Başlangıç > dizi, eleştiri, yıl değerlendirmesi > 2020’den Aklımda Kalan Diziler

2020’den Aklımda Kalan Diziler

Bu yazıda 2020’de yayınlanmış dizi ve/veya sezonlarından belirli bir beğeni sırası olmaksızın bahsedeceğim. Yazının tek amacı kişisel dizi notlarımı arşivlemek. Tabii bunu okuyacaklara da tavsiye niteliği taşımaktadır.

Normal People [Mini Dizi – Yaratıcı: Alice Birch – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Lenny Abrahamson (Yönetmen), Hettie Macdonald (Yönetmen), Sally Rooney (Romanından Uyarlanan ve Senarist)]

Kaynak: Hulu

Başka bir yazımdan doğrudan kopyalıyorum:

“Klişe bir melodram gibi gözüken hikâyesini pek umursamayan Normal People için önemli olan çiftin duyguları ve bunları ifade biçimleri. Bu hususta da diyaloglardan öte; bakışlar, mimikler, dokunuşlar (veya dokunamayışlar) öne çıkarılıyor. (Zaten Normal People’ı sıra dışı bir eser, hatta deneyim hâline getiren de bu özenli ve farklı yapısı.) Lise faslını hızla kapatıp ikisinin de karakterlerinin şekillendiği üniversite dönemine geçen yapım; çiftin ilişkisiyle beraber günümüzde kadının ve erkeğin ilişkideki, ailedeki ve toplumdaki rollerini, cinselliğin ilişkideki rolünü, iki tarafın cinselliğe bakışını, sınıf ayrımının ve paranın ilişkiye etkisini irdeliyor. Bakış açılarının zaman ve deneyimle değişebildiğini vurgulayan altyapısı sayesinde Normal People, net saptamalar yapmaktan ve taraf tutmaktan ısrarla kaçınıyor. Duygularını daha açık bir şekilde dışavuran ve bu nedenle belirli bir kalıba sokulmaktan ısrarla kaçınan Z kuşağının aşkı algılayış ve yaşayışının da önceki kuşaklardan farklı olabileceğini gösteriyor Normal People.”

Tales from the Loop [Mini Dizi – Yaratıcı: Nathaniel Halpern – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Simon Stålenhag (Kitabından Uyarlanan), Mark Romanek (Yönetmen), Jodie Foster (Yönetmen), Andrew Stanton (Yönetmen), Philip Glass (Müzik), Ole Bratt Birkeland (Görüntü Yönetmeni)]

Kaynak: Amazon Prime

Tales From the Loop başka örneği olmayan bir bilim kurgu dizisi. 80’lerde geçen (ve bu sayede o dönemin retro havasına da sahip olan) yapım, CERN benzeri bilimsel bir enstitüde ve bu enstitünün bulunduğu ufacık kasabada yaşanan kimi bilimsel, kimi de gerçeküstü olayları aktarıyor. Lakin dizinin alamet-i farikası anlatış biçiminde. Zaman yolculuğu, yapay zeka, beden değişimi, tanrı parçacığı gibi günümüzde bile çözülemeyen konuları 80’ler ruhunda hiç sırıtmayacak bir şekilde, üstelik asla da allayıp pullamadan hikâyesinin içine yediriyor. Üstelik dizinin öne çıkan bir karakteri de bulunmuyor. Antoloji şeklinde, her bölümünde farklı bir olayı ve karakteri öne çıkararak bir masal anlatıyor. Bu masalların birleşiminden de insan olmaya ve insanlığa dair çok özel bir derleme çıkıyor.

Tales from the Loop her türlü anlatım şaklabanlığının uzağında, kendi atmosferine sahip. Netflix dizilerine alışanlar son derece sıkıcı ve manasız bulabilirler. Ama diziyle frekansı tutanları son derece başarılı bir yapım tasarımı; Mark Romanek’in başı çektiği incelikli bir reji; enfes bir görüntü yönetimi; Jonathan Pryce, Rebecca Hall ve Jane Alexander gibi karakter oyuncularından minimal performanslar ve Philip Glass’ın baş döndüren tınıları bekliyor.

Aslında yapım başlı başına günümüzün hızlı üretilen ve tüketilen medya dünyasına bir başkaldırı!

The Crown [4. Sezon – Yaratıcı: Peter Morgan – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Stephen Daldry (Yönetmen), Philip Martin (Yönetmen), Martin Childs (Yapım Tasarımı)]

Kaynak: Netflix

2016’da başlayan bu ünlü dizinin tüm sezonlarını son birkaç ayda arka arkaya izledim. Bu sebeple de bu kısa yazıda ilk dört sezonu toparlayacağım ama dizinin en başarılı sezonu dördüncüsü, üstelik ilk iki sezonun atmosferini ve genel anlamda dizinin teknik altyapısını kuran Stephen Daldry’ın eksikliğine rağmen. Bunun esas sebebi de Diana’nın hikâyeye dâhil olması değil, yapımın en sonunda bir taraf seçmeye karar verebilmesi (tabii bunun sebepleri de tartışılası).

İlk üç sezonunda tarafsız olmaya çalışarak Kraliçe II. Elizabeth’in hükümdarlığını anlatan ve çevresindekileri eleştirebilse de, kraliçeyi ve monarşizmi neredeyse hiç eleştirmeyen, hatta bazen destekleyen yapım; dördüncü sezonunda kısmen de olsa bu tavrını kesin olarak değiştiriyor. Verdiği intiba da kalan iki sezonunun böyle devam edeceği. Yine de bir Netflix manipülasyonu izlediğimizi unutmayalım.

Bu hırslı ve aşırı iddialı yapımın en önemli artıları neredeyse kusursuz bir senaryo kurgusuna, harikulade bir yapım tasarımına, kostüm, makyaja ve de çok iyi oyunculuk performanslarına sahip olması.

I May Destroy You [1. Sezon – Yaratıcı: Micheala Coel – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Sam Miller (Yönetmen)]

Kaynak: HBO

Micheala Cera’nın tek kişilik dev kadro misali tüm yaratıcı işi üstlendiği I May Destroy You, temelde bir büyüme hikâyesi. Lakin her zamanki gibi nasıl anlatıldığı büyük bir öneme sahip. Çünkü eser, gerçeklikten hiç kopmamasına rağmen o kadar sıra dışı ve dışavurumcu bir yapı kuruyor ki farklı bir gezegende geçen bir masal izliyoruz sanki. Hâlbuki her şey yaratıcılık bunalımına düşmüş Londralı bir yazarın bir gece eğlenirken uyuşturulup tecavüze uğramasıyla başlıyor.

Sonrası ‘anlatılmaz, izlenir’ cinsten. Cera kimi zaman Michel Gondry’ye, kimi zaman da Phoebe Waller-Bridge’e öykünerek, ama çoğu zaman kendine has bir dünya inşa ederek hikâyesini anlatıyor. Anlatırken de cinsellik ve sınırları hakkında bir düşünce egzersizine sokuyor seyircilerini. Dizi formatında anlatım duvarlarını yıkmasa da ortadaki işin çok çarpıcı, samimi, zeki ve de zamanına çok yakışan bir yaratıcı eser olduğu es geçilmemeli. Türkiyeli izleyiciler için bazı sahnelerin zorlayıcı olduğunu da not edeyim.

Queen’s Gambit [Mini Dizi – Yaratıcı: Scott Frank, Allan Scott – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Walter Tevis (Romanından Uyarlanan), Uli Hanisch (Yapım Tasarımı)]

Kaynak: Netflix

Senaryo bir görsel anlatının en önemli unsurudur. Queen’s Gambit baştan sona bu cümlenin kanıtı niteliğinde. Bazı film okullarında ders olarak da okutulan Out of Sight (1998) ve Logan (2017) gibi senaryoların yazarı Scott Frank falsosuz bir hikâye kurgusuyla çok lezzetli bir büyüme öyküsü anlatıyor. Başarılı yapım tasarımı ve kostümler ile Anna Taylor Joy’un sağlam performansı da eseri parlatan unsurlar.

Better Call Saul [5. Sezon – Yaratıcı: Vince Gilligan, Peter Gould – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Thomas Schnauz (Yönetmen, Senarist), Gordon Smith (Yönetmen, Senarist), Marion Dayre, Ann Cherkis, Gennifer Hutchison (Senarist)]

Kaynak: Greg Lewis/AMC/Sony Pictures Television

Breaking Bad (2008-2013) zamanı karakterinin yavşaklığından ötürü Saul’u hiç sevmediğimi itiraf edeyim öncelikle. Lakin dizi anlatım kalıplarını değiştiren nadir yapımlardan Breaking Bad’in en önemli unsuru olan senaryo ve tabii hikâye kurgusunun müsebbibi Vince Gilligan’ın Better Call Saul’un yaratıcı ekibinde yer alması kuşkusuz dizinin en önemli şansı. Bir spin off (bir eserin/yapımın bir yan karakterini merkeze alınarak yapılmış eser/yapım) olarak yapım, kuşkusuz bir taklit ama çok kaliteli, hatta yer yer kendi sesine de sahip olabilen bir taklit.

Dizinin en sevdiğim özellikleri; çok sağlam karakterler yaratabilmesi, bunlar üzerinde hikâyesini tüm sezon(lar)a yayacak bir şekilde tüm sakinliğiyle kurabilmesi ve insanın güce yönelik saplantısının ondaki dikiş izlerini tüm çıplaklığıyla açığa çıkartmasını gösterebilmesi. Tabii kendine kurduğu atmosferden hiç taviz vermemesini de bunlara ekleyelim. Öykünün hızlanmaya başladığı 5. sezon da bu çizgiyi kusursuz devam ettiriyor.

Bir Başkadır [Mini Dizi – Yaratıcı: Berkun Oya]

Kaynak: Netflix

Yayınlandıktan sonraki ilk birkaç hafta ülkedeki belli bir kesmi kitleyen ve bolca tartıştıran Bir Başkadır, ülkenin mevcut durumuna dair kurgusal bir kesit sunuyor. Berkun Oya’nın ikircikli aklında yaratılmış bu hikâyeyi sevebilirsiniz, eleştirebilirsiniz, saçma bulabilirsiniz. Lakin senaryonun oldukça sağlam olarak kurulmasının ve yazılmasının, yapımın teknik açıdan falsosuz gerçekleştirilmesinin hakkını teslim etmek gerek. Zaten dizinin esas başarısı da meramını kendi sınırları içerisinde, gayet şık ve temiz bir biçimde anlatabilmesi. Çünkü ülkemiz televizyon tarihinde bunu yapabilmiş o kadar az yapım var ki…

Small Axe [Antoloji – Mini Dizi – Yaratıcı: Steve McQueen – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Alastair Siddons, Courttia Newland, Rebecca Lenkiewicz, Alex Wheatle (Senarist), Mica Levi (Müzik)]

Kaynak: BBC / Amazon Prime

Small Axe hazmı kolay olmayan bir antolojisi dizisi; bir uzun, dört orta metraj filmden oluşan bir beşleme aslında. Yapımların konuları birbirleriyle çakışmasa da konu aldığı topluluk (Londra’da yaşayan Karayip göçmeni siyahiler) ve verdiği hissiyat ortak. Kendisi de bu topluluğun üyesi olan sevilen sinemacılardan Steve McQueen kendisinin, akrabalarının veya çevresinin yaşadıklarından yola çıkarak ırkçılık, sınıf ayrımı ve insanlık üzerine çok ciddi ve samimi cümleler kuruyor. Altta da biraz açacağım üzere, ırkçılık ve sınıf ayrımını kullanarak prim yapmaya çalışan yapımların ne kadar eğreti durduğunu Small Axe‘i izleyerek açıkça görebilirsiniz.

Sonbahardan itibaren yıllık listelerini yayınlayan bazı kurum/yayınlar serinin ilk iki bölümünü öne çıkardılar ve hatta yılın filmleri listelerinde başa oturttular. Dizi-film kavramının muğlaklaştığı günümüzde, nitelikli birer filmden hiç aşağı yanları olmayan her bölüm için gayet kabul edilebilir bir durum açıkçası. Lakin beş yapımın da verdiği ortak duygudan ötürü ben bir dizi olarak ele almayı seçtim. Yine de bölümlere biraz değineceğim.

Serinin tek uzun metrajı olan Mangrove bir mekânın gerçek hikâyesini sunuyor bizlere. Karayip göçmeni bir ailenin açtığı ve giderek topluluğun buluşma yeri hâline gelen bir restaurant, Mangrove. Lakin polis bu mekânın açılış gününden itibaren gıcık olunca sürtüşmeler giderek isyana, ünlü bir yürüyüşe ve de hukuki bir davaya dönüşüyor. Benzer bir cümleyi 2020’nin popüler filmlerinden The Trial of the Chicago 7 için de kurabiliyoruz ve zaten iki yapım da farklı ülkelerde geçmelerine rağmen aynı şeyi anlatıyor. Lakin Aaron Sorkin’in kıvrak senaryosu ve albenisine rağmen Mangrove‘da samimiyeti ve bunun filme verdiği gerçekçiliği resmen damarlarımızda hissediyoruz. The Trial of the Chicago 7 ise gerçek hikâyesine karşın Mangrove‘un yanında nitelikli bir sirk gösterisine benziyor.

Lover’s Rock ise oldukça deneysel bir iş. Çünkü klasik bir öykü yapısına sahip değil, bir ev partisinden hareketle duyguları aktarıyor sadece. Seyirci olarak sanki biz de partinin bir davetlisiyiz ve dans pistinde bazen samimi bir şekilde slow, bazen de ritmik olarak partnerimizle dans ediyoruz. Tüm dertler kapının diğer tarafında kalmış. Tek düşüncemiz partnerimizle hangi anda öpüşmemiz gerektiği (1980’lerdeyiz bu arada!). McQueen’in bu yapımda başardığı şey muazzam, tüm o duyguları verirken partinin katılımcılarından hareketle o döneme dair tespitler de yapabilmesi büyük bir meziyet.

Kaynak: BBC / Amazon Prime

Red, White and Blue ile Alex Wheatle bu topluluktan iki kişinin; geçmişlerine, onlara karşı olan ve kendi önyargılarına rağmen hayallerini gerçekleştirme çabalarına odaklanıyor. Modern toplumun ne kadar modern ve medeni oluşu üzerine birer mesel adeta. Lover’s Rock gibi yeni bir şey sunamasalar da samimiyet ve detaylardaki incelik görülmeye değer.

Son bölüm Education ise beni duygusal olarak zorladı ki Altyazı’nın diziyle ilgili videosunda da yalnız olmadığımı anladım. Şöyle ki yapım, ırkı ve sınıfı yüzünden düzgün eğitim alması devlet tarafından engellenen bir çocuğu anlatıyor. Anlatım şeklinde bir yenilik ve farklılık olmasa da -diğer bölümlerde olduğu gibi- konusuna sahip çıkışı ve tavizsizliği seyirciye de geçiyor. Tabii izlerken insan şunu da düşünüyor: İngiltere’de böyle yapılıyorsa ülkemizde neler yapılıyordur! Yapıldığını da biliyoruz ne yazık ki ve bunu bilmek bile can acıtıyor.

Ramy [2. Sezon – Yaratıcı: Ari Katcher, Ryan Welch, Ramy Youssef – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Cherien Debis, Christopher Storer (Yönetmen), Maytha Alhassen (Senarist)]

Kaynak: Hulu

Seinfeld (1989-1998) ve Louie (2010-2015) (hatta Bartu Ben (2018) ile ülkemize de sıçrayan) gibi komedyen/oyuncuların kendi hayatlarından esinlenerek yarattıkları komedi dizisi konseptinin bir örneği alan Ramy‘nin diğerlerinden farkı, ana karakterinin Müslüman olması ve (dizi içinde karakterin iş olarak) komediyle uğraşmaması. Lakin bu konseptin esas özelliği olan karakterin kendini tanımlayabilme ve hayat içinde kendine yer edinebilme macerası bâki kalmış. Böylelikle Boston’da doğup büyümüş dini bütün Müslüman bir kişinin; ailesinden aldığı Mısır-İslam kültürü, yetiştiği Amerikan kültürü ve günümüzün post-truth dünyası arasında ayakta kalma çabasını izlemek hem çok eğlenceli (bazen kahkaha krizine giriyorum), hem zihin açıcı, hem de çok düşündürücü.

İkinci sezonunda sufi şeyh rolündeki Mahershala Ali’nin nefis performansının katkısıyla da dozunu iyice arttırdı. Darısı gelecek sezonlara…

Parry Mason [1. Sezon – Yaratıcı: Ron Fitzgerald, Rolin Jones – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Erle Stanley Gardner (Orijinal Diziyi Yaratan), Timothy Van Patten, Deniz Gamze Ergüven (Yönetmen), Eleanor Burgess, Steven Hanna, Sarah Kelly Kaplan (Senarist), Terence Blanchard (Müzik), Darran Tiernan, David Franco (Görüntü Yönetmeni)]

Kaynak: HBO

Yapım aslında 1932 Los Angeles’ında (Büyük Buhran sonrası yani) geçen klasik bir polisiye. İlk bölümünde korkunç bir cinayet işleniyor ve tüm sezon dedektif/avukat kahramanımız Parry Mason ile hem cinayeti çözmeye çalışıyoruz, hem de arka planda toplumun kokuşmuşluğu, dönemin karakteristikleri ve insanlığın güç hırsının yansımalarını gözlemliyoruz.

Benim radarıma başroldeki (The Americans‘ta (2013-2018) beğendiğim) Matthew Rhys sayesinde giren yapım; titizlikle seçilmiş oyuncu kadrosunun başarılı performansları, seyirciyi aptal yerine koymayan senaryosu, Terence Blanchard’ın leziz caz komposizyonları ve dönemi harikulade yansıtan yapım tasarımı ve görüntü çalışmasıyla göz dolduruyor.

Babylon Berlin [3. Sezon – Yaratıcı: Henk Handloegten, Tom Tykwer, Achim von Borries – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: Volker Kutscher (Romanından Uyarlanan), Uli Hanisch (Yapım Tasarımı), Johnny Klimek (Müzik), Philipp Haberlandt (Görüntü Yönetmeni)]

Kaynak: Sky

Sevilen film insanı Tom Tykwer dizi çeker de kaçırır mıyız? Hele Weimer Cumhuriyeti’nde (iki dünya savaşı arasındaki Almanya) geçen bir  polisiyeyse. Parry Mason hakkında yazdıklarım Babylon Berlin için de geçerli. Tykwer ve ekibi sayesinde hem çok keyifli bir polisiye izliyoruz hem de o dönemin Almanyasını çok iyi gözlemliyoruz. Bilhassa 3. sezonda Büyük Buhran’ın çıkış sebeplerine de göz atması beni cezbetti.

The Mandalorian [2. Sezon – Yaratıcı: Jon Favreau – Diğer Önemli Katkıda Bulunanlar: George Lucas (Uyarlanan), Dave Filoni, Rick Famuyiwa (Yönetmen, Senarist), Ludwig Göransson (Müzik)]

Kaynak: Disney +

Bizim neslimizin Star Wars fanatikliği malum, ilk üçlemenin epik samuray-spaghetti western-space opera tadını bir alan kolayca unutamıyor. Ardından iki üçleme ve bir sürü animasyon dizisi yapılsa da aynı tadı pek veremediler. İşte Favreau şaşılası bir şekilde bu tadı yakalamayı başarıyor. İkinci sezon, ilkinden de keyifliydi üstelik.

Sezon bitince tadı o kadar damağımızda kaldı ki eşimle ilk altı filmi bir daha izledik. Bence Bölüm I-III‘ten daha başarılı dizi. Bunun da sebebi Lucas’ın evreni yaratırken senaryoya pek önem vermemesi. Oysa Favreau ve ekibinin senaryosu pek falso vermiyor. (Yeni üçlemeye ise hiç girmeyelim.)

We Are Who We Are [Mini Dizi – Yaratıcı: Sean Conway, Paolo Giordano, Luca Guadagnino, Francesca Manieri]

Kaynak: HBO

Başka bir yazımdan alıntıdır:

” Aslında American Graffiti (1973), The Breakfast Club (1985) ve Dazed and Confused (1993) gibi gençlere odaklanan klasikler, kafaları karışık gençlerin eylemlerini göstermekle kalmaz, sadece çekildikleri on yılın gençlerinin değil tüm yetişkinlerin ruhsal bunalımlarını da yansıtırlar. We Are Who We Are’ın da 2010’lar üzerine önemli tespitler yaptığını düşünüyorum.

Dünya üzerinde “makineleşme”nin en erken başladığı ve makineleşmeye en yatkın meslek olan askerlik ile bu yapıya tamamen zıt, geleneksel olmayan bir evliliğin dizinin merkezinde olması bile bu saptamalara alan açıyor. Şöyle ki dizinin başında üsse atanan yeni üs komutanı, hemcins partneriyle evlenmiş ve bir de oğlu olan bir kadın. Yani duygulara en ufak yer bırakmayan, koşulsuz şartsız itaat isteyen aşırı ortodoks bir ortamın en yetkili kişisinin, alışılmışın oldukça dışında bir aileye sahip olması kendi oğluyla beraber üsteki diğer kişileri de etkiliyor. Ama en fazla böyle bir ortamda ve dünyada ne yapacağını bilemeyen, kim olduğunu anlamlandıramayan gençleri etkiliyor. Dizi, “Z kuşağı” olarak etiketlendirilmeye ve anlaşılmaya çalışılan bu kuşağın neden birkaç cümleyle betimlenemeyeceğini çok iyi açıklıyor. Toplumun bir kesimi olarak onlardan beklenen belirli talepler ve davranışlar varken onlar bunları reddediyor. Başta cinsel yönelim ve ilişkiler olmak üzere her şeyin karmaşıklaştığı, sınırların bulanıklaştığı bir dünyada kendini anlamlandırmaya çalışmak eskisinden çok daha zor. Bu durumun da insanlığı makineleştirmeye çalışan yönetici sınıfın ve kapitalizmin önünde bir engel oluşturacağı aşikâr.”

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: