Arşiv

Posts Tagged ‘Joe Wright’

Sinema Sinema (Oscarlıklar, vs vs – 2)

Liberal Arts [Josh Radnor 2012]

josh-radnor-and-elizabeth-olsen_original

How I Met Your Mother dizisinin Ted’i olarak tanıdığımız Josh Radnor, seyredilir olsa da vasatlık sınırında olan ilk filminden (Happythankyoumoreplease) sonra daha kontrollü davrandığı ikinci senarist/başrol oyuncusu/yönetmen denemesiyle karşımızda. 35’inde pek baltaya sap olamamış bir New Yorklu’nun, taşradaki eski üniversitesinde 19 yaşında bir kıza aşık oluşunu anlatan film, ilk bakışta pek bir şey vaat etmiyor. Lakin Radnor bu hafif konudan, gayet başarılı bir ‘büyüme/hayata entelektüel bakış’ filmi çıkartmayı başarıyor. Son derece keyifli bir film izlerken, hayattaki yerimiz hakkında biraz da düşündürttüyor. Başarılı!

Killing Them Softly [Andrew Dominik 2012]

Gayet unutulup gidilecek bir filmken, Kültür Bakanımızın yasaklattığı film olarak popülerleşen bir suç filmi. ‘Amerika’nın suçla yönetildiği’ teorisini ana cümlesi yapan ve bunu anlatmak için tim suç filmi numaralarını kullanıp boş bir çorba elde eden oldukça garip bir film. Kötüleyemeyeceğim ama fiyasko olduğu açık. Daha fazlasını oku…

Filmler…

Bu sefer son 3-4 ayda gösterime girmiş filmlere bakıyoruz. Gelin, yerlilerden yabancılara bir tur atalım:

Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides

Serinin 4. filmi, tamamen Kaptan Jack Sparrow üzerine. Ama tamamen! Filmden Sparrow’u atın, denizkızlarının ilk geliş sahnesi hariç bomboş bir film göreceksiniz. Ama Jack Sparrow her derde değiyor. Eğlendiriyor. Bu da bir gişe filminin yegane amacı değil de nedir zaten. Vasat, keyifli bir gişe filmi. İlk filmdeki keyfi arayanlar hiç gitmesin, işin içine Hollywood girmiş!
Hanna

Ben Joe Wright’tan fena halde ümitliydim. Atonement‘taki o enfes plan-sekansı hatırlayanlar, meramımı anlayacaktır. Ama adam, son iki filmdir oldukça bilindik bir tür sineması yapıyor. İyi kıvırıyor ama biz ondan farklı tatlar bekliyorduk.
Hanna da kaliteli bir tetikçi (macera) filmi. Farklı bir tat arayanlar, benim gibi meraklanmasın. Konu birinci saatin sonunda bilindik sulara yanaşınca işin de keyfi kaçıyor ve senaryodaki açıklar daha çok göze batmaya başlıyor. Başta Saoirse Ronan olmak üzere tüm kadronun da döktürmesi de bir yere kadar sizi oyalıyor. Ama elektronik müzik severler için kaçırılmayacak bir fırsat, ses kaydını Chemical Brothers yapmış ve o da döktürmüş.
X-Men: First Class

X-Men gerçekten çok farklı bir çizgi roman. Öyle meselelerden güç alıyor ki ne kadar kötü yazsanız-yönetseniz de izlenebilir. Breet Ratner çekti mesela böyle bir film ve yine anlatacak bir sürü meramı olan bir gişe filmi çıkmıştı, Ratner’a rağmen.
Ama bu sefer Matthew Vaughn ve ekibi var, kamera arkasında ve ortaya izlemeye doyamayacağınız bir film çıkarmışlar. Tüm o kişilik, ego, ırkçılık, ayrımcılık, fiziki değişiklik konularına soğuk savaş, politik hileler ekleniyor. 60’ların güzelim Bond filmlerin tadına az da olsa Dr. Strangelove ekleniyor. Valla ben bir keyiflenmişim ki sormayın. Film bitince kendime sordum, “Bir gişe filminden başka ne isteyebilirim ki?”.
Keyifli, komik, heyecan verici, detaycı, nefes kesici ve X-Men serisine yakışan bir seyirlik.
Çalgı Çengi

Selçuk Aydemir adını şu an bilmeseniz de çok yakında duyacaksınız. Çünkü Cem Yılmaz’ın sonraki filmini kendisi çekecek! Halbuki kendisi bir mühendis, İTÜ mezunu, duyduğuma göre de çalışıyor hala mühendis olarak.
Haftasonları çekebildiği bu güzel ilk filmi, Cem Yılmaz seyredince gösterim şansı bulmuş. Harika bir film demiyorum. Senaryo zaafları var, tempo da gidip geliyor. Ama kimi sahnelerde tüm bunları unutturup şahane bir komedi filmi izliyorsunuz. Çünkü karakterleri çok orijinal ve doğal. Kendileri bile yetiyor kimi sahnelerde. “Bebeğim” hitabını her daim kullanan mafya adamı, uzun yıllardan sonra gördüğüm en özgün komedi karakteri mesela. Bir ilk film olarak başarılı diyebileceğimiz Aydemir’den çok daha iyilerini bekliyoruz.
(Şu sıralar Kanal D’de yayınlanan Üsküdar’a Giderken dizisi de Aydemir’e ait. Bir göz atın!)
Chico & Rita

2 ay önce festivalde gösterilen ama pek de önemsenmeyen bir filmdi. Halbuki çok şirin bir animasyon. Animasyon dediysem, çocuk filmi kesinlikle değil, bildiğiniz aşk filmi. Cinsellik de içeren, gözlerinizi yaşartan romantik bir dram.
40’lı yıllarda Küba’da birbirlerini görür görmez aşık olan ve uzun yıllar süren aşkların gelgitli hikayesini izliyoruz. Arka planda caz müzisyenlerinin hayatı, Amerika’da yabancı olmak, politik olaylar, paranın hırsı gibi yan temalardan da nasibimizi alıyoruz. Bildiğiniz, dolu dolu film işte. Oldukça hüzünlü, çizgileri de bir o kadar sıcak ve çekici. Olumsuz yanı ise Yeşilçam melodramlarını aratmayan olay örgüsü. Tüm hareketleri rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Bu da filmin başyapıta dönüşmesini engelliyor.
The Adjustment Bureau

Fikir çok ilgi çekici. Daha önce efsanevi The Dark City dahil birkaç filmde izlesek de iştah kabartan bir fikir, kaderi ayarlayan insanların tüm hareketlerinizi aslında kontrol etmesi.
Ama George Nolfi, bu fikri o kadar sığlaştırıyor ki bir yerden sonra içi bomboş bir film izliyorsunuz. Anlamı olmayan, yer yer boğucu, saçma bir Hollywood filmi daha. Emily Blunt’ı daha iyi filmlerde görmek istiyoruz.
Source Code

İşte keyifli bir bilim-kurgu. Kendini çok ciddiye almayan film, Hollywood klişelerine zaman zaman yer verse de son tahlilde, mantıklı bir yol tutturup sıkmadan nihayete eriyor. Duncan Jones ikinci filminde de umut vermeyi sürdürürken, Jake Gyllenhaal aksiyon yıldızı olmaya alışmaya başlıyor. Rahatlıkla zamanınızın hakkına verecek bir aksiyon/bilim-kurgu seyirliği.

The Soloist

The Soloist, 1 yıl önce duyduğum bir film. Daha önce Pride & Prejudice ile Atonement’la radarıma giren Joe Wright’ın 3. uzun metrajı. Başrollerinde son birkaç yılın favori ismi Robert Downey Jr. ile Jamie Foxx var. İlk duyduğumda film, 2009 Oscarı için yarışacaktı. Diğer deyişle 2008 Aralık’ta gösterime girmesi bekleniyordu. Okuduğum haber, filmin birkaç dalda aday olabileceğini söylüyordu.

Sonra ne olduysa, ABD vizyon tarihi 2009 Nisan’a itildi ki bu da Oscar için yarışacak bir film için kötüdür. Film, gerçekten de geçtiğimiz nisan Amerika’da gösterime girdi, pek fırtına koparttığı da söylenemez. Daha Avrupa’ya geçmedi lakin. Türkiye’ye de ekim gibi gelmesi bekleniyor şu an.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:film eleştirisi Etiketler:

Atonement

Sonunda izleyebildim. En sonunda. Keira Knightley’i o nefis yeşil elbisesiyle şöyle bir süzdüm. Filmin savaşı da anlattığının tek kanıtı olan 5 dakikalık tek planı da dünya gözüyle seyreyledim. Bu sahneyle Joe Wright’ın adını ustalar arasına yazdırmasına ramak kaldığını da anlamış oldum. Sonra, daktilo sesli o enfes ses kaydının filmle nasıl da bütünleştiğini izledim ve dinledim, sonrasında da ruhuma işledim. Saoirse Ronan’ı I Could Never Be Your Woman gibi ikinci sınıf bir romantik-komediden sonra izleme şansını buldum, umut vaat ettiğini gözlemledim. James McAvoy’un artık 2. sınıf rollerde oynamacağını ve bunun da ona yakıştığını fark ettim. Vanessa Redgrave’in 10 dakikayla kendini nasıl fark ettirdiğini görünce şaşırdım.

İşte Kefaret’in bende bıraktığı etkiler. 2007’nin en iyilerinden olduğu kesin.

Oyuncular: Keira Knightley, James McAvoy, Saoirse Ronan, Brenda Blethyn, Romola Garai, Vanessa Redgrave, Brenda Blethyn – Görüntü Yönetmeni: Seamus McGarvey – Müzik: Dario Marianelli – Senaryo: Christopher Hampton (Ian McEwan’ın romanından) – Yönetmen: Joe Wright