Başlangıç > film eleştirisi, Oscar adayı > Oscarlıklar 2012 – #3

Oscarlıklar 2012 – #3

Extremely Loud & Incredibly Close [Stephen Daldry – 2011]

Oscarların en sürpriz adayı olan bu film, çoğunlukla negatif yorumlara sahip. Açıkçası ben de etkilerinde kaldım ki, gayet kötü bir film bekliyordum. Oysa ki karşıma War Horse‘dan çok daha iyi bir melodram çıktı.

Ünlü 11 Eylül saldırılarında babasını kaybeden bir çocuğun, bu gerçekle yüzleşmesini ve çocukluktan ergenliğe adım atışını anlatıyor. Başka bir büyüme öyküsü anlayacağınız. Bu sefer büyümeyi tetikleyen olay ise babanın ölümünün getirdiği yalnızlık ve çaresizlik. Aslında 11 Eylül ile igili bir filmmiş izlenimi verse de pek o tarafa uğramıyor. Belki de filmin en yumuşak karnı da tam burası. 11 Eylül gibi çok önemli ve popüler bir olayı merkeze alır gibi yapıp aslında onu anlatmamak.

Filmin tek derdi, küçük Oscar’ın yasla başa çıkmaya çalışması. Bunun için kendine bir oyun uyduruyor, babasının dolabında bulduğu anahtarın kilidini bulmaya çalışıyor. Tabii, kilit güzel bir metafor burada. Oyunu oynarken daha yaralarını sarmaya başlıyor aslında ama farkında değil. Edindiği yeni arkadaşlıklar, gördüğü yeni yerler, onu dünyayla tanıştırıyor. Babasıyla kurduğu evin içindeki dünyadan çıkıp gerçek dünyayla yüzleşiyor. Tabii film icabı olarak, ne hikmetse başına kötü bir şey gelmiyor (filmin ikinci sorunu).

Filmin senaryosu, öykünün tek boyutluğundan zaman zaman tempo kaybetse de, deneyimli yönetmen Stephen Daldry yeteneğini konuşturup gerekli hamlelerle filmi ayakta tutmayı başarıyor. Tabii Oscar’ı oynayan Thomas Horn, harika bir performans sergilerip Oscar adaylığı kapan Max von Sydow ve Alexandre Desplat’ın sakin ama başarılı müzik çalışması filmin diğer önemli unsurları.

Mendilinizi hazırlayıp izlemeniz gereken başarılı bir melodram. Ama birkaç yıl içinde unutulacaktır.

A Better Life [Chris Weitz – 2011]

American Pie‘ın yaratıcısı Weitz kardeşlerin küçüğü, bakın nerden nerelere geldi! Sulu bir gençlik komedisinden hiç ünlü yüz barındırmayan kopkoyu bir insanlık dramına. Gerçi arada değişik bir büyüme öyküsü olarak hafızalara kazınan About a Boy var. Neyse, Weitz Twilight fırtınasından kendini kurtarıp, kaçak çalışan Meksikalı bir bahçıvanın hayata tutunma çabalarını anlatıyor.

Demian Bichir’in anlatılması imkansız bir performansla canlandırdığı Carlos’un tek derdi oğluna iyi bir gelecek verebilmektir. Bu uğurda aldığı borçla bir kamyonet alır kendine. Ama daha ilk gününde onu çaldırınca işler sarpa sarar. Bir taraftan kamyoneti arama hikayesini, bir taraftan iyice yabancılaşmış baba-oğulun ilişkisini, diğer taraftan da Los Angeles’ın bahsedilmeyen yanlarını izliyoruz. Carlos’un başına gelenler o kadar kötüyken onun bakış açısının o kadar iyimser olması, bir süre sonra filmi gerçekllikten koparmaya başlıyor. Burada devreye gerektiği gibi Weitz gir(e)miyor (işte iyi yönetmenliğin farkı burada!) ama Bichir’in muazzam performansı karakteri o derece sırtlıyor ki filme devam edebiliyorsunuz.

Kısacası sadece Bichir’in adaylık kapmasına şaşılacak bir şey yok. Filmi tamamen onun için seyrediyorsunuz, hatta onun için filme inanıyorsunuz. Bichir şahane, gerisi bahane!

Puss in Boots [Chris Miller – 2011]

En İyi Animasyon dalında aday olan modern Çizmeli Kedi hikayemiz, pek keyif vermiyor aslında. Çünkü Çizmeli Kedi, filmi sırtlayacak bir karakter değil. O yüzden de bolca yan öykü izliyoruz film boyunca ki asıl güzel hamleler burada. Filme soluk verdiren de, adaylık getiren bu yan hikayeler. Tom Wheeler’ın sağlam senaryosu, hoş bir seyirlik çıkartıyor önümüze. Daha çok çocuklara yönelmiş, olgun animasyondan uzaklaşılmış bir Dreamworks Animation çalışması.

Une vie de Chat (A Cat in Paris) [Jean-Loup Felicioli & Alain Gagnol – 2010]

Değişik ve kendine has animasyonlar nedense sadece Fransa’dan geliyor. Bir saati ancak aşan süreye sahip bu küt çizgili animasyon, geceleri bir hırsıza yardım eden bir kedi ve onun gündüz sahibi yetim kızın hikayesini anlatıyor. Klişe de olsa eğlendiren polisiye-aksiyon bir öyküyü de içine katıp hız kazanan film, gerektiği yerde bitiyor. Filme has unsurlar ise; kendine özgü çizgileri, Paris’i son derece iyi kullanması (Notre Dame’daki final bu konuda çok iyi) ve iyi kurgulanması (gereksiz sahneleri barındırmayışı).

Rundskop (Bullhead) [Michael R. Roskam – 2011]

Belçika’nın En İyi Yabancı Film kategorisinde adayı olan bu film, koyu bir drama. O kadar koyu ki içine girilmesi de, anlaşılması da, keyif alınması da çok zor. Konu aslında son derece elverişli, biraz klişe sayılsa da.

Çocukluğunda hayatını değiştiren, oldukça ekstrem bir olay geçirmiş birinin, 20 yıl sonra o olayın etkisinde yaşadıklarını izliyoruz. Bana göre filmde ciddi senaryo delikleri var yada ben anlamadım. Zaten o kadar ağır ilerliyor ki bir de anlamayınca, filmden kopmamak imkansızlaşıyor. Dardanne Kardeşler’inkiler hariç elle tutulur bir filmi olmayan Belçika, bence çok kasmış ama kasıldığı yerde boğulmuş.

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. 12/02/2012, 23:29

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: