Arşiv
Filmekimi 2016 İzlenimleri
Paterson [Jim Jarmusch]
Bir otobüs şoförünün hayatı ne kadar değişik olabilir ki? Ya şiir yazan bir şoför? Amerikan Bağımsız Sineması’nın has yönetmenlerinden Jim Jarmusch, başkasının elinde çöpe benzeyecek bir konudan çok farklı bir sanat eseri çıkarmayı başarıyor.
Kendi hâlinde karısı ve köpeğiyle yaşayan bir şoför olan Paterson, şiire ilgi duymaktadır. Tüm boş zamanlarında çevresindeki nesneler hakkında serbest vezinde şiirler kaleme almaktadır.
Bu iki cümleyle kabaca özetlenebilecek filmin güzellikleri detaylarda yatıyor. Eşinin evdeki hâlleri, otobüse binen yolcular ile onların kendi içlerindeki konuşmaları, müdavimi olduğu bardaki kişiler, kendisiyle aynı adı taşıyan şehrin ara sokakları, o sokaklarda karşısına çıkan insanlar… Paterson, giderek önemini yitirmekte olan şiir hakkında şiirsel bir film. Tıpkı Paterson’un yazdığı şiirler gibi, ilk bakışta basit ve önemsiz gözükse de derin anlamlara sahip detaylarıyla güzelleşen bir eser. Jarmusch’un özgünlüğüne şapka çıkarmamak elde değil. Kesinlikle yılın en önemli yapımlarından.
The Age of Shadows [Jee-woon Kim]
6 yıl önce Jee-woon Kim’in I Saw the Devil (Ang-ma-reul Bo-at-da) filmini izlediğimde şoke olmuştum. İnanılmaz derecede şiddet içeren film, aynı zamanda çok gerçekçi ve detaylara önem veren bir senaryoya ve mekik gibi işleyen bir kurguya sahipti. Yönetmenin Amerika (Warner Bros) finansmanlı yeni filmi The Age of Shadows, yüzeyi oldukça parıltılıyken değersiz bir eşyayı andırıyor.
Kore’nin Japon işgali altında olduğu yıllarda Koreli milliyetçilerin planlarına ve onların peşindeki Japonlara odaklanılıyor. Tarihi bir polisiye için oldukça zengin bir malzeme barındırıyor lakin çok müsait olmasına karşın bu konuyu irdelemiyor ve günümüzle de ilişkilendirmiyor. Son derece heyecanlı bir hikâye kurmak kâfi geliyor Kim’e ve bunu cilalamak için de elinden geleni yapıyor. Dekorlar, sanat yönetimi, kostümler ve bunların tarihsel gerçekçiliği göz alıcı. Bunların yeterince kullanılmaması ise hayal kırıklığı.
Voyage of Time: Life’s Journey [Terrence Malick]
Yönetmeni mastürbasyon yapmakla itham edenleri hiç anlamam. Sonuçta film, yönetmeninin düşüncelerinden oluşan bir eserdir ve bunu beğenmediği için yönetmeni böyle bir şeyle suçlamak abesle iştigaldir. Lakin ünlü yönetmen Terrence Malick’in son eseri Voyage of Time: Life’s Journey‘i izlerken ne yalan söyleyeyim, bu itham aklımdan defalarca geçti. Çünkü yeryüzünde zamanın izlerini sürmek iddiasında olan belgesel, resmen anlaşılmamak için her şeyi yapıyor. Anlamsız şekilde defalarca tekrarlanan imajlar, bir derdi olmayan kurgu, Hrıstiyanlıkla alakası olmamasına rağmen bu dinle ilişkilendirilmeye çalışılan unsurlar, gereksiz efektler… Sanki Malick, Ron Flicke’nin muazzam başyapıtları Baraka (1992) ve Samsara‘nın (2011) berbat bir kopyasını çekmiş.
Câini/Dogs [Bogdan Mirica]
Balkan coğrafyasında western izlemek, ilk bakışta saçma gelse de aslında çok mantıklı bir iş. Dağların arasına sıkışmış, uzun bozkırlarda erkeklik taslama sevdasındaki bireylerin çıkışsızlığı tam da western öğelerine sahip. Üstelik bu teknoloji çağında kırsalı anlatmak için birebir bir tür. Bogdan Mirica’nın eseri, kendisine dedesinden miras kalan toprakları satmak için kırsala glen bir adamın, bu arazide kendi hükümdarlıklarını kurmuş olan dedesinin çetesine toslamasını anlatıyor.
Yapımın; kendisini bilmesi, tempoyu ve atmosferi buna uygun kurması ile başarılı performansları en büyük artıları. Lakin westernin modasının neden çoktandır geçmiş olduğunu da hatırlatıyor.
Ah-ga-ssi/The Handmaiden [Chan-wook Park]
Chan-wook Park’ın yeni işi Ah-ga-ssi (The Handmaiden), ustanın mahirliğini kanıtlayan bir yapım. Sarah Waters’ın Fingersmith romanından incelikle uyarlanan senaryo üç bölümden olşuyor ve her birinin finalinde bir sürpriz var. Park, ustalıkla yerleştirdiği bu dönüşlerle filmden alınan keyfi üstlere çekiyor.
Kusursuz sanat tasarımı, kostüm, makyaj ve oyunculuklarla desteklenen bu intikam hikâyesi, sadece keyifli bir erotik gerilimden daha fazlasını ihtiva ediyor. Park, filmin zamanını Viktorya İngilteresi’nden Japon işgali altındaki Kore’ye alarak güzel bir hamle yapmış zaten. Bunun getirdiği politik alt-metni; sınıf, cinsiyet ve cinsel tercih ayrımı katmanları takip ediyor. Bir Oldboy‘un (2003) özgünlüğü ve sarsıcılığına sahip olmasa da kalite ve seyir keyfi açısından ondan aşağı kalmıyor.
Toni Erdmann [Maren Ade]
160 dakika boyunca kusursuz işleyen bir kurguya sahip bir film çekmek, hele de bunun bir komedi olması her babayiğidin harcı değil. Alman yönetmen Maren Ade, daha üçüncü filminde böyle bir başarı gösteriyor. Yalnız uyarmak gerek, ana akım komedilere alışmış seyirci için zorlayıcı ve sıkıcı olabilir. Çünkü Ade birer skeç gibi ardı ardına esprileri dizip bir kahkaha bombardımanı yapmak yerine sakince bir maraton koşuyor. Menzilin farkında olarak kendini hiç yormadan usul usul başlıyor.
Önce karakterlerini tanıtıyor. Girişten sonra ufak ufak espriler gelmeye başlıyor. Lakin Ade bunları yaparken hikâye de gelişip derinleşiyor. Modern çağın kopardığı aile ilişkilerinin yanında; kurumsal hayatın acımasızlığı ve soğukluğu, insanların kariyerleri için yaptıkları ikiyüzlülükler, sınıfsal ayrımın zamanla azalacağına çoğalması gibi önemli konulara değiniliyor ve Ade tüm bunları sakince ele alırken komedinin dozunu da yavaş yavaş arttırıyor. Finale doğru gelen doğumgünü partisi; nicedir izlediğim en nüktedan, zeki ve komik sekans! Kahkahaları ardı ardına patlatan Ade, aynı zamanda insanlığın ikiyüzlü doğasına ‘çıplak’ bir bakış atıyor. Filmin tek negatif yanı, müthiş bir performans sergileyen başroldeki Sandra Hüller’in çirkin memeleri.
War on Everyone [John Michael McDonagh]
2014’ün en sevdiğim filmlerinden Calvary‘nin yönetmeni McDonagh, ilk filmi The Guard‘ın (2011) sularına War on Everyone ile geri dönüyor. Oldukça bencil, şiddet yanlısı ve kriminal iki polis olan Terry ve Bob’un sert bir kayaya çarptıklarında yaşadıklarını izlediğimiz film; çok keyifli bir buddy cop komedisi. McDonagh ne yaptığını çok iyi bildiği için serbest, gelişigüzel bir seyirliğe imza atıyor. Hataları, eksikleri bol olsa da güldüren ve amacına ulaşan şık bir tür filmi.
Bacalaureat/Graduation [Cristian Mungiu]
Romen sineması bana soğuk geliyor. 9 yıl önce o güzelim Emek Sineması’nda Mungiu’nun Altın Palmiyeli filmi 4 Luni, 3 Saptamâni si 2 Zile‘sini (4 Months, 3 Weeks & 2 Days – 2007) derdini fazla yavaş ve uzun planlarla anlattığından sıkıcı bulmuştum. Lakin herkesin/her şeyin bir ikinci şansa hakkı vardır. Mungiu’ya bu yıl Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü getiren Bacalaureat‘ı ise oldukça beğendim.
Hâli vakti oldukça yerinde olan Doktor Romeo’nun birkaç gününü izlediğimiz filmin en belirgin özelliği tavizsiz objektifliği. Romeo’nun kızına yapılan ufak bir taciz vakası, filmdeki tüm karakterleri peyderpey etkilemeye başlıyor. Herkes olayın, ‘üzerinde durulmayacak kadar küçük ama sinir bozucu’ olması konusunda hemfikir olsa da akabinde gelişen diğer olaylara kayıtsız kalamıyor. Böylece her birinin sadece kendisini düşündüğü ama toplum içinde sakil durmamak için ve menfaati olduğu/olacağı kişiyi üzmemek adına diğerlerini oyaladığı burjuvazinin gizleri yavaş yavaş ifşa oluyor. Hepsinin tek amacı var aslında, rahat ve keyifli bir şekilde hayatını idame ettirmek. Her biri de buna layık olduğunu düşünürken diğerlerinin de bunu arzulayabileceğini ve hatta onun kadar hakkı olduğunu aklına getirmiyor.
Filmi benim gözümde çekici kılan, Mungiu’nun bu anlattıklarının sadece Romanya için değil, tüm dünya için geçerli olması. Bacalaureat eski bir Sovyet sömürgesi olan Romanya’da burjuvazicilik oynamaya çalışan bir doktoru ve çevresindekileri anlatsa da derdi oldukça evrensel. Bu yüzden seyrederken akla, hepsi farklı ülkelerde çekilmiş Kış Uykusu (2014), Caché (2005) ve A Seperation (2010) geliyor. Yılın en önemli filmlerinden olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Frantz [François Ozon]
Farklı şeyler denemeyi seven nadir yıldız yönetmenlerden olan Ozon, bu sefer aşk ile savaş dramını karıştırıp kolayca benzerine rastlanmayacak bir filme imza atmış. Birinci Dünya Savaşı sonrası, yenilginin utancı ile sevdiklerini yitirmenin hüznünü bir arada yaşayan bir Alman kasabasında geçiyor film. Kasabanın doktoru, eşi ve şehit olan oğlunun (Frantz) nişanlısıyla sessizce yas tutmaktadır. Bu üçlünün yaşamı, savaş öncesinde Frantz’ın arkadaşı olduğunu iddia eden bir Fransız’ın gelmesiyle değişir.
Sürprizlerle ilerleyen film; bir yandan savaşan iki tarafın da birer insan olduğunu ve aynı duyguları yaşadığını -biraz fazla kalın olsa da- altını çizerken diğer yandan imkânsız bir aşk hikâyesini konu ediniyor. Karakterlerin derin hüznünü siyah-beyaz bir görüntü çalışmasıyla görünür kılan Ozon, sadece karakterlerin az da olsa neşelendiği sahnelerde renkleri kullanıyor. Kimi sinemaseverlere fazla gelebilecek ama benim kıvamında bulduğum melankoli, filmin her sahnesinde kendini hissettiriyor. Başarılı teknik özellikleri ve oyunculukları ile Ozon filmografisinde başlarda yer almayacak olsa bile, ayrıksı yapısıyla adından söz ettirecek bir eser, Frantz.
Albüm [Mehmet Can Mertoğlu]
Yılın öne çıkan Türk filmlerini her zaman büyük bir heyecanla beklerim. Festivaldeki ilk cumartesi günümde en merak ettiğim film Albüm‘dü (Bacalaureat ve Frantz ile aynı gün izledim). Ama ilk iki filmin tüm öznel güzelliklerine karşın, Albüm‘ün neredeyse tamamına bir olmamışlık hissi hakimdi. Filmi izlerken kendimi bile sorguladım, ben mi bir şey kaçırdım diye. Ama sanırım film bana hiç uygun değildi.
Aslında çok mühim bir meramı var filmin: Günümüzde çekirdek ailenin ve onun oluşum ile yaşama süreçlerinin ne kadar yapmacık olduğunu ve böylece insanlığın içinin nasıl boşaldığını anlatıyor. Lakin bunu -tabii bilinçli bir tercihle- oldukça soğuk uzun planlarla anlatıyor. Aslında yönetmen Mertoğlu’nun amacı filme değil, filmin yansıttığı hayata gülmemiz ve onun üzerine kafa yormamız. Bu açıdan bakınca ve yazınca film gerçekten başarılı duruyor ama izlerken hiç keyif almadım.
Julieta [Pedro Almodovar]
Ünlü İspanyol melodram ustası Almodovar’ın son işinde aslında çok tanıdık sularda yüzüyoruz. Kırmızının hakim renk olduğu, pastel görsellerle bezeli Juileta’da; sevgilisiyle şehir dışına taşınmayı planlayan 40’lı yaşlarını süren bir kadının âniden bu plandan vazgeçmesiyle sırlarla dolu geçmişine adımımızı atıyoruz. Günümüz ile geçmiş arasında mekik dokurken merak duygumuzu her daim ayakta tutan unsur, Julieta’nın bu büyük sırrını öğrenme isteği oluyor. Lakin film ilerledikçe ve ortada öyle büyük de bir sır olmadığı ortaya çıkınca tüm hikâye kurgusu da çöküyor.
Kısacası senaryodaki motivasyon eksikliği filmin belki tek ama en mühim eksiği olunca Almodovar’ı Almodovar yapan tüm diğer unsurlar da gereksiz bir makyaja dönüşüyor. Maalesef İspanyol usta bu sefer sınıfta kalıyor ve izleyicisini fena hâlde sıkıyor.
Swiss Army Man [Dan Kwan & Daniel Scheinart]
İntihar etmek üzere olan bir genç, kıyıya vuran bir cesedin osurmasıyla hayata döner. Oldukça absürd olan böyle bir konuyu, filmin neredeyse tamamında sadece iki oyuncuyla anlatabilmek gerçekten hüner işi. Bir ilk filmde böyle bir işe kalkışmak büyük bir cesaret iken yönetmen ikilisi Dan Kwan ve Daniel Scheinert, Paul Dano ve Daniel Radcliffe’i yanlarına alarak iddialarını daha ileri taşıyorlar.
Ortaya çıkan işe bakarsak ise yapımın kısmen başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar Dano ve Radcliffe ellerinden geleni yapsalar da, filmin konsepti gereği hikâye bir süre sonra sıkıyor. Çok daha hızlı ve toplu anlatabilcekken gereksiz kurgu oyunları ve birbirini tekrar eden numaralar yüzünden filmin yarısından finale olan kısmı bariz aksıyor. Finalin şaşırtıcı olduğu kadar, hikâyenin önemli gediklerini bir anda doldurduğu aşikâr. Ama filmi kurtarma adına yapılan bu hamle, diğer yandan aksayan kısımları daha da eğreti bir duruma sokuyor. Böylece harika yazılmış ve yönetilmiş bir başlangıç ile final sahnesine sahip ama bu ikisinin arası öylesine çekilmiş bir film izliyoruz sanki.
Bu teknik yetersizlikten ötürü filmden tatmin olmasam da anlatmak istediği meramı çok değerli bulduğumu söylemeliyim. Modern hayatın insanlara dayattığı köşeli kalıpların bireyi ne kadar sınırladığını ve mutsuzlaştırdığını göstermek isteren film, bunu oldukça sıra dışı ve mizahi bir yolla anlatarak da takdiri hak ediyor. Swiss Army Man belki dört dörtlük bir film değil ama kısa zamanda kültleşip kendi seyircisini bulacağına inanıyorum.
Favori Romantik Filmlerim
Yazılarımı okuyanlar ne kadar melankoli hastası olduğumu bilir. Dolayısıyla böyle biri de en çok romantik filmleri sevecektir. Korku hariç her film türünü keyifle izlerim, hatta çok iyi korku filmlerine de bayılmışlığım vardır (mesela Shining). Lakin benim için romantik filmler bir başka. Onlardan aldığım salt keyif apayrı.
Şu da var tabii; romantik film, belli bir türe hapsedilemez. Dram ve komedi karşımıza en çok çıktığı türler olabilir. Lakin bir gerilimde de (Vertigo), bir korkuda da (Lat den Ratte Komma in), bir müzikalde de (West Side Story), bir bilim-kurguda da (Star Wars) ve hatta bir aksiyonda da (Casino Royale‘de Bond-Vasper aşkı!) karşımıza çıkabilir. Ben bu listede serbest davrandım. Belli bir kronoloji takip etmedim. Listeyi de sıralı yapmadım, aklıma geldiğini yazdım. Buyrun listeye geçelim:
Notting Hill [Roger Michell – 1999 – İngiltere]
Kaç kere izlediğimi bilmediğim sayılı filmlerden. Ne zaman canım çok sıkılsa veya çok sevinsem açar izlerim. Hiç baymaz. Sahneleri neredeyse ezberlediysem de hep aynı keyfi verir. Peki neden? Sanırım Richard Curtis’in senaryosu ilk sırayı alıyor. Bir de esas oğlanın deyişiyle ‘sıradan bir ölümlünün bir tanrıya aşık olması’ olayı var. Will’in ‘Ain’t No Sunshine’ eşliğinde dört mevsim boyunca pazarı dolaşma sahnesi ise sinema tarihinde yerini almıştır. Tabii enfes soundtrack albümü de sevilmesinin başka bir nedeni. 2 yıl önce yazmış olduğum ayrıntılı yazı için tıklayın!
When Harry Met Sally… [Rob Reiner – 1988 – ABD]
İlk defa ne zaman izlediğimi hatırlamıyorum ama oldukça fazla izledim. Bir diğer başucu filmim de budur. Bugün izlediğimiz manada romantik-komedi türünü başlatan filmdir. 90’lar boyunca her romantik filmde Meg Ryan’ın çıkmasının da müsebebidir. Nora Erphon’un Oscar’a aday olan senaryosu neredeyse kusursuzdur. 40’lı yılların hınzır (ama stüdyoda çekildiğinden yapay olan) screwball komedi trüklerini 80’lerin gerçek dünyasına (New York’a) uyarlayan Erphon, hem ana iskeleti hem de araya çeşni katan yan öyküleri ustalıkla kurmuştur. Rob Reiner rahat bir rejiyle sonuca ulaşmıştır. Billy Crystal ile Meg Ryan’ın kimyaları da inanılmaz uyumludur. Casablanca göndermeleri, zeki esprileri (Sahte orgazm sahnesi üzerine gelen “Ben de onun yediğini istiyorum.” repliği) ve Harry Connick Jr. imzalı enfes caz şarkıları ile unutulmaz bir filmdir. (Reiner’ın 2010’da çektiği Flipped de çok başarılı bir ‘ilk aşk’ filmidir, çoğu insanın gözünden kaçmış olması yazıktır.)
Paris, Texas [Wim Wenders – 1984 – ABD]
Aşkın şiddetini ve yıkıcılığını gösteren gelmiş geçmiş en iyi film! Son 40 dakikada izlediğimiz Harry Dean Stanton’un monolog sahnesi, sizi koltuğa mıhlar, gözünüzü bile kırpamazsınız. İçinizde bir şeyler ezilip un ufak olur. Film bitse de yerinizden kalkamazsınız. Bitiş yazılarını, bu sefer sersem gibi olup hareket edemediğinizden izlersiniz. O muhteşem sahneye kadar olan 2.5 saatlik kısımsa başarılı bir Amerika eleştirisidir. Yola çıkmak üzerine, aile olmak üzerine ve modernizm üzerine çok ciddi kelamlar eder. Sam Shepard’ın senaryosu, Stanton’ın oyunculuğu, Robby Müller’in görüntüleri ve de Wenders’in enfes yönetimi 10 numaradır! Bence gelmiş geçmiş en iyi 5 film arasındadır! Daha fazlasını oku…
32. İstanbul Film Festivali İzlenimleri
Yılın en sevdiğim dönemi, İstanbul Film Festivali zamanıdır. Önceden biletler alınır özenle seçilerek, sonra başlanır beklemeye. Festival başlayınca da ardı ardına filmlere gidilir. Geçen yıl, kişisel bir sebeple elimdeki biletlerden sadece ikisine gidebilmiştim. Bu sefer, sadece birine gitmedim. Geriye kalan 13’üne aksatmadan gidebilmişim. Aşağıda bu filmler beraber hasbıhal yapacağız, belki karşınıza çıkar biri. Özellikle gösterime girecek olanlar…
Ni Guang Fei Xiang (Touch of the Light/Kalbimdeki Işık) [Chang Jung-Chi – 2012]
70’lerde ve 80’lerde bizde oldukça popüler olan türkücü filmlerinin biraz kaliteli olan versiyonu diyebiliriz. Tayvanlı piyanist Huang-Si Yiang’ın kendi üniversite yıllarını anlatan filmde, Huang kendini oynuyor ve müzikleri yapıyor. Kör bir sanatçı olmanın zorluklarını anlatmaya çalışıyor film (ki ben bunu izlemek için gitmiştim) ama Huang ile kız arkadaşının günlük hayatlarıyla uğraşmaktan meramını anlatamıyor. Yine de Dylan Doyle’un incelikli görüntüleri ve Huang’ın müzikleri filmi izlenebilir kılıyor.
To Agori Troei to Fagito tou Pouliou (Boy Eating the Bird’s Food/Kuş Yemi Yiyen Oğlan) [Ektoras Lygizos – 2012]
Bu oldukça garip Yunan filmi, adı üstünde kafayı üşütüp kuş yemi yiyen bir adamı anlatıyor. Hayatta yapacak hiçbir şeyi olmayan bir adamın, başıboş gezinip kuşuyla ilgilenmesini tüm sıkıcılığıyla izliyoruz. Avrupa’nın her geçen yıl artan ekonomik krizini, avare bir birey üstünden anlatmaya çalışan film, belki istediğine ulaşıyor lakin izleyiciyi de perişan ediyor.
Los Amantes Pasajeros (I’m so Excited/Aklımı Oynatacağım) [Pedro Almodovar – 2013]
Almodovar’ın son filmi, herkesin üzerinde birleştiği üzere kendisinin en kötü filmi. İnanılmaz kötü bir senaryosu var ve üstüne eklenen pastiş oyunculuklar gerçekten gözü yoruyor. Lakin kötü de olsa bir Almodovar filmi izliyoruz. İzlemesi oldukça keyifli ve yer yer de komik bir film olmuş. Eğlenmek isteyenlere hitap ediyor sadece. Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema #4
One Day
Anne Hartaway ve Jim Sturgess’li bu romantik film, kendini çok önemsemesinin kurbanı oluyor. Bir çiftin 20 yıllık inişli çıkışlı ilişkilerini göstermeye çalışan film, sonuçta hiçbir şey gösteremiyor. Bir-iki ufak gösterişi ve yerinde bir oyuncu kadrosu dışında gayet de sıkıcı. Oysa ki eldeki fırsat iyi değerlendirilse, tadından yenmeyebilirdi.
The Hangover Part II
İlk filmde, kahkaha atmaktan oturamayanlar, filmin orjinalliği ve sıra dışı küstahlılığını sevmişlerdi. Belki bekarlığa veda gecesi komedisi fikri çok orjinal değildi ama bunu bu kadar hesaplı ve hınzır yapana ilk defa rastlanıyordu. Öyle bir deneyimden sonra, aynı olayların Bangkok versiyonlarını izlemek komik olsa da aşağıcı. Çünkü ilk filmin zekasına hayran olanlar burada o zekanın pırıltısını göremiyor. Harrika bir yemeği belki defalarca yersiniz ama aynı tarife sahip olup farklı malzemeden yapılanı yemek istemezsiniz. Bunun adı dolandırıcılıktır çünkü!
Daha fazlasını oku…
Günümüze Ait Bir Trajedi
Trajedi, Antik Yunan’dan beri sergilenen bir tür. Sahne sanatlarıyla uğraşanların seyirciye bazı duygular vermek için yaratılan bir sahne sanatı. Kimilerine göreyse, izleyiciye keyif vermek insan acısına dayalı bir sanat biçimi.
İnsanoğlu yüzyıldır, bu türle coştu, ağladı, güldü, hüzünlendi. Ama nedense hiç bıkmadı. Çünkü hayat da bir trajediydi. İnsanların sahneye koyduğu bir oyun! Tabii izleyicisi kimdir, onu bilemem. Ama bir şekilde oynanmaya devam ediyor ve ondan alınan kesitler izlenmeye de devam ediyor.
Ben de size 6 karakterli bir trajedi anlatacağım:
Önce karakterleri tanıyalım: popüler bir yönetmen, onun menajeri, menajerin oğlu, ünlü bir işadamı, işadamının metresi ve işadamının oğlu.
Yönetmen yeni filmi için oyuncu arıyordur. İşadamının metresi oyuncu olma hevesinden yönetmenin kapısını çalar. Kadına vurulan yönetmen başrolü ona verir. İşadamı bunu önce onaylamasa da, sonradan filme yapımcı olarak kontrolü sağlar. Şart olaraksa oğlunun filmin yapım belgeselini çekmesini ister. Yönetmenin menajeri de hem yönetmeni sevdiğinden hem de filme yapılan bu sağlıksız destekten ötürü hoşnutsuzdur. Ama sağlık problemleri olan oğlu asıl derdini oluşturduğundan ses etmiyordur.
Trajik olaylar zinciri, yönetmenle başrol oyuncusunun birbirine âşık olmasıyla başlar. İşadamı, her gün kaydını takip ettiği belgeselden durumu anlar. Metresine baskı uygulasa da ona sırılsıklam aşık olduğundan filme bir şey yapamaz. Ama evdeki kavgalar bardağı taşırır, filmin kurgusu tamamlanmadan yönetmenle kadın, bir sahil kasabasına kaçar. Deliye dönen işadamı berbat bir kurguyla filmi gösterime sokup yönetmenin kariyerini sonlandırır. Bu zalim müdahaleye menajer de ses çıkaramaz, çünkü hem sevdiği adam çekip gitmiştir hem de işadamı oğlunu tedavi ettirmektedir.
Ama yönetmenin kariyerini sonlandıracak asıl olay bir kazayla olacaktır….
Trajedinin sonunu yazmıyorum çünkü bu blogta hiçbir şekilde spoiler (yerine uygun Türkçe kelime bulamadım) vermemeye çalışıyorum. Merak edenler en sevdiğim yönetmenlerden olan Pedro Almodovar’ın yeni filmi Los Abrazos Rotos (Broken Embraces)’ı izleyebilir.
Bu yazıda biraz ikili oynadığımın farkındayım ama Almodovar’ın usta olduğu hikaye anlatma sanatının yeni bir örneği olan bu eserin hikayesini öne çıkarmak istedim. Almodovar (pek sevmediğim bir benzetme olacak ama) bir örümcek misali ince ince örmüş senaryosunu. Bunu araya yerleştirdiği ufak ama sağlam detaylarla da perçinleştirmiş (Fotoğrafın köşesindeki öpüşen çiftin üzerinde yapılan felsefe çok hoştu mesela). Bunlara her filmindeki gibi kusursuz teknik detaylarla birleştirince tadından yine yenmeyen bir film oluşuyor.
Bu demek değil ki Los Abrazos Rotos bir başyapıt. Hable con Ella uzun süre Almodovar’ın zirvesi olarak kalacak galiba. Çünkü Los Abrazos Rotos onun üzerine bir şey koyamıyor. Ama zaten son yıllarda gittikçe azalan melodramların arasında, hele ki çoğu duygu sömürüsünün dibine vururken, nadir başarılı örneklerden biri olmayı başarıyor. Bu yüzden Almodovar’ın her filmi gibi son eseri de izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor.
Oyuncular: Lluis Homar, Penélope Cruz, José Luis Gomez, Blanca Portillo, Tamar Novas, Robén Ochandiano – Görüntü Yönetmeni: Rodrigo Prieto – Müzik: Alberto Iglesias – Senaryo ve Yönetmen: Pedro Almodovar – ***1/2
Son Yorumlar