2020’den Aklımda Kalan Filmler
Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (Serdar Kökçeoğlu)
Belgesel pek sevmiyorum lakin filmin her türünde olduğu gibi, iyi bir örneğini duyarsam izlemeye gayret gösteriyorum. 2020’de o kadar kaliteli belgeseller izledim ki yıl sonu listeme dört tanesi girdi. Yazıya da bu yüzden onlardan başlamak istedim.

Mimaroğlu belgeselini yapım aşamasında duymuştum ve konusuyla ilgimi çekmişti. Elektronik müzikle 60’larda ilgilenmeye başlayan ve bu alanda Amerika’da ufak da olsa ismi olan bir Türk olduğunu öğrenmek bile iştah kabartıcı. Belgesel sayesinde daha fazlasını öğrendiğim İlhan Mimaroğlu, pek örneği olmayan, nev-i şahsına münhasır bir karakter. Kökçeoğlu’nun eseri de klasik bir biyografi belgeseli izleğini takip etmeyerek anlattığı kişinin karakterine bürünüyor resmen.
Mimaroğlu nasıl entelektüel, ilgi uyandırıcı, bencil ve karamsarsa Mimaroğlu da bilgilendirici, çekici, yer yer itici ve soğuk. Ama bu yapı belgesele bambaşka bir hava katıyor ve benzersiz kılıyor. Yer yer sıksa da (eşim dayanamayıp yarıda bıraktı) farklı ve akılda kalıcı bir deneyim olduğu kesin.
Maddenin Hâlleri (Deniz Tortum)
İnsan meraklıdır ve görebildiklerinden ziyade, göremedikleri daha çok ilgisini cezbeder. Her insanın bir şekilde uğradığı hastanede de sadece pesonelin girebildiği yerler, doğal olarak sağlık çalışanı olmayana ilginç geliyor. Bir ameliyathane koridoru nasıldır? Doktorlar yemek yerken ne konuşur? Çöpler nasıl toplanır?
Deniz Tortum, Çapa’ın eski başhekimi olan babasının sayesinde, sadece kamerasıyla Çapa’nın her yerini turluyor. Hiçbir şeye müdahil olmuyor, hiç konuşmuyor, sadece o andaki duruma şahit ediyor bizi. Bu yüzden çok uzun plan sekanslar mevcut filmde ve o kadar uzunlar ki kamerayı (yani bunun bir film olduğunu) unutuyorsunuz. Tortum’un bu hissi yakalayabilmesi büyük bir teknik başarı. Pandemi zamanı böyle bir eser izlemek de başka bir deneyim.
Colectiv / Collective (Alexander Nanau)

2015’te Bükreş’te bir gece kulübünde yangın çıkar ve ölenler ile ağır şekilde yaralananlar olur. Yaralananların bir kısmı hastanede tedavi sırasında ölmeye başlayınca toplumda sesler çıkmaya başlar. Bu durumu takip eden bir spor gazetesi (!) muhabiri, olayın arkasında büyük bir ihmaller zinciri olduğunu ortaya çıkarır.
Yaşadığımız post-truth çağında o kadar çok yalanla karşılaşıyoruz ki çoğu artık bizi şaşırtmıyor. Politikacılar kadar iş insanları ve sıradan insanlar da buna ayak uydurmuş vaziyette. Romanya’da sadece 6 yıl önce yaşanan bu olaylar bunun sadece bir örneği. Nanau; sadece Romen sağlık sistemindeki çürümüşlüğü değil, insanların mevki, para veya sadece güçlü hissetmek için neler yapabileceğini de gösteriyor. Eserin en acı ve en gerçek yanı da bu durumu toparlamak için yapılan onca emeğe ve iyi niyete karşılık paranın ve politik hırsın her şeyi nasıl da tek hamleyle bu yapılanları yok edebileceğini belirtmesi.
Romanya’yı bu kadar eleştiren bir yapımın Romanya tarafından da sahiplenilerek tüm dünyada övgülere ve ödüllere boğulması da yaşadığımız çağ hakkında düşünülmesi gereken bir konu.
My Octopus Teacher / Bir Ahtapottan Öğrendiklerim (Pippa Ehrlich & James Reed)

Doğanın her şeye kâdir olduğu aşikâr ve lakin insanlık bunu kabullenmemek için her yolu deniyor. Bir insanın bu gerçeği oldukça sıra dışı bir şekilde kabullenmek zorunda kalışını anlatan My Octopus Teacher, bir doğa belgeseli izlenimi veriyor en başında. Fakat ilerledikçe, insan ve insanlık hakkında olduğunu anlıyoruz. Okyanusun dibinde yaşayan küçük bir ahtapotun insanlığın çoğundan daha yardımsever, daha vicdanlı ve daha sevgi dolu olduğunu görüyoruz. Hatta ‘insancıl’ sıfatını sorgulayacak kadar…
Druk / Drunk / Körkütük (Thomas Vinterberg)

Hâlâ Festen (1998) gibi başka bir şahesere imza atamayan Thomas Vinterberg, başka bir beyaz erkek draması çekmiş. Filme getirilen esas eleştiri de dünyanın hiçbir güncel derdine değinmeden, orta yaş krizinden muzdarip dört Danimarkalı beyaz erkeğin olgunlaşma sancılarını anlatması. Haksız bir eleştiri de değil lakin Vinterberg, bunu en iyi şekilde yapıyor. Hikâye kurgusu, diyalog yazılımı ve de Mads Mikkelsen başta olmak üzere oyuncu kadrosu çok iyi olan filmi izlemesi de bir o kadar keyifli. Gelecekte hatırlanacak mı? Hayır.
Nomadland (Chloe Zhao)

art-his’te yayınlanan yazımdan alıntılıyorum:
“Film boyunca birkaç sefer Fern, eski hayatından veya yerleşik düzenden geri dönme çağrısı alıyor ki bunlar da tam Fern’ü göçebelik hakkında düşündüren noktalarda geliyor. Lakin hepsine yanıtı aynı oluyor. Böylelikle anlıyoruz ki en başında Fern’ü bu yaşama iten şey bağımsız olabilme hâli. Tüm dezavantajlarına rağmen, bu yaşam biçimi ve bu duygunun Fern için vazgeçilmezliğini hissediyoruz. Hissediyoruz çünkü Zhao hiçbir zaman bunu kelimelere dökmüyor. Bunun yerine meramını, Frances McDormand’ın doğal ve sıradan yüzü ile muazzam adanmış oyunculuğunu ABD’nin uçsuz bucaksız, eyaletlere yayılmış coğrafyasının önüne koyarak betimliyor. McDormand’ın yüzündeki ve ellerindeki çizgilerle ABD’nin yolları, dağları, kıyıları, dereleri bütünleşiyor.”
I’m Thinking of Ending Things / Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum (Charlie Kaufman)

Kaufman’ı seviyorum, sebebi de kendisini sevdirme zahmetine hiç bulaşmadan özgün filmler çekebilmesi. I’m Thinking of Ending Things‘in oyuncaklı yapısının herkese göre olmadığının farkındayım ama esas meramını (başarısızlıklarla dolu hayatının son anlarında önemli anılarını aklından geçiren birinin hayat muhasebesi) oldukça farklı bir şekilde ekrana yansıtabilmesi büyük bir meziyet. Filmi izlemekten de, bulmaca gibi anlamını çözmekten de, filmin üzerine düşünmekten de (filmde hiç bir şeyin bitirilemeyişi, bunların tezahürleri ile bu durumun günümüz dünyasına izdüşümleri sonsuz bir düşünce alanı oluşturuyor) çok keyif aldım açıkçası. Şahsen 2020’de izlediğim en önemli eser olduğunu düşünüyorum (Nomadland‘la farklı kulvarlardalar bence).
The Forty-Year-Old Version / 40’ından Sonra (Radha Blank)

Bağımsız yapımlarda en önemli unsurlandan biri samimiyet ve bunu seyirciye geçirebilmek. Radha Blank yarı otobiyografik olan ilk filminde son derece samimi ve bunu filmin her ânında hissedebiliyoruz. 40 yaşında, şişman, siyahi ve de yazma sıkıntısı çeken, bir ara popüler olmuş bir oyun yazarının sıkıntılarını hip-pop ile aktarmaya çabalaması yer yer sıkıcı, bazen ilginç, kimi zaman da keyifli oluyor. Ama zaten tüm bunların toplamı onu özgün ve samimi kılıyor. Yılın en sıra dışı eserlerinden biri kendi adıma.
First Cow (Kelly Reichardt)

Old Joy‘dan (2006) beri takibimde olan Kelly Reichardt derdini olabildiğince yavaş ve sözden ziyade, imgelerle anlatmayı seven bir sinemacı. Son filmi First Cow da bunlardan azâde değil, fakat meramı daha politik ve sert, en azından bana önceki filmlerinden daha yakın geldi. Reichardt bu sefer paranın modern toplumdaki yerini sorguluyor. Son derece minimal bir sinemayla bunu başarabilmesi, şiirsel sinemanın içinde maddiyata yönelik saptamalarda bulunması takdire şayan. 2020’nin en iyilerinden kesinlikle.
Mank (David Fincher)

Sinemanın yanında az çok tarihini de bilen bir insanın sevmemesinin zor olduğu bir film çekmiş Fincher. Zaten teknik açıdan kusursuz ki Fincher için oyunculuklar, görüntü, müzik gibi teknik unsurlar her zaman senaryoya, daha doğrusu hikâyeye hizmet ederler. Mank‘da da Citizen Kane‘nin (1941) senaristi Herman Mankiewicz’in senaristliğe aşkını, arka planında Hollywood’daki güç-para-siyaset-mafya ilişkilerini betimleyerek anlatıyor. Her seyirciye göre olmayabilir ama gelecekte de adı çok zikredilecek çok özel bir film.
Sound of Metal (Darius Marder)

Bir engelli olarak engelli olma hâlini layığıyla anlatan her film zihnimde yer ediniyor çünkü ajitasyona kaçmadan bunu gerçekleştirebilen çok az. Marder ilk filminde bunun da ötesine geçerek yılın en önemli eserlerinden birine imza atıyor. Birkaç gün içinde sağır olan bir heavy metal davulcusunun, sağır olmanın getirdiği hayat şartlarını ve de hayatının eskisi gibi olmayacağını kabullenme sürecini izliyoruz. Marder hem bu süreci oldukça gerçekçi bir şekilde, başkarakterine hiç iltimas geçmeden anlatıyor; hem bu anlatım için gerekli tüm teknikleri seferber ediyor ki ses çalışması hakikaten muazzam; hem de tüm bu yaşananların engelliğe has olmadığının, bunun hayatta her insanın karşılaşabileceği yeni bir duruma alışma sürecinden farkı olmadığının altını çiziyor.
The Half of It / Bir Bilsen (Alice Wu)

Senenin gizli kalmış hazinelerinden. En azından romantik komedi ile olgunlaşma/gençlik filmi sevenleri için. Küçük bir kasabada yaşıtlarının görmezden geldiği bir genç olan Ellie Chu’nun ilk kez âşık olma ve dost edinme macerasını anlatan eser, Alice Wu’nun kıvrak senaryosu ve yerinde tercihleriyle kalpleri ısıtan ve de oldukça kaliteli bir dramediye dönüşüyor.
Wolfwalkers (Tomm Moore & Ross Stewart)

Tomm Moore en sevdiğim ikinci animasyon yönetmeni çünkü kendine has çizim tekniğiyle ve bağımsız bir şekilde İrlanda folkloründeki hikâyeleri anlatıyor. Secret of Kells (2009) de, Song of the Sea (2014) de en sevdiğim animasyonlardan. Moore’un son eseri Wolfwalkers öncüllerinin izinden gidiyor. Lakin Secret of Kells‘e fazlaca benzetmem bende biraz hayal kırıklığı yarattı. Tabii eserin oldukça özgün, detaycı ve harika çizimlere sahip olarak 2020’nin açık ara en iyi animasyonu olduğunu yadsımıyorum. (Soul güzel bir fikri sıradan bir animasyona çeviren bir iş sadece.)
The Assistant (Kitty Green)

New York’taki gösterişli ve kurumsal bir firmada yeni işe girmiş bir sekretere yapılan mobbingi bir gün boyunca izlediğimiz film, gerçekçiliğini bir an olsun yitirmiyor. Filmin başarısı, meramını elindeki teknik unsurları (Julia Garner’ın performansı ile patronu hiç göstermeyen hikâye kurgusu çok iyi) yerinde ve başarıyla kullanmasından ziyade, çağımızın şartlarını çok iyi anlayarak filmin içinde kullanması. ’Z kuşağı’ olarak tabir edilen neslin, iş yaşamının ilk yıllarındaki kölelik dönemine karşı gelişi ve #MeToo hareketi ile yükselişe geçen cinsiyetçi eşitsizliğe her alanda karşı çıkışı bir potada eritmeyi başaran The Assistant, gelecek yıllarda çekilecek filmler için önemli bir referans olacak. (Benzer bir iddiaya sahip olan ve daha çok ses getiren The Promising Young Woman‘ın aksine.)
Aşk, Büyü, vs. (Ümit Ünal)
Kariyerinin başında Teyzem (1986) ve Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987) gibi sinemamızın iki ayrıksı senaryosuna imza atan Ümit Ünal, bence ülkemizin az sayıdaki iyi senaristlerinden biri. Son filminde, gençliklerinde yaşadıkları aşk sebebiyle hayatları değişen iki kadının yıllar sonra tekrar buluşmasını anlatıyor. Filmin etkileyici yanları; Ünal’ın ikilinin aşklarını diyaloglara harika yansıtması (uzun zamandır izlediğim en iyi diyaloglara sahip film), Büyükada’yı bir mekân olarak çok güzel kullanması ve Ece Dizdar ile Selen Uçer’in şaşılası derecede uyuşan kimyalarına harikulade iki performansın eşlik etmesi. Ünal’ın ülkenin geçirdiği en karanlık dönemlerden birinde, iki kadının aşkını tüm doğallığıyla anlatabilmesi de takdiri hak ediyor. Filmin, bu tutkulu aşkın dışındaki unsurlara yeterince özen göstermemesini de kaçan bir fırsat olarak yorumluyorum.
The Vast of Night (Andrew Patterson)
Bağımsız olarak çekilen bir bilim kurguya pek şahit olmayız. Daha doğrusu böyle filmler genelde benim hiç ilgilenmediğim ‘B filmi’ kategorisindedir ve herhangi bir yaratıcılıktan yoksundur. Patterson’un elinde ise çok sıradan bir fikre ve hikâyeye sahip olsa da iyi yazılmış bir senaryo var. Film, 60’larda küçük bir Amerikan kasabasında halkın lisedeki maçta toplandığı bir gece, uzaylıların gelmesini ve yerel bir DJ ile bir lise öğrencisinin bu gizemi çözmeye çalışmasını anlatıyor. Patterson, işte bu defalarca işlenen konuyu elindeki sınırlı bütçeye rağmen gerilim dolu, heyecanlı bir filme dönüştürüyor. Üstelik çektiği plan sekanslar gerçekten usta işi, zaman zaman ayağa kalkıp alkışlayasım geldi.
Son Yorumlar