerçekten eşsiz bir dizi.
Bu arada dizinin gittikçe kültleştiğini ve henüz Türk televizyonlarında yayınlamadığını ekleyelim. Lakin 2008-2009 sezonunda yayınlanacak olan dizinin Amerikan versiyonu sebebiyle popülerleşeceğini ve bizde de gösterileceğini yorumlayabiliriz.
Son olarak yabancı dizi kanallarının artmasıyla yaşanan dizi enflasyonunda yönünüzü iyi tayin etmenizi öğütlüyorum. İçlerinden çürükleri atarak zamanınıza değecek dizileri seyreyleyin.
Kategoriler:dizi, TV, yorum Etiketler: