Arşiv
Sinema Sinema (Oscarlıklar, vs vs)
The Master [Paul Thomas Anderson 2012]
Paul Thomas Anderson, açık ara günümüzün sayılı iyi yönetmenlerinden. Kolay filmler çekmiyor ama her biri birer küçük başyapıt kıvamında izlenilesi filmler yönetiyor. The Master da insanlığın hayvandan gelebildiği noktayı, ne kadar medenileşsek de içimizdeki hayvanlığı ve bunun ruhani yollarla bile aşılamayacağı gerçeğini oldukça sinematografik olarak ve yavaş anlatan bir film. Anderson’un muazzam rejisine, enfes bir görüntü yönetimi ile Joaquin Phoenix, Philip Seymour Hoffman ve Amy Adams üçlüsünün akıllardan çıkmayacak performansları eşlik ediyor. 2012’nin en iyi filmlerinden biri olan The Master‘ın asıl değeri ilerleyen yıllarda anlaşılacak.
Monsieur Lazhar [Philippe Falardeau 2011]
Kanada’dan 2012 yılında Oscar adaylığı kazanan bu ilginç dram, karısını ülkesinde bir politik linçe kurban vermiş Lazhar’ın, sığındığı Kanada’da kaçak öğretmenlik yapmasını anlatıyor. Hocaları sınıfta intihar edince kendilerini Lazhar’ın ellerinde bulan çocukların hayata tutunma çabasını ve buna Lazhar’ın verdiği etkileri izliyoruz. Oldukça tarafsız senaryosu ve rejisi ile vasatlıktan çıkıp izlemesi keyifli ve sıcacık bir öğretmen-öğrenci dramına dönüşüyor. Yapabileceğinin en iyisini sunan başarılı bir yapım. Daha fazlasını oku…
Missing: Politikanın İkiyüzlülüğü Hakkında
Olabildiğince naif olmamaya çalışırım. Olayların gerçek yüzünü anlamaya, nedenini bulmaya. Olabildiğince de tarafsız olmaya ve farklı açılardan bakmaya çalışırım. Lakin politikayı, hele kapitalizmi hiçbir zaman anlayamacağım! Bu kadar burnuna dik giden, her zaman kendisinin kazanmasını isteyen bir şey yoktur daha dünya üzerinde.
Bu akşam 30 yıllık bir film izledim ve yine anti-kapitalist hislerim depreşti. Normalde politikayı takip etsem de, yapmaktan bizzat kaçınırım. Çünkü ne kendimi politika yapacak kadar yetkin hissediyorum, ne de bu yalana ortak olmak istiyorum. Aslında asırlardır insanın içinde olan ama Fransız İhtilali’yle önem kazanan bu illeti lanetlemekten başka elimden bir şey gelmiyor.
Bence politika en basit manasıyla, maske takmaktır. Hatta biri kendi olmadan ortamda hoş gözüküyorsa ‘politik davranmak’ deyimini kullanıveririz onun için. Ama nadir de olsa, politikacılar (ima içinde kalsa da) doğruyu söylemeyi pek severler. Çok nadir olur ama yakalayınca anlarsınız hemen. İşte aşağıdaki diyolog da, böyle bir itiraf içeriyor:
Daha fazlasını oku…
2012 Oscar Adayları Yorumları
Ödül törenine sadece 2 hafta kala önce birer cümleyle adayların üzerinden geçelim, yıl içindeki yazılarıma da filmin üzerine tıklayarak erişebilirsiniz. Sonra bir tahmin listesi yapalım. Bana eşlik ederseniz sevinirim.
- The Artist: Bu şirinlik muskası film, herkesin gönlünü kazanarak ödüllerin en güçlü adayı. En İyi Film, Erkek ve Görüntü’yü kapacak sanırım.
- The Descendarts: Alexander Payne’in bu sımsıcak aile öyküsü, En İyi Uyarlama Senaryo ödülü ile yetenecek galiba.
- Extremely Loud & Icredibly Close: Stephen Daldry imzalı bu güçlü melodram, sürpriz adaylıklarıyla yetinecek.
- The Help: Senenin sıcak aile filmi kontejanından listeye dahil olan film, En İyi Yardımcı Kadın’ı alır ama Kadın Oyuncu ödülü zorda gözüküyor.
- Hugo: Benim bu seneki favori filmim, ne yazık ki sadece Scorsese’ye ikinci ödülünü kazandıracağa benziyor. Teknik dallarda da (mesela sanat yönetmenliği) 2-3 ödül alabilir. Gönül daha fazlasını isterdi.
- Midnight in Paris: Herkesi şaşırtan bir performansla buralara gelen son filmiyle Woody Allen, törene katılmasa da En İyi Özgün Senaryo’yu bir kere daha kazanabilir. Bu film, aklımda hep şu cümleyle hatırlanacak: “Hangi zaman diliminde yaşarsan yaşa, geçmişe hep özlem duyarsın!”
- Moneyball: Benim hiç beğenmediğim bu ekonomi-spor filmi, tören boyunca oturacağa benziyor (hakkı da bu).
- The Tree of Life: Malick’in tartışmalı filmi ödül alması zor. Böyle karmaşık ve felsefik bir film ödül alırsa çok şaşarım.
- War Horse: Spielberg’ün Yönetmen adayı bile olamamasıyla makus kaderi açık olan film, diğerleri ödülleri kaparken çerez olmakla yetinecek.
- A Better Life: Gönlüm Damien Bichir’in ödülü almasını çok istiyor ama alamayacak.
- Tinker Tailor Soldier Spy: Bu sıkı ajan filmi, sadece Müzik’te iddialı. O da belki.
- Albert Nobbs: Bu vasat altı film, 2 adaylığına şükretmeli.
- The Girl with the Dragon Tattoo: Hollywoodlaştırılan bu yeniden yapım, Kurgu’yu kazanabilir.
- The Iron Lady: Meryl Streep, Michell Williams’ın en büyük rakibi.
- My Week with Marilyn: Williams, bu sefer ödül alırsa herkes (ben de) sevinecek. Bence alacak da.
- Beginners: Filmin tek adayı olan Christopher Plummer, ödülüne kavuşacağa benziyor, hem de Oscar’ı alan en yaşlı kişi ünvanına sahip olarak.
- Warrior: Nick Nolte başka bir seferi bekleyecek, diğer adaylar ondan çok daha iyi çünkü.
- Bridesmaids: Yılın favori komedisi, adaylıklarıyla avunacak.
- Margin Call: Bu dört dörtlük ekonomi dramı, hak ettiği adaylığıyla bile herkesi şaşırttı.
- Jodaeiye Nader az Simin (A Seperation): Yılın belki de en iyi filmi, Yabancı’yı kesin kapsa da hak ettiği Özgün Senaryo ödülünü alamayacak.
- The Ides of March: George Clooney’in son yönetmenlik deneyimi oldukça iyi ama ödül alacak kadar değil.
ÖDÜL HAK EDEN KAZANACAK
Film Hugo The Artist
Yönetmen Martin Scorsese (Hugo) Martin Scorsese (Hugo)
Erkek Damien Bichir (A Better Life) Jean Dujardin (The Artist)
Yardımcı Erkek Christopher Plummer (Beginners) Christopher Plummer (Beginners)
Kadın Michelle Williams (My Week with Marilyn) Michelle Williams (My Week with Marilyn)
Yardımcı Kadın Octavia Spencer (The Help) Octavia Spencer (The Help)
Özgün Senaryo Jodaeiye Nader az Simin (A Seperation) Midnight in Paris
Uyarlama Senaryo The Descendants The Descendants
Yabancı Film Jodaeiye Nader az Simin (A Seperation) Jodaeiye Nader az Simin (A Seperation)
Animasyon Rango Rango
Görüntü Yönetimi The Tree of Life The Artist
Kurgu The Girl with the Dragon Tattoo Moneyball
Sanat Yönetimi Hugo Hugo
Kostüm Jane Eyre Jane Eyre
Makyaj The Iron Lady The Iron Lady
Müzik Tinker Tailor Soldier Spy War Horse
Şarkı ?????? The Muppets
Görsel Efekt Rise of the Planet of the Apes Rise of the Planet of the Apes
NOT: Listenin antisimetriğinden dolayı özür dilerim. İleride daha düzgününü yapacağım.
Oscarlıklar 2012 – #3
Extremely Loud & Incredibly Close [Stephen Daldry – 2011]
Oscarların en sürpriz adayı olan bu film, çoğunlukla negatif yorumlara sahip. Açıkçası ben de etkilerinde kaldım ki, gayet kötü bir film bekliyordum. Oysa ki karşıma War Horse‘dan çok daha iyi bir melodram çıktı.
Ünlü 11 Eylül saldırılarında babasını kaybeden bir çocuğun, bu gerçekle yüzleşmesini ve çocukluktan ergenliğe adım atışını anlatıyor. Başka bir büyüme öyküsü anlayacağınız. Bu sefer büyümeyi tetikleyen olay ise babanın ölümünün getirdiği yalnızlık ve çaresizlik. Aslında 11 Eylül ile igili bir filmmiş izlenimi verse de pek o tarafa uğramıyor. Belki de filmin en yumuşak karnı da tam burası. 11 Eylül gibi çok önemli ve popüler bir olayı merkeze alır gibi yapıp aslında onu anlatmamak.
Daha fazlasını oku…
2012 Oscar’a Doğru – 2
The Descendants [Alexander Payne – 2011]
İncelilki senaryoların yazar/yönetmeni Payne, yine hayatın içinden bir konuyla karşımızda. Yine kendine güvenmeyen, çevresindekileri tanıyamayan, hissizleşmiş bir ana karakter var. Yine filmi başlatan bir olayla karakter, kendine geliyor ve kendini bulmaya başlıyor. Bu sefer George Clooney’in yalın oyunuyla hayat bulan ana karakter, karısı komaya girince bazı şeylerin farkına varıyor ve onun yokluğunda hem kendisini hem de ailesini idame ettirmeye çalışıyor.
Sideways kadar kendimi yakın hissetmediğim ama duyarlılığına ve samimiyetine kayıtsız kalamadığım bir film olmuş. Her Payne filminde öne çıkan, ince bir senaryo ve başarılı performanslar bu sefer de var. Ama yılın en iyisi olacak kadar iyi mi derseniz, hayır derim. Payne filmlerine aşina olanlara, tanıdık gelecek sularda başarılı bir 2 saat vaat ediyor. Payne ile yeni tanışanlar ise hayran kalabilir ama acele etmesinler, Payne’in başyapıtına daha var. Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema
Carnage [Roman Polanski – 2011]
Polanski’nin son filmi, bir tiyatro piyesi uyarlaması. Bu özelliğini sonuna kadar da hissettiriyor. Bana göre kötü bir özellik olsa da film açısından artıları da mevcut. İki yetişkin evli çiftin, çocuklarının kavgası yüzünden bir araya gelmesini ve ardından yaşananları anlatan film, esas olarak günümüz toplumunda sıkışmış bireyin içindeki kötülüğü açığa çıkarışını vurguluyor. Diyor ki, hiç kimse iyi aile çocuğu filan değildir, herkes gibi kötüdür. Tek mekan ustası Polanski’nin rahatlıkla kotardığı film, harika olmasa da, izlenip üzerinde tartışılması gereken filmlerden.
Martha Marcy May Marlene [Sean Durkin – 2011]
Geçen yılın favori bağımsızı olan bu film, muammalı senaryosu ve başarılı performanslarıyla ilgili hak ediyor. Bir genç kızın, bir tarikata girmesi ile oradan kaçıp ablasında normal hayata adapte olma sürecini anlatıyor. Bazı olaylrı bilerek muğlak bırakan yönetmen Durkin, en başta başroldeki Elizabeth Olsen’den güç alıyor. Ayrıca bağımsızların aranan ismi John Hawkes’ın da harika bir performans çıkardığı film; tarikatlar ve gündelik yaşam hakkında ciddi sorular soruyor. Seyredilmesi gerek!
Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema #4
One Day
Anne Hartaway ve Jim Sturgess’li bu romantik film, kendini çok önemsemesinin kurbanı oluyor. Bir çiftin 20 yıllık inişli çıkışlı ilişkilerini göstermeye çalışan film, sonuçta hiçbir şey gösteremiyor. Bir-iki ufak gösterişi ve yerinde bir oyuncu kadrosu dışında gayet de sıkıcı. Oysa ki eldeki fırsat iyi değerlendirilse, tadından yenmeyebilirdi.
The Hangover Part II
İlk filmde, kahkaha atmaktan oturamayanlar, filmin orjinalliği ve sıra dışı küstahlılığını sevmişlerdi. Belki bekarlığa veda gecesi komedisi fikri çok orjinal değildi ama bunu bu kadar hesaplı ve hınzır yapana ilk defa rastlanıyordu. Öyle bir deneyimden sonra, aynı olayların Bangkok versiyonlarını izlemek komik olsa da aşağıcı. Çünkü ilk filmin zekasına hayran olanlar burada o zekanın pırıltısını göremiyor. Harrika bir yemeği belki defalarca yersiniz ama aynı tarife sahip olup farklı malzemeden yapılanı yemek istemezsiniz. Bunun adı dolandırıcılıktır çünkü!
Daha fazlasını oku…
2012 Oscar’a Doğru
Bu yılın boks temalı Oscar dramasına hoşgeldiniz. Bu sefer boks değil de MMA (Mixed Martial Arts) var ring içinde. Ring dışında da en koyusundan bir aile draması. Şöyle ki: Alkolik bir baba; onun öğretmenlik yapan, evli, bir kızı ölümcül hasta ve bu sebeple ringlere mecburen dönen büyük oğlu ile küçük yaşında annesiyle babadan ayrılmış, askerde kahramanlıklar yapmış, içi nefret dolu ve bu nedenle isteyerek ringlere dönen küçük oğlu.
Scorsese’nin Sinema Aşkı: Hugo
Scorsese çok özel bir yönetmen. Sadece filmlerini izlemeyip de onu biraz araştıranlar sinemayla her şekilde içli dışlı olduğunu bilir. Mesela Scorsese iki yılda bir müzik üzerine belgesel çeker (en son George Harrison Living in the Material World‘ü çekti), eski filmlerin yenilenmesi sağlayan bir vakfı yönetir (Susuz Yaz ve Hudutların Kanunu da bu vakıf sayesinde kurtarıldı). Scorsese sinemaya delicesine aşıktır.
Hugo, Scorsese’nin bu aşkının perdedeki tezahürü. Filmin içindeki derin sinema sevgisini damarlarınızda hissediyorsunuz. Böyle bir his, sadece Nuovo Cinema Paradiso‘da vardı, zaten bu film de başyapıttır ve en sevdiğim filmlerdendir. Nuovo Cinema Paradiso daha çok film izleme deneyimi hakkındadır, perdeye yansıyan ışığa duyulan derin aşkı tezahür eder. Hugo ise o ışığın kendisinin yanında, o ışığı oluşturma biçimiyle hakkında. Yani filmi yaratma biçimi hakkında. ‘Yaratma’ kelimesini kullandım çünkü sinemanın ilk 20 yılında yapılanlar, film yazmak ve yönetmekle sınırlandırılamaz. Bu dönemin filmcileri (İngilizce’de ‘filmmaker’ derler) her şeyini bu yeni icada adamış insanlardı (Edison hariç, o tam bir para düşkünü tüccardır).
Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema #3
Andrew Niccol’ün son filmi fikir olarak çok kışkırtıcı. Gelecekte, insanlar kollarında saatle yaşıyor. Para birimi, zaman! 25 yaşından sonra yaşlanmıyorsun ama saatin işlemeye başlıyor. Yeterli zaman kazanamazsan, yani saatin sıfırlanırsa, ölüyorsun. Çok rahat felsefi düşünmelere neden olabilecek bir fikir. Fahrenheit 451 de böyledir mesela ve çok sıkı bir bilm-kurgu klasiği olmuştur. Ama In Time, işin aksiyonuna ve dramına daha çok düşüyor. Fikrini bir amaç değil, bir araç olarak kullanıyor. Hal böyle olunca da film, bir süre sonra Bonnie and Clyde tarzına sırtını yaslayıp kapitalizm eleştirisi arka-planında macera filmine dönüşüyor. Popcornunuzu alıp zevkle izleyebileceğiniz bir film. (Ben durumu abartıp hamburger menüsüyle salona girdim) Amanda Seyfried ile Cillian Murphy’i izlemek çok güzel. Justin Timberlake ise sırıtmıyor.
Daha fazlasını oku…







Son Yorumlar