İnsanlığa Dair Birkaç Düşünce veya 2010’lara Siyasi Bir Bakış – 2
İlk yazıya başlarken bu kadar dolu olduğumu tahmin etmiyordum, dolayısıyla uzadıkça uzadı. Ta ki tek yazıda toparlayamacağımı kabul edene kadar. Bu sebeple içeriğini okuyucuya aktaramayan bir yazıya dönüşmüş, umarım bu hatayı bir daha tekrarlamam.
‘Artı değer’in başlangıçta insan türünün yaşarkalmasını garantilemesi için çıktığını, ardından medeniyetin kurulmasına yol açtığını ve tarih boyunca insanlığın bitmeyen açgözlüğüyle katmerlenerek kapitalizmin özüne dönüştüğünü önceki yazıda anlatmaya çabalamıştım. Günümüzde ben dahil insanlığın çoğu, emeğini satarak para kazanıyor. Bu paranın önemli bir kısmını daha görmeden vatandaşı olduğu veya çalıştığı yerin bulunduğu ülkeye vergi olarak veriyor. Geriye kalan ücret ise hayatı idame ettirmeye yönelik harcamalara gidiyor.
İnsanlığın çoğunun yaptığı iş, kendisinin ve ailesinin yaşarkalmasına dönük olmadığından aldığı ücreti sabit giderlere harcamak zorunda. Tarımla uğraşmıyorsanız mesela, yiyeceğinizi başka bir kişiden almaya muhtaçsınız. Dolayısıyla kazandığınızın muhtemelen hepsini, böyle muhtaç olduğunuz giderlere (barınma, beslenme, ulaşım, vs.) harcamak zorundasınız. Üstelik her harcamanızdan da vatandaşı olduğunuz veya ikamet ettiğiniz ülkeye ayrıca pay vermek zorundasınız.
Sabit veya sabit olmayan harcamalarınızı yapabileceğiniz bir sürü seçeneğiniz var. Bu seçeneklerin yani ürünlerin hepsinin de amacı daha fazla insana ürününü seçtirebilmek. Lakin farklı coğrafyalarda, farklı koşullarda yaşayan ve farklı isteklere sahip olan farklı insanlara nasıl aynı ürünü satabilirsiniz ki? Ayrıca dünya nüfusunun çoğu bir şekilde bir topluluğa tamamen bağlı olarak yaşıyor. Yani bir aileye, bir cemiyete, bir tarikata, bir zümreye, vb bir oluşuma tabii ve bu oluşum ihtiyacını toptan (yani daha ucuza) ve tek bir yerden karşılıyor. Hâlbuki megakentlerde olduğu gibi bu oluşumların üyeleri ayrı ayrı yaşasa, hem her ihtiyaçlarını ayrı karşılamak zorunda kalacaklar hem de parakende alacaklarından daha fazla harcayacaklar.
Bir engelli olarak kişinin tek başına kendisini idame ettirebilmesi benim için çok önemli olsa da kapitalizmin bu durumu daha fazla ürün satabilmek için teşvik ettiği de aşikâr. Fakat bu kadar çok insana aynı ürünü satabilmesi için de alıcıların benzer beğenilere sahip olması veya öyle olduğunu düşündürülmesi gerekiyor. Bu yüzden 2010’lara insanların yalnızlaştırılırken tektipleştirildiği yıllar gözüyle bakılabilir. Bilhassa sosyal medya, insanlarda bu şartlanmayı perçinledi. Artık çoğu insanın gündelik, okul/iş ve sanal yaşamlarında farklı bireysel kimlikleri var. Birey bu (tek veya çoklu) kimliklerinde kendi olarak, tek başına hareket ettiğini düşünse de aslında bilinçli veya bilinçsizce yönlendiriliyor ve bu yönlendirme her alanda oluyor. Politika, iş, okul, ilişki, sanat, vs…
Burada ciddi bir çelişki var ve sonunda sistemi baltayacak olan da bu garip ikilem: Hem bilinçlenerek birlik olmasını engellemeye yönelik hem de market talebini katlamak için insanlar ayrıştırılırken diğer taraftan da sistem tarafından kolaylıkla yönetilebilmeleri ve de aynı ürünleri alabilmeleri için tektipleştiriyorlar. Bu amaç uğruna da herhangi bir sınır tanımak istemiyorlar.
2010’lar, sosyal medya sayesinde mevcut siyasi ve iktisadi sistemin insanlara bir nevi Matrix (1999) dünyası yaşattığı yıllar oldu. Savaşlar üçüncü dünya ülkelerinde yaşanmaya devam etti, savaş tacirleri her türlü kazanırken birinci ve ikinci dünya ülkelerinin vatandaşları evlerinde rahatlıkla oturdu, alışveriş yaptı, gezdi, para harcadı. Savaşların güçlü ülkeleri etkileme olasılığı, küresel ısınma krizinin yaklaşması, olası diğer doğal afet tehlikeleri doğrudan görmezden gelindi. Çünkü sistem ya da şov her zaman devam etmeliydi.
2020’de ise şovun hiç de aynı şekilde devam etmeyeceği gayet net belli oldu. Önce küresel ısınmanın tetiklediği Avustralya yangınları ve çekirge saldırıları, ardından da COVID-19 salgını… Ki bu tarz doğal olaylara; sistemin baskıladığı çeşitli sosyal patlamalar, üçüncü dünya ülkelerindeki silahlı yangınların kıvılcımlarının tanıdığımız ülkelere sıçrayarak görünürleşmesi ve sistem tarafından bilinçli şekilde yüzeysel yetiştirilen 21. yüzyıl doğumluların fiziki, sosyal ve psikolojik hezeyanları eklenecek. Tabii bunlar kişisel görüşüm ama 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren aşırı çoğalan insan türünün doğaya ve kendisine verdiği zararları ve bunların doğrudan sonuçlarını daha açık göreceğimiz yıllar bizi bekliyor. Benzeri sorunlarla yüzleşen tarihteki medeniyetler gibi kaçacak yerimiz de pek kalmadı.
Yapay zeka, uzay, alternatif enerji ve benzeri çalışmalarla insanlık ve de sistem kendisine alternatif çözümler bulma telaşında. Fakat bunların herhangi birinde ciddi bir çözüm bulmamız için gereken zamanla, mevcut kaynakları tüketme zamanı arasındaki oran çok dramatik. Bilhassa 2010’lu yıllarda yapay zeka ve uzay çalışmalarındaki artışın, alternatif çıkış bulma ihtiyacından kaynaklandığını düşünüyorum. Elon Musk’ın mesela bu tarzda birden fazla konuşması mevcut.
Peki ya Türkiye? Türkiye maalesef bir kararsızlıklar ülkesi. Ülkenin bir kısmı ileri medeniyetlerle arayı kapamanın peşinde amansız bir şekilde ter dökerken, bir kısmı aynı medeniyetlere yaranarak günü kurtarmanın derdinde, bir kısmı geçmişle bitmeyen hesaplaşmalarıyla meşgul, bir kısmı da tüm dünya yanarken tek bilge kişinin kendisi olduğunu kanıtlama çabasında. İşin ilginci de tüm bu kişiler birbirlerini hiç dinlemeden konuşuyorlar.
Bu sebeble de ülke, Atatürk devrini bir kenara ayırırsak Kanuni döneminden itibaren bir yandan bir yana savruluyor. Ama göçebe geçmişimizin kolay uyum sağlama yeteneği sayesinde bir şekilde dağılmadan ileri gidebilmeyi başarabilmişiz. Bu ilerleme çoğunlukla birkaç Osmanlı bürokratı, Tanzimat ve Cumhuriyet aydını ile Atatürk gibi nadir kişilerin bireysel çabaları sayesinde olmuş. Bazen de şans yaver gitmiş.
Bu süreç, tüm karmaşıklığıyla 2010’lu yıllarda da devam etti. Ülke aşırı sağcı, otoriter ve vahşi kapitalist bir iktidar tarafından 17 yıldır yönetilse de, ülkenin ekonomisi ciddi batma emareleri gösterse de, halkın çoğunluğunun devlete zerre güveni kalmasa da birkaç önemli gelişme de yaşandı.
- Sonunda biraz hayal kırıklığı yaşatsa da Gezi Olayları bu coğrafyanın tartışmasız en önemli demokratik olaylarından biriydi.
- Tam 40 yıldır ihtilal olmuyor, 2016’da bir kalkışma (ya da taklidi) yaşansa da ordunun müdahale etmediği uzun bir demokratik dönem yaşamayı sürdürüyoruz; üstelik farklı (ve anti-demokratik) amaçlarla da olsa 2010’larda yönetimde ordu etkisinin çok azaldığını gördük.
- 2019 yerel seçimleri de, vatandaşların demokrasiye inancının bir nebze olsun arttığı pozitif bir gelişmeydi.
Tabii ülkemizin daha çok yolu var. Demokrasi ve eğitim alanlarında -Avrupa ülkelerini kıyas kabul edersek- 20. yüzyıla yeni geçiyoruz. Endüstri/özel sektörde yabancı firmaların iteklemesiyle 1970’ler seviyesindeyiz. Bu sektörün daha hızlı büyümesini engelleyen ana etken eğitimde ve siyasette nesnelliğe daha geçemememiz. Geçmişle hesaplaşmadığımız, tüm olaylara aşırı duygusal yaklaştığımız ve kendimizi sürekli geliştirme ihtiyacı hissetmediğimiz için sürekli aynı sorunları yaşıyoruz. (Aynı sorunların yaşanmasının önemli bir nedeni de belgeleme, arşivleme ve bu arşivden yararlanma alışkanlığımızın hiç olmaması. Bunu sadece akademik çalışmaya yönelik değil, tüm alanlar için yapmalıyız.)
2020’ler hem insan ırkı hem de ülkemiz için önceki (on) yıllar kadar kolay geçmeyecek gibi görünüyor. Doğada ve tarihte sıklıkla görüldüğü gibi yaşanacak olaylara ve bunların getirdiği yeni durumlara hızlıca ve kolayca uyum sağlayabilenler yola devam edecekler.
-
22/04/2020, 16:10İnsanlığa Dair Birkaç Düşünce veya 2010’lara Siyasi Bir Bakış – 1 | Artun'un Karalama Defteri
Son Yorumlar