Hayattan Notlar
- 2 ay önce Kürşat Başar’ın en popüler romanı olan Başucumda Müzik‘i bitirdim. Oldukça sürekleyici bir eser, bir çoksatanda olması gerektiği gibi. Başlarda kitabı çok beğeniyordum Kürşat Başar’ın bir erkek olarak bir kadının birincil sahış anlatımıyla yazabilmesi ve bunu kıvırabildiğini görebilmek (çünkü yazarken yapamadığım nadide şeylerdendir, kadın bakış açısını yansıtabilmek) bana büyük keyif verdi. Lakin sonlara doğru Başar’ın üslubunun monotonlaşması ve dolayısıyla sıkıcılaşması kitaptan beni soğuttu. Biraz edebiyat yapmak isteği, biraz da yazar kibriyle kahramanın düşüncelerine daha fazla yer verip romanı iyice ağdalaştırması romanın seviyesini düşürmüş. Ayrıca, roman ilerleyince Başar erkek aklının esiri olup yada romanı popülerleştirmek adına kahramanın seçimlerini, bir erkek bilinciyle yapmış (yada 28 yıllık şu kısa ömrümün bana öğrettiği kadın seçimleri yanlış). Ayrıca, bu kadar politik bir altyapıya sahipken ısrarla apolitik bir roman olması, açıkçası bana ters geldi. Lakin “Bir romans romanından bunu bekleyemezsin!” de diyebilirsiniz, siz de haklısınız.
- Kitapta geçen birkaç cümle beni çok düşündürdü. Ne yazık ki, okurken beğendiğim cümlelerin altını çizme gibi bir alışkanlığım yok. Olsa burada sizinle de paylaşırdım. Ama içlerinde en akılda kalıcı olan ve beni hala daha düşündüreni şu: “Eğer birini sevmek için bir neden bulamıyorsanız, onu gerçekten seviyorsunuzdur.”
- İlk önce saçma geldiğinin farkındayım. Çünkü herkesin, her şey için ufak da olsa bir nedeni vardır. Hele yaşadığımız çağ içinde. Ama sonra düşündüm, gerçek sevgiyi, koşulsuz sevgiyi düşündüm. İşte onun için bir nedene gerçekten gerek yok! Zaten kastettiğim tamamen mucizevi bir şey açıkçası. Çok olmayan bir şey, aşk da denilen şey.
- Geçen hafta da biraz klasik takılıp ünlü gençlik romanı The Catcher in the Rye‘ı bitirdim. Orijinal dilinde okumayı (tabii eğer o dili biliyorsanız) daha yararlı bulduğum için kitabı İngilizce okudum. Açıkçası sokak dilini etkin kullanması dışında metin beni çok zorlamadı. Kitabın baş karakteri olan 16-17 yaşlarındaki Holden Caulfield’ın ağzından yazıldığından sokak dilini kullanması da çok olağan. Açıkçası bir süre sonra Holden’ın konuşmasına alışıyorsunuz çünkü genelde benzer kelimeleri kullanıyor, her genç gibi. Zaten kitabın yazarı J. D. Salinger’ın alamet-i farikalarından biri, üslubunda sokak dilini oldukça gerçekçi kullanabilmesi.
- Kitap; kaçıncı kez okulundan atılan Holden’ın, noeldan önce okuldan şutlanmasını takiben önce okuldan ayrılmasını, sonra da eve gitmeden New York’ta kendi kendine dolaşmasını anlatıyor. Her ergen gibi, hayatı anlamakta zorluklar yaşayan, bu zorlukları hayatın çekilmez unsurları sanan ve kendini herkesten üstün gören Holden, bu unsurların da etkisiyle atıldığı okuldan New York gecelerine bir sürü absürd olay yaşıyor. Açıkçası kitabı okurken, neredeyse son 40 sayfaya kadar Holden’ın aşırı züppeliğinden ötürü kitabı pek beğenmedim. Ancak sonlara doğru ve bittikten sonra, Holden’ın büyüme sancısı içinde ne kadar acı çektiğini ve bundan dolayı herkese kibirle yaklaşıp kusurlarını bulmaya çalıştığını anladım. İşte o anda, kitabın ne kadar eşsiz olduğunu da anladım.
- Bu ergen kafa karışıklığı, benim çok önem verdiğim bir unsurdur. Herkesin mutlaka geçirmesi gerektiğine ve böylece hayattaki varlığının sebebini bulması gerektiğine inanıyorum. Çoğu yetişkinin de hayatındaki bu fazı, isteyerek veya istemeyerek atladığına ve bu sebeple, hayatları boyunca eksik kaldığına inanıyorum. Açık konuşmak gerekirse, ben de çok geç yaşadım bu faslı, hatta belki de hala bu faslı sürdürüyorum.
- The Catcher in the Rye‘a geri dönersek, Holden karakterinin eşsizliğinin ve böyle sıradan bir dilden bu kadar başarılı bir roman oluşturmasının sırrı, sanırım Salinger’ın dehasında gizli. Bu yüzden kitap bitince biraz yazar hakkında araştırma yaptım. Salinger’ın kendisinin de ne kadar sorunlu olduğunu, bazı düşüncelerinin ne kadar sabit olduğunu ve hayatının çoğunda insanlardan izole bir halde yaşadığını öğrendim. Kısacası böyle bir metni kaleme alabilen bir insan, aslında ne kadar ayrıksı bir hayat sürmüş. Geçen seferki Hayattan Notlar yazımda değindiğim üzere, normal olmayan (aslında bundan kastım, olağan olmayan) işler zaten pek normal algılanmayan insanlardan çıkıyor. Galiba sanat, tam da böyle bir şey.
- Bu arada kitaba dair ilginç bir not: Kitabın ülkemizde iki adı var! 😀 İlki olan Gönülçelen, kitabın 46 yıl önceki ilk çevriminden geliyor. O kopyanın çevirmeni, kitabı Fransızca çeviri üzerinden çevirince adını da Fransızca’dan çeviriyor (neden böyle saçma bir hareket yaptığını anlamış değilim!). 16 yıl önce de bu sefer orijinal metninden çevriliyor ve Çavdar Tarlasındaki Çocuklar oluyor adı ki bu orijinal adına daha yakın. Bu arada kitabı okurken benim de çok merak ettiğim, “Bu ad (tam çevirisi Çavdardaki Yakalayıcı çünkü) ne manaya geliyor?” sorusunu kitabın sonlarına doğru buluyorsunuz. Holden, kız kardeşine hayattaki tek amacının bir tepe kenarındaki çavdar tarlasında oynayan çocukları tarlanın kıyısından düşmekten kurtarmak olduğunu söylüyor.
- Son zamanlarda sürüyle yeni albüm de çıkıyor. Sevdiğim şarkıcılarınkini dinlemeye çalışıyorum. Kaybedenler Kulübü sayesinde ünlenen Can Gox da bunlardan biri. İlk solo albümü Yalnızım Ben, bekleneni vermekten uzak. ‘Haydar Haydar’ ve ‘Drama Köprüsü’nün tenor yorumları hariç (ki ikisi de türkü) diğer şarkıları oldukça vasat buldum.
- Bu arada Nilüfer, 2 yıl önceki Nilüfer’le 12 Düet projesi tutunca devamını çıkarmış. 13 Düet adlı albümde, yine Türk rock gruplarından 13’üyle yapılan düetlerden oluşuyor. Yalnız ilk albümdeki birkaç vasat şarkıya karşın, bu albümün sadece birkaç şarkısı vasatı geçebiliyor. Mesela Pinhani’nin ‘Dünya Dönüyor’u ve Mor ve Ötesi’nin ‘Dokun Bana’sı.
- Pinhani de yeni albümünü çıkardı ve açıkçası şu ana kadar dinlediğim 2013 çıkışlı albümler içerisinde Birsen Tezer’inki ile birlikte en iyi albüm. Bir tanıdıklarının evinde küçük bir seyirci grubuyla kaydettikleri Canlı Yayın, konseptinin de getirisi olarak oldukça samimi. Bu duyguyu, tek dinleyişte bile rahatlıkla alabiliyorsunuz. Kendi şarkıları ve başkalarına ait şarkıları seslendiriyorlar ve bunu oldukça geniş bir yelpazede yapıyorlar. Neşet Ertaş’ın harika türküsü ‘Gönül Dağı’; bana çok ama çok dokunan, ilk olarak Sertab Erener’in son albümünde seslendirdiği ‘Bir Damla Gözlerimde’, Kargo’nun kült şarkısı ‘Şairin Elinde’ ve Bulutsuzluk Özlemi’nin uçuk şarkısı ‘Uçtu Uçtu’ gibi. Hepsine de kendi yorumlarını katmayı beceriyorlar. En beğendiğim ve aynı zamanda en şirini ise Ayşenur Kolivar ile düet yaptıkları ‘Sevduğum Yanımda Uyusun’.
- Biraz da haddim olmayarak tiyatro yazayım. Bu ay, çok uzun süre sonra 2 oyuna gittim. İlki, Asya Prodüksiyon Tiyatrosu yapımı olan Kuçu Kuçu. Kerem Ayan’ın Fabrice Roger-Lacan’ın Fransızca metninden uyarlayıp yönettiği oyun, iki kadının 70 dakika içindeki iktidar mücadelesini gözler önüne seriyor. Kadınlar arasındaki o garip sinsiliği, çekememezliği ve iktidar olma arzusunu öne çıkarıyor. Devamlı keskin virajlar alan metin sayesinde sahneyi tüm enerjinizle takip ediyorsunuz. Tabii başka önemli unsuru da, iki kadın oyuncusu; Selen Uçer ile Özgü Namal resmen döktürüyor. Zaten, bence ülkemizin şu andaki en iyi aktrisi olan Uçer’i izlemek istediğimden oldukça mesut bir halde salondan ayrıldım.
- İkincisi ise Önce Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi. Talimhane Tiyatrosu tarafından sahnelenen oyun, Lucy Kirkwood’un metninden Seçil Honeywill tarafından uyarlanıp Mehmet Ergen tarafından sahneye konmuş. Ukraynalı bir kadının Türkiye’ye geldikten sonraki düşüncelerini ve durumunu 3 bölümde anlatıyor. Dijana’nın seri halinde içindekileri döktüğü oyunda, hep bir şeyler olacakmış hissi var ama olmuyor. Tıpkı hayat gibi, Dijana’nın hayatı pek istediği yönde gitmiyor, hatta ters yönde gidiyor. Bu durum, oyunun her anına sirayet ediyor. İlk defa izlediğim Esra Bezen Bilgin’in başarılı performansı da sayesinde, ağızda neşesiz ama buruk bir tat bırakıyor.
- Yazıyı, bir dizi eleştirisiyle sonlandıralım. 3 ay önce, daha Altın Küre almadan izlemeye başladığım Girls, geçen hafta 2. sezonunu sonlandırdı. Diziyi çok övemeyeceğim. Harika bir dizi değil, bilhassa 2. sezonunda oldukça vasat bölümler barındırıyor. Lena Dunham’ın yaratıp, yazıp, yönetip, başrolünü oynadığı dizi; New York’ta hayatlarına yeni yeni atılmakta olan 4 kızı anlatıyor. Daha çok ilişkilerini öne çıkarsa da, iş hayatları, psikolojik durumları gibi durumlar da yer alıyor. Dunham, isabetli bir seçimle, tüm bunları olabildiğince sade anlatıyor, şişirmiyor. Mesela Dunham’ın kendisi toplu ve olağan bir kız. Böylece de benzer durumları yaşayan, şehir hayatına hapsolmuş ve dünyadaki tüm dertleri bunlardan ibaret sanan kişilere harika gelen bir dizi. Siz de bu dertlerden müzdaripseniz, bir göz atmanızda yarar var. Acayip eğlenip hüzünlenebilirsiniz.
Kategoriler:dizi, kitap, Müzik, popüler, tiyatro, şarkı
Can Gox, Girls, J. D. Salinger, Kürşat Başar, Kerem Ayan, Lena Dunham, Mehmet Ergen0, Nilüfer, Pinhani, Selen Uçer
Yorumlar (0)
Trackbacks (0)
Yorum bırakın
Geri İzleme
Son Yorumlar