Arşiv

Posts Tagged ‘david fincher’

2012 Oscar’a Doğru – 2

25/01/2012 2 yorum

The Descendants [Alexander Payne – 2011]

İncelilki senaryoların yazar/yönetmeni Payne, yine hayatın içinden bir konuyla karşımızda. Yine kendine güvenmeyen, çevresindekileri tanıyamayan, hissizleşmiş bir ana karakter var. Yine filmi başlatan bir olayla karakter, kendine geliyor ve kendini bulmaya başlıyor. Bu sefer George Clooney’in yalın oyunuyla hayat bulan ana karakter, karısı komaya girince bazı şeylerin farkına varıyor ve onun yokluğunda hem kendisini hem de ailesini idame ettirmeye çalışıyor.

Sideways kadar kendimi yakın hissetmediğim ama duyarlılığına ve samimiyetine kayıtsız kalamadığım bir film olmuş. Her Payne filminde öne çıkan, ince bir senaryo ve başarılı performanslar bu sefer de var. Ama yılın en iyisi olacak kadar iyi mi derseniz, hayır derim. Payne filmlerine aşina olanlara, tanıdık gelecek sularda başarılı bir 2 saat vaat ediyor. Payne ile yeni tanışanlar ise hayran kalabilir ama acele etmesinler, Payne’in başyapıtına daha var. Daha fazlasını oku…

Son Zamanlarda İzlediklerim

Çok uzun zamandır yazamadığımın farkındayım. Bu sürede hayatımda bazı ciddi değişikler oldu ki bunları yakında yazacağım inşallah. Şimdilik filmlere geri dönüyoruz.

Wall Street: Money Never Sleeps

İlk filmi, bu yılın başlarında izlemiştim, doğusu hoş bir 80’ler dramasıydı. Bir derdi olan ve onun çevresinde filmi kuran bir yapıya sahipti. 20 yıl sonra gelen bu filmin ise hiçbir derdi yok, öylesine çekilmiş.
J’ai Tué Ma Mére (I Killed My Mother)

Bu film, nisandaki film festivalinden beri eleştirmenlerce el üstünde tutuluyor. Çoğunda aynı övgü: “19 yaşında bir insanın bu kadar olgun bir yapıt çekmesi takdire şayan.” Evet, film fena sayılmaz hele yönetmenin yaşına bakarsanız ama bu yönetmenden ileri de daha iyilerini beklemiyorum. Çünkü otobiyografik bir hikayeyi çok da yaratıcı olmayan bir teknikle çekmiş. Elindeki metin, yaşanmış veya yaşanmaya yakın olduğundan düzgün bir senaryo çıkarmış. Bunu da Kar-Wai, Weir, Godard gibi yönetmenlerin üsluplarından karma bir stille anlatmış. Özgün bir unsur bulamadım şahsen. Ama yine de ilk filmle bunu yapması bile çok önemli. Yine de daha iyisini yapmazsa takip edeceğimi düşünmüyorum.
Çoğunluk

Bu bloğu başından beri takip edenler Türkiye’de bireyin ne kadar baskı altında olduğunu aralıklarla yazdığımı hatırlarlar. İşte Çoğunluk, tam da bunu anlatıyor. Bireyin, günümüzde (daha önce de vardı gerçi) ailesinden, arkadaşlarından ve hatta sokaktaki adamdan ne kadar etkilendiğini; bu yüzden kendi kişiliğini bulamamasını, geliştirememesini ve sonunda da mecburen etkilendiği insanlar gibi davranmaya başlamasını anlatıyor. Üstelik bu sürecin sadece bir-iki yönde değil, tüm yönlerde olduğunun altını çiziyor. Aslında bunu bir erkek üzerinden yaparken, onun iletişimde olduğu kadınların da (anne, sevgili, vb.) bu sorunla cebelleştiklerini gösteriyor. Söylediği bu cümlelerden ötürü benim ilgimi çok çektiğini söylemem gerek.
Diğer yönlerden, senaryonun üzerinde daha fazla çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Herhangi bir aksiyon yaşanmayan, karakter bazlı böyle filmlerde küçük bir hata bile göze batıyor. Filmin de birkaç boşluğu var. Bunlar ana yapıyı etkilemese de, filmin son yokuşu çıkmasını engelliyor. Teknik açıdan oyunculuk ve müzik ciddi biçimde öne çıkarken, keşke diğer unsurlara da önem verilseymiş dedirttiriyor. Yine de bu eksikler filmin, sezonun en iyileri arasına girmesini engellemiyor. Çünkü hataları bu kadarla kalan zaten çok az film var.
The Town

Ben Affleck’in ikinci yönetmenlik denemesi, onu da Hollywood’un diğer zanaatkar yönetmenlerinin arasına sokuyor. İlk filmden (Gone Baby Gone) sonra düşündüğüm, Affleck’in sanatçı olabileceği teorisi böylece suya düşüyor. Ama Affleck iyi bir zanaatkar olabileceğini bu filmle kanıtlıyor. Malzemesinin istediklerini eksiksiz yapmaya çalışan bir işçi var karşımızda. Affleck, keyifli bir aksiyona (hırsız filmine) imza atıyor. Hatta türün yapıtaşlarının dışında filme, yerinde bir mizah ekleyerek onu farklılaştırmayı da başarıyor.
Loong Boonmee Raleuk Chat (Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives)

Bu yılın Altın Palmiye kazanan filmi, geleneksel sinema gramerine alışmış bir seyirci için çok farklı bir deneyim. Hatta çoğuna göre bir işkence. Çünkü yönetmen Apichatpong Weerasethakul, sinemayı bir illüzyon veya eğlence olarak değil, bir sanat olarak görenlerden ve amacı da daha önce yapılmamış bir şekilde sanatını ifa etmek. Tıpkı ister yazar, ister ressam olsun diğer tüm sanatçıların isteyeceği gibi. Bu yüzden de seyircinin isteğini değil, kendi kafasındaki çekmiş ki bir sanat yapıtının özü bu olmalıdır.
Bir şekilde filmin içine girebilen bir kişinin çok keyif alacağını düşüyorum ama bu, çok da kolay değil. Daha önce benzer filmler izlemiş olmanız ve izlerken çeşitli konular üzerine kafa yormanız gerekiyor. Bu da tüketim toplumuna ait bir birey için çok ters.
Şahsen filmden keyif aldım ama tam değil. Günümüz dizilerini, filmlerini de izleyen bir bünyeye sahip olduğumdan bazı yerlerde yetersiz kaldım. Ama filmin, bireyin zamanın gereği yüzünden giderek ruhunu kaybetmesini rüyavari bir şekilde anlatan bu eseri takdir etmemek imkansız.
Scott Pilgrim vs. the World

Bu filmi nice zamandır bekliyordum. Ama başlar başlamaz, Michael Cera’nın artık beni ittiğini anladım ve filme tam anlamıyla bağlanamadım. Bu da keyif almamı engelledi. Aslında burada Cera liseliyi oynamıyor. Ama görünüşü yine liseli kıvamında ve bu, karakterle örtüşmüyor yada ben örtüştüremedim. Önüne gelen kızı kendine aşık edecek, onu bunu dövecek tip yok Cera’da.
Film, 90’lardaki atari oyunları tarzında yapılmış. Sırf bu açıdan ilgiyi hak ettiği kesin. Görseller, efektler, sesler sizi 90’lardaki atari salonlarına götürüyor. En az o oyunlar kadar da eğlenceli. Kan görmeden adam dövülüyor, fırlatılıyor, daha neler neler. Bunların ortasında bir aşk trafiği. O ona, öbürü buna aşık. Kafa yormadan izlemek için çok yerinde.
The Social Network

Okuduğum eleştirilerden biri, Rashomon misali demiş film hakkında. Çok doğru bir tespit. Ama bir tarafı eksik. İzleyenler bilir, Rashomon’da aynı hikaye, hikayedeki üç kişinin de bakış açısından anlatılır. The Social Network‘te bunlardan biri eksik. Film, ikizlerin ve Eduardo’nun bakışından anlatılıyor. Oysa ki ana karakter, onlar değil. Böyle olunca bazı şeyler ortada kalıyor. Bunlar senaryo zaafı değil, bilgi eksiği. Ama bence filmin etkisini gayet düşürüyor. Mesela ben Mark’ın Eduardo’ya neden ihanet ettiğini bilmek isterdim.
Diğer türlü, iyi yazılmış, oynanmış, yönetilmiş ve müzik yapılmış bir film. Hatta senaryosu çok iyi. Oscar’ı bile alır diyorlar. Çok şık sahneleri var, üzerinde düşünülebilecek. Günümüz gençliği hakkında bazı önemli tespitleri de var ve bunlar son derece şık biçimde veriyor ki anlamıyorsunuz. Fincher farkı filme sızmış. Ama sakın bir Fight Club yada Se7en beklemeyin.
The Kids are All Right

Başka bir Oscar filmi daha. Her yıl mutlaka olan, sempatik aile bağımsızı kontejanı bu filme ait olabilir. İyi çalışılmış bir senaryo. Karakterleri fena yazılmamış. Oyunculuklar gayet iyi. Annette Bening ile Julianne Moore kesin aday olur deniyor. Valla önlerine sağlam engel çıkmazsa sakınca yok. Hatta Bening heykelciği kucaklayabilir bile.
Film, gayet eğlenceli. Bana birkaç yerde kahkaha bile attırdı. Homofobik değilseniz keyif alırsınız bence. Çünkü film, bir lezbiyen çift ve onların çocuklarının, çocukların biyolojik babasıyla olan ilişkilerini anlatıyor. Sempatik bir film. Ne olduğunu bilen, yeni bir şey söylemeyen ama kendi halinde bir komedi.

Oscarlıklar 2009

Her ocak ayında olduğu gibi ödül sezonuna girdik. Önümüzdeki günlerde Altın Küre kazananları açıklanacak, hemen ardından Bafta ve Oscar adayları ilan edilecek. Muhtemel adaylar da DVD-screen (filmlerin ödül komitelerine gönderilen DVDlerinin kopyaları) olarak internete düşmeye başladı. 2-3 aday hariç çoğunu izlemeyi başardım. Hala izlemediğim, 1-2 adaylık filmler de var listemde, Che gibi.

Hepsini sırayla izleyince teker teker yazı yazmak zor geliyor. O yüzden tek vuruşta yazmak istedim. Aslında hepsine ayrı birer makale gerek, hepsi de kaliteli filmler sonuçta.
Daha fazlasını oku…

Zodiac: Bir Fincher Filmi

David Fincher’in son marifetini uzun zamandır bekliyorduk. Düzeyli bir gerilim filmi olmaktan öteye gitmeyen Panic Room’u geçersek son kaliteli işi olan Fight Club’tan beri 8 yıl geçti. Hayranları bir sonraki filmi iple çektiler. Hele filmin polisiye olduğu duyulunca umutlar daha da tavan yaptı ve en sonunda Zodiac gösterime girdi. Filmi bir solukta izlediğimi belirtmeliyim. Fincher imzası bazı sahnelerde belli oluyor ve bu, hoşuma gitti. Filmin Panic Room’dan çok daha iyi olduğu da açık. Ama…

Aslında pek ama denecek bir şey de yok. Film gayet temiz, sürükleyici bir polisiye. Görüntülerinden müziğine her halkası gayet başarıyla oluşturulmuş bir film. Lakin insan Fincher’dan daha fazlasını bekliyor. Şöyle söyleyeyim: Bu filmin 2007’nin akılda kalıcı filmlerinden olacağı kesin ama ben ikinciye seyretmem.

Amerika’nın ünlü seri katillerinden birini daha izliyoruz. Zodiac takma adlı katilin sırrı hala çözülememiş, çözüleceğe de benzemiyor, çünkü en önemli sanık bundan 15 yıl önce ölmüş. Davanın çıkışını ve hem polis kandında hem gazete kanadında iz sürme kısmının anlatıldığı film, esas olarak davaya saplantılı olarak bağlanan karikatürist Robert Graysmith’i merkeze alıyor. Zaten film de Graysmith’im çok satmış kitabının bir uyarlaması. Okuduklarıma bakılırsa, Fincher olaylar ve sürecine gayet sadık kalmış ama esas olarak Graysmith’in bakış açısını izliyoruz. Film bu bakımdan çok başarılı bir polisiye. Neyi anlattığının bilincinde ve bunu çok iyi kullanıyor. Filmin asıl başarısı ise kadrosu. Jake Gyllenhaal hariç karakterlerine cuk oturan oyuncuları izliyoruz. Başta Robert Downey Jr. olmak üzere (ki 2008’de bu rolle Oscar alacağı konuşulmaya başlandı), Mark Ruffalo, Philip Baker Hall, Anthony Edwards ve John Carroll Lynch rollerinde çok başarılı. Chloe Sevigny’yi Melinda and Melinda’dan beri göremiyordum, kesinlikle daha çok görünmeli. Romantik komedilerin 2. adamı Dermot Mulroney bile rolünde şaşılası biçimde başarılı. Ama benim Donnie Darko yüzünden favori oyuncularımdan biri olan Jake Gyllenhaal, rolüne uymuyor ve gerekli performansı da veremiyor, böylece filmin en önemli zayıf noktası oluyor. Bunun haricinde başarılı bir görüntü çalışması yapılmış, sanat yönetimi konusunda olduğu gibi. Filmin harika bir ses kaydı (soundtrack) olduğu kesin, bence albümü aramaya şimdiden başlayın.

Son bir toparlamaya girersek, film ne zamandır izlemediğimiz kadar başarılı bir polisiye ve vakit harcanıp, üzerine kafa yormayı kesinlikle hak ediyor.

Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Mark Ruffalo, Robert Downey Jr., Anthony Edwards, Brian Cox, John Carroll Lynch, Elias Koteas, Chloe Sevigny, Dermot Mulroney, Philip Baker Hall – Görüntü Yönetmeni: Haris Savides – Müzik: David Shire – Senaryo: James Vanderbilt (Robert Graysmith’in kitabından) – Yönetmen: David Fincher

**** G.T.: 18 Mayıs Y.T.: 20 Mayıs

Kategoriler:film eleştirisi Etiketler: