Sinema Sinema

Carnage [Roman Polanski – 2011]

Polanski’nin son filmi, bir tiyatro piyesi uyarlaması. Bu özelliğini sonuna kadar da hissettiriyor. Bana göre kötü bir özellik olsa da film açısından artıları da mevcut. İki yetişkin evli çiftin, çocuklarının kavgası yüzünden bir araya gelmesini ve ardından yaşananları anlatan film, esas olarak günümüz toplumunda sıkışmış bireyin içindeki kötülüğü açığa çıkarışını vurguluyor. Diyor ki, hiç kimse iyi aile çocuğu filan değildir, herkes gibi kötüdür. Tek mekan ustası Polanski’nin rahatlıkla kotardığı film, harika olmasa da, izlenip üzerinde tartışılması gereken filmlerden.

Martha Marcy May Marlene [Sean Durkin – 2011]

Geçen yılın favori bağımsızı olan bu film, muammalı senaryosu ve başarılı performanslarıyla ilgili hak ediyor. Bir genç kızın, bir tarikata girmesi ile oradan kaçıp ablasında normal hayata adapte olma sürecini anlatıyor. Bazı olaylrı bilerek muğlak bırakan yönetmen Durkin, en başta başroldeki Elizabeth Olsen’den güç alıyor. Ayrıca bağımsızların aranan ismi John Hawkes’ın da harika bir performans çıkardığı film; tarikatlar ve gündelik yaşam hakkında ciddi sorular soruyor. Seyredilmesi gerek!

Akmareul Boatda (I Saw the Devil) [Jee-woon Kim – 2010]

2011 En İyiler listeme de giren bu Güney Kore filmi, üzerinde durulmayı ve övgüyü kesinlikle hak edenlerden. Nişanlısını işkence edip öldüren başıboş bir caniyi, bir kedi-fare oyunuyla dize getirmeye çalışan bir gizli servis ajanını konu ediyor. Film ilerledikçe, hem ajan hem de cani vahşiliğin sınırlarını aşıp şiddeti her anlamda kullanıyorlar. Bu açıdan çoğu mideye göre olmayan bir film. Metamatiği kusursuz olan senaryosu ve 2.5 saat boyunca düşmeyen temposu ile, sinemaseverlerin ekstra ilgisine maruz kalıyor. The Chaser, Memories of Murder ve Oldboy gibi bize intikam üzerine harika filmler izlettiren Güney Kore sineması, bu konudaki ustalığını yine kanıtlıyor.

Attack the Block [Joe Cornish – 2011]

Bu kadar basit bir konudan, yerinizde duramayacağınız bir film yaratan Joe Cornish’i ayakta alkışlamak lazım. Londra’nın bir gettosunda takılan bir gençlik çetesi ile mahalleye saldıran uzaylıları kone edinen film; 80’lerden fırlamış atmosferiyle ekstra ilgiyi hak ediyor. E.T., The Goonies ve Gremlins gibi kült gençlik filmlerinin öğelerini harmanlayıp kendi ruhunu ortaya çıkaran bu İngiliz filmi, bence yazın Super 8‘in amaçlayıp başaramadığını yapıyor: Hem nostalji yapıp hem de kendi ayakları üzerinde durabilmeyi.

Tous les Soleils [Philippe Claudel – 2011]

2 yıl önce I’ve Loved You So Long ile beni paramparça eden bir melodram çeken Claudel, bu sefer küçük bir Fransız aşk filmi çekmiş. Yavaş ilerleyen, neredeyse hiç olay olmayan, aşkı yüceltmeye çalışan bir film. İzlemeseniz de olur.

The Art of Getting By [Gavin Wiesen – 2011]

İzlerken çok güzel gelen ama bitince büyüsü kaybolan bir film. Kafası tamamen karışmış liseli bir gencin, hayatı sorgularken gitgide çökmesini ve bulduğu aşkla hayata yeniden tutunmasını izliyoruz. Kendini bilen ve fazla sırıtmayan bir film. Birkaç yıl öncesinin çocuk oyuncusu Freddie Highmore’a çok şey borçlu.

Albert Nobbs [Rodrigo Garcia – 2011]

Glenn Close’un şahsi projesi olan hem yazıp hem de oynadığı bu erkek kılığına girmiş kadın öyküsü, baştan önemli senaryo boşlukları barındığından kendinden soğutuyor. Geriye bir tek Close ve Janet McTeer’ın erkek/kadın performansları kalıyor. Ne kadar ilginizi çekerse. İzlemeyin bence.

Albert Nobbs‘un tek artıları: Glenn Close ve Janet McTeer’ın Oscar’a adaylığı getiren oyunculukları

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. 12/02/2012, 23:29

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: