Arşiv
Sinema Sinema
Blue Jasmine [Woody Allen – 2013]
Allen’ın son filmi tipik filmlerinden biraz ayrılıyor. Bu sefer hayatını, çalışmadan gelen para ve gücü elde etmek ve bu gücü sürdürebilmek üzerine kuran nevrotik Jasmine’i izliyoruz. Doğal olarak film de komediden drama meylediyor. Konusunun getirisi olarak da politik eleştiri de barındırıyor, bilhassa sınıfların açgözlülüğü üzerine.
Allen’ın daha önce de birkaç kez çevresinde dolaştığı konular bunlar ve iyi bir senarist/yönetmen olduğundan bunu da gayet güzel başarıyor. Derdini gayet anlatabilen, teknik anlamda da falsosuz bir dram. Hele oluşturduğu oyuncu kadrosu gerçekten harika. Cate Blenchett yıldızlaşırken Sally Hawkins de ders veriyor resmen.
About Time [Richard Curtis – 2013]
Notting Hill en sevdiğim filmler arasında ilk 10’da yer alırken Love Actually ise sevdiğim romantik-komedilerden biridir. Hal böyleyken onların yaratıcısının yeni romantik-komedisine de vizyona girer girmez gittim. Lakin biraz hayalkırıklığına uğradım. Çünkü izlediğim film, bir romantik-komedi değildi, aslında sorunu tam bir film olmamasıydı. About Time; başı oldukça laçka ve kötü bir absürt komedi, ortası vasat bir romantik-komedi ve sonu da (son 30 dakikası) iç ısıtan ve başarılı bir baba-oğul dramı.
21 yaşına geldiğinde babasından zamanda yolculuk edebilme yeteneği olduğunu öğrenen Tim, bu yeteneğini sadece (?!?) hayatının kadınını bulmak ve elde etmek için harcıyor. Filmin bu desteksiz konuyla ilgilenişi yarısında bitiyor. Bir 15 dakikalık gereksiz kardeş dayanışmasından sonra birden baba-oğul dinamiği devreye giriyor ve film aniden tat vermeye başlıyor. Çünkü Curtis her zamanki gibi harika diyaloglar yazmış ve izleyiciye de nasıl sinema sıcaklığı vereceğini iyi biliyor. Daha fazlasını oku…
Filmekimi 2013 Yorumları
Enough Said [Nicole Holofcener – 2013]
Dünya nüfusunun yaş ortalamasının giderek artması, doğal olarak film yapımcılarını da bu yeni piyasaya film yapmaya itmeye başladı, son birkaç yıldır. Artık yılda 2-3 film, bu hedef kitlesine yönelik yapılıyor. Açıkçası bu filmler, belli bir kalitenin altına da düşmüyor çünkü hedef kitle zaten belli bir seviye istiyor. Enough Said, tam bu tür bir film.
Çocuklu ve boşanmış olan bir masöz olan Eva, aynı anda hem yakın bir arkadaş hem de yine dul ve boşanmış bir erkek arkadaş edinir. Yalnız yeni arkadaşının eski kocasının, yeni erkek arkadaşı olduğu ortaya çıkınca olaylar da karışmaya başlar. Zaten kendini kanıtlamış oyuncular olan Julia Louis-Dreyfus, James Gandolfini ve Catherine Keneer’ın karşılıklı döktürdüğü film, gerçekten yapabileceği her şeyi yapıyor. Komik, falsosuz, temposunu kaybetmeyen ve kararını bilebilen bir film. Lakin yapısından ötürü kendine ait bir çekiciliği yok ya da ben yaşımdan ötürü bu çekimi yaşayamadım.
Heli [Amat Escalante – 2013]
Bu yılki Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü alan Meksika yapımı film, gecekonduda yaşayan bir ailenin derin devlet ve uyuşturucu çetelerinin arasında ezilişini aktarıyor. Senaryosu oldukça basit, heyecansız ve temposuz olsa da gücünü gösterdiklerinden ve onları gösterme şeklinden alıyor. Şiddeti ve bireyin devlet/çete/polis/asker zulmü altındaki zaruri ezilişini, dolandırmadan ve gerçekçi (hatta bazen fazla gerçekçi) olarak gösteren Heli, iyi bir yönetmenin filmini nasıl yükseltebildiğinin tezahürü.
La Vie d’Adéle (Blue is the Warmest Color) [Abdellatif Kechiche – 2013]
Cannes’ın en çok konuşulan ve en büyük ödülünü de (Altın Palmiye) kapan film, çok hassas bir yapıya sahip. Çünkü lezbiyen bir kızın bu eğilimini keşfetmesini, hayatının aşkını bulmasını, bu ilişkisini ve ötesini tüm detaylarıyla anlatıyor. Lakin detay demişken gereksiz olanları değil, Adéle’in ilişkisini ve duygularını tamamen anlamamıza yarayan detayları kastediyorum. Bunları bazıları, mesela 15 dakikalık kesintisiz sevişme sahnesi, çoğu insan için kabul edilemez ve/veya dayanılmaz olabilir. Lakin benim hayatı anlamlandırma cümlem de olan “Hayat ayrıntılarda gizlidir.” önermesini ispatlayacak şekilde, bu detaylar karakterleri ve onların eylemlerini anlamlandırmamıza hizmet ediyor. Daha fazlasını oku…
Rush
Normalde Ron Howard’ı sevmem. Kaliteli gözüken şık filmlere imza atan memur Hollywood yönetmenlerinden biridir. Elindeki malzemeden kaliteli bir iş çıkarsa da, malzemenin değişik ve estetik olmasına değil, nasıl daha çok izlenebileceğine kafa yorar. John Nash’i anlattığı A Beautiful Mind, Nixon’un karizmayı çizdirişini resmettiği Frost/Nixon ve bir uzay epiği olarak lansedilen (ama çoktan unutulan) Apollo 13 en bilinen ve ödüllü işleridir.
Bu filmografiye sahip birinin senenin en iyi filmlerinden birini imzaladığını görmek açıkçası şaşırtıcı. Rush uzaktan bakınca, belki yine fazla bir yenilik barındırmadığı aşikar olsa da; bakir bir alt tür olan araba yarışı aksiyonunda yapılan baştan salma ve fazlasıyla popülist filmlerin arasından bir başyapıt edasıyla yükseliyor.
70’lerin Formula 1 dünyasına adını yazdırmış iki ismi merkeze alıyor filmimiz: Niki Lauda ve James Hunt. Lauda, tipik Alman ırkı özelliklerine sahip olarak disiplinli, dakik, işinin ehli, detaycı ama asosyal, somurtkan ve itici. Diğer yandan bir İngiliz olan Hunt; başına buyruk, karizmatik, yakışıklı, risk almayı seven, adrenalin deposu ama disiplinsiz, savruk ve bencil. Filmin en başarılı özelliği tüm iskeleti, bu iki zıt insanın karakter özelliklerinin üzerine kurmuş olması. Aksiyon sahnelerinden, dramatik sahnelere kadar her şey bu amansız çelişki üzerine inşa edilmiş. Dolayısıyla altı dolu olunca her sahne anlam kazanıyor. Normalde aksiyon filmi olması bile bunu engellemiyor, hatta tam tersi filmin hızını da kalitesini de arttırıyor.
Pinochet Üçlemesi
Bu yıl Oscar’a aday olan ‘Yabancı Dil’ kategorisindeki filmler, gerçekten kaliteli yapımlardı. Sinema sanatının meziyetlerini çeşitli alanlarda kullanıyorlardı. Bunlardan Şili adına aday olan No, gerek siyasi metni gerek gerçek bir olaya dayanması gerekse bunları ana akım sinema diline başarıyla yedirmesiyle öne çıkıyordu. Aslında No, genç Şilili yönetmen Pablo Larrain’in, ülkesinin diktatörlük yıllarını anlatan ‘Pinochet üçlemesi’nin son halkası. No‘yu bahane ederek arka arkaya üçlemeyi izledim. Böylece bu yazının oluşma şansı doğdu.
Tony Manero – 2008
Tony Manero ismini sinemaseverler iyi bilir, bilhassa 70’leri takip edenler. Çünkü zamanın en popüler filmlerinden Saturday Night Fever‘ın baş karakterinin adıdır. John Travolta’yı yıldızlaştıran karakter, işçi tabakasından gelip tezgahtarlık yapan ama geceleri dans yeteneği sayesinde diskoların yarışmalarına katılıp bu yolla üst tabakaya atlamaya çalışan biriydi.
Gerçek Tony Manero
Çakma Tony Manero
Pablo Larrain’in ilk filmi de 80’lerin ilk yıllarında geçiyor. Tony Manero karakterini kafasında saplantı haline getiren, hasta ruhlu birini merkeze yerleştiriyor. İşsiz güçsüz kahramanımız, hırsızlık yaparak ve geceleri bir dans merkezinde dans ederek geçimini sağlıyor. Arada da kimsenin ilgilenmediği insanları öldürmekte sakınca görmüyor. Aslında bundan bir zevk de almadığından neden yaptığını da anlamıyoruz. Hayattaki tek amacı ise, tıpkı Tony Manero gibi, cam bir zeminde dans etmek ve tabii ki onun da amacı olan köşeyi kolay yoldan dönebilmek. Bu uğurda da onun için her şey mübah! Dönemin baskı ve zaruretle dolu atmosferi bile umrunda değil. Onun yoluna çıkmamaları kafi. Tabii, bu anlayış dönemin diktatörlük ve kapitalist anlayışına birebir uyuyor. Baş karakter üzerinden Şili’nin o dönemdeki halet-i ruhiyesini gözler önüne seren Larrain, daha ilk filminde oldukça dengeli, soğukkanlı ve aklı başında bir yapı kuruyor. Daha fazlasını oku…
Oscar 2013 Ödül Töreni ve Top 10 Films of 2012!
Mart oldu ama ben 2012 filmlerini ancak bitirebildiğim için yeni yazabiliyorum. Hazır da Oscarlar taze dağıtılmışken ikisini bir arada çıkartayım dedim. Önce törenden başlayalım.
Bu yılki sunucu, komedyen Seth MacFarlane’in açılış gösterişi tüm törenin özetiydi aslında. Klasik dönemle yeni çağın arasında kalmış bir şov sundu, böylece iki tarafa da ait olamayan ama iki tarafı da hoşnut etmeye çabalayan bir tören gerçekleştirildi. Ne şiş yandı, ne kebap; ama aslında yemek de pişmedi. Ucube, sevimsiz bir tören izledik. Zaten adaylar ve ödüller gereği gayet sağcı bir tören izlerken bu arada kalmışlık hem MacFarlane’i hem de akademiyi bayağı zedeledi. Zaten tören sonrası MacFarlane hemen açıklama yapıp bir daha Oscarları sunmayacağını söyledi! Gerçekten MacFarlane’den beklenmeyecek kadar kötü espri doluydu şov ve belli ki MacFarlane de bundan hoşnut değildi! 2012’nin en iyi komedilerinden Ted‘in yaratıcısı ve kendisi olan MacFarlane’nin rahat ve gerçekten komik olduğu tek an, Ted olarak sahnede olduğu ve Oscar sonrası seks partisinin nerede olacağını merak ettiği sahneydi. Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema (Oscarlıklar vs vs – 4)
Salmon Fishing in the Yemen [Lasse Hallström – 2012]
Bu oldukça hafif, biraz uçuk ama izlemesi keyifli İngiliz romantik komedisi, her nasılsa 3 dalda Altın Küre’ye aday (Komedi Filmi, Erkek Oyuncu ve Kadın Oyuncu) oldu. Bu yüzden de Altın Küre’yi düzenleyen Hollywood Yabancı Yazarlar Birliği de çok eleştirildi. Filmi, izlemesi çok keyifli. Biraz fantastiğe kaçsa da Emily Blunt ve Ewan McGregor’u yan yana izlemek bile kafi. Zaten İngiliz romantik komedilerin cazibesi de malum. Lakin, yılın en iyilerinden mi derseniz, gülerim.
Hodejergene (Headhunters) [Morten Tyldum – 2011]
Bu Norveç yapımı gerilim-aksiyon, geçen yıl tüm dünyada bayağı popülerdi. Hatta bizde de İstanbul Film Festivali’nde oynamış, dikkatimden kaçmış. Denildiği kadar var, harika bir aksiyon. Mekik gibi işleyen bir senaryosu var ve gerek rejisi, gerekse oyunculuklarıyla gerçekten hakkını veren bir film. Rahatlıkla son yıllarda izlediğim en iyi aksiyon diyebilirim. İskandinav sinemasını daha çok yakın takibe almak gerek. Daha fazlasını oku…
Engellilik ve Cinsellik: De Rouille et D’os ve The Sessions
Başlık biraz iddialı, evet. Cinselliği gayrı-resmi konuşmanın olağan, resmi konuşmanın ise tabu olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Suçu sadece kendimize atmamak lazım gerçi, çoğu kültür böyle lakin bizde uçlar biraz daha sivri. Küçük bir örnekle konuyu kapatalım: Anadolu’da değil el ele tutuşmak, kadının aile yanında erkeğe bakmasının hoş karşılanmadığı bir toplumda, hiç tanımadığınız bir adam Bursalı olduğunuzu duyunca kurduğu 10. cümlede Bursa’dayken gittiği genelevi anlatabiliyor.
Hem engelli biri olarak (tanımayanlar için, az seviyede ataxic cerebral palsy’yim), hem de kendi hayatı olan şehirli bir birey olarak; iki konuya gayet vakıfım. 😀 1 hafta içinde izlediğim 2 film, tam da bu konu üzerinde düşünmeme neden oldu. Düşüncelerimi de filmleri yorumlarken yazacağım. (Umarım bu yazı kötü bir yere gitmez 😀 )
Ünlü Fransız yönetmen Audiard’un (bir önceki filmi Un Prophete muhteşemdi, izlemediyseniz kesin izleyin) yeni filmini her halükarda izleyecektim zaten. Konusu hakkında da en ufak fikrim yoktu. Böylece başladım De Roille et D’os (Rust and Bone/Pas ve Kemik)‘u izlemeye. Önce insan azmanı olarak tarif edebileceğim Alain’ın (Matthias Schoenaerts) oğluyla ablasına taşınmasını izliyoruz. Boş beleş bir insan ama bir barda bodyguard olarak iş buluyor. Bir gece çıkan kavgada tartaklanan Stephanie’ yi (güzeller güzeli Marion Cotillard) işi gereği eve bırakıyor. Ardından bir balina havuzunda eğitmenlik yapan Stephanie havuzda kaza geçiriyor ve bacaklarını kaybediyor. Tabii yoğun bir depresyona giriyor. Hiçbir şey yapmak istemiyor, filan (nedense tanıdık geldi :D). Bir gün öylesine Alain’ı arıyor, arkadaşça görüşmeye başlıyorlar. Alain, Stephanie’nin denize girmesini teşvik ediyor (ki bir engelli için harika bir terapidir, film de bunu çok yumuşak bir şekilde anlatıyor, Audiard farkı!). Derken konuşmalar daha derine kayıyor zamanla. Alain nasıl diğer günlük işlerinde Stephanie’ye yardımcı oluyorsa, cinsellikte de yardımcı olmayı teklif ediyor. (Tamam, sonuçta Marion Cotillard var karşısında ama bu etkiyi bertaraf edin) Stephenie’nin bu konuda verdiği ilk cevap tüylerimi ürpertti: “Kazadan sonra bir daha asla seks yapabileceğimi düşünemedim. Eskiden erkeklerin bana bakmasından zevk alırdım. Şimdi ise onların gözünde bir hiçim!” (Tam bu kelimeler olmasa da yakın anlamda) Tabii basit gözüken bir seks, zamanla başka bir şeye dönüşüyor.
Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema (Oscarlıklar vs vs – 3)
Arbitrage [Nicholas Jarecki – 2012]
New York’lu ünlü bir iş adamının, iş hayatındaki çalkantılı dönemiyle özel hayatında yaşadığı ve metresinin öldüğü bir trafik kazası birleşince, geçirdiği gerilim ve stres dolu günlerini izliyoruz. Tek gerilim unsuru yerine iki unsur kullanarak ve bunları birbirleriyle etkinleştirerek zeki, tempolu ama klişelere mahkum kalan bir film izliyoruz. Tabii filmi taşıyan ana unsur; böyle rolleri kaçıncıya oynadığından deneyimli olan ve çok iyi bir performans veren Richard Gere. İzlerken keyifli geliyor olabilir ama unutulmaya mahkum.
Lincoln [Steven Spielberg – 2012]
Spielberg’ün yeni filmi, tarihin en ünlü ABD başkanlarından birine yönelmesiyle ağdalı ve sıkıcı olarak gözüküyor dışarıdan. Gerçekten aynı konu başka bir senarist ve yönetmende sıkıcı olurdu. Ama senarist Tony Kurshner ve Spielberg öyle bir iş çıkarıyor ki teyatral olmasına rağmen aynı zamanda sinematografik, akıcı ve hayran kalınası bir film. Spielberg’e neden ‘dahi çocuk’ denildiğinin bir kanıtı adeta. Oyuncuklar başka bir izleme nedeni. Daniel Day-Lewis yine döktürürken, diğerleri de hiç aşağı kalmıyorlar. Senenin ve Oscar adayları arasında en iyilerden biri (ilk üçte adaylar içinde bence). Ama geleceğe kalır mı, şüpheli!
Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema (Oscarlıklar, vs vs – 2)
Liberal Arts [Josh Radnor 2012]
How I Met Your Mother dizisinin Ted’i olarak tanıdığımız Josh Radnor, seyredilir olsa da vasatlık sınırında olan ilk filminden (Happythankyoumoreplease) sonra daha kontrollü davrandığı ikinci senarist/başrol oyuncusu/yönetmen denemesiyle karşımızda. 35’inde pek baltaya sap olamamış bir New Yorklu’nun, taşradaki eski üniversitesinde 19 yaşında bir kıza aşık oluşunu anlatan film, ilk bakışta pek bir şey vaat etmiyor. Lakin Radnor bu hafif konudan, gayet başarılı bir ‘büyüme/hayata entelektüel bakış’ filmi çıkartmayı başarıyor. Son derece keyifli bir film izlerken, hayattaki yerimiz hakkında biraz da düşündürttüyor. Başarılı!
Killing Them Softly [Andrew Dominik 2012]
Gayet unutulup gidilecek bir filmken, Kültür Bakanımızın yasaklattığı film olarak popülerleşen bir suç filmi. ‘Amerika’nın suçla yönetildiği’ teorisini ana cümlesi yapan ve bunu anlatmak için tim suç filmi numaralarını kullanıp boş bir çorba elde eden oldukça garip bir film. Kötüleyemeyeceğim ama fiyasko olduğu açık. Daha fazlasını oku…














Son Yorumlar