Arşiv

Posts Tagged ‘Steven Soderbergh’

Sinema Sinema

Blue Jasmine [Woody Allen – 2013]

Allen’ın son filmi tipik filmlerinden biraz ayrılıyor. Bu sefer hayatını, çalışmadan gelen para ve gücü elde etmek ve bu gücü sürdürebilmek üzerine kuran nevrotik Jasmine’i izliyoruz. Doğal olarak film de komediden drama meylediyor. Konusunun getirisi olarak da politik eleştiri de barındırıyor, bilhassa sınıfların açgözlülüğü üzerine.

blue-jasmine-cate-blanchett-bobby-cannavale-sally-hawkins

Allen’ın daha önce de birkaç kez çevresinde dolaştığı konular bunlar ve iyi bir senarist/yönetmen olduğundan bunu da gayet güzel başarıyor. Derdini gayet anlatabilen, teknik anlamda da falsosuz bir dram. Hele oluşturduğu oyuncu kadrosu gerçekten harika. Cate Blenchett yıldızlaşırken Sally Hawkins de ders veriyor resmen.

About Time [Richard Curtis – 2013]

Notting Hill en sevdiğim filmler arasında ilk 10’da yer alırken Love Actually ise sevdiğim romantik-komedilerden biridir. Hal böyleyken onların yaratıcısının yeni romantik-komedisine de vizyona girer girmez gittim. Lakin biraz hayalkırıklığına uğradım. Çünkü izlediğim film, bir romantik-komedi değildi, aslında sorunu tam bir film olmamasıydı. About Time; başı oldukça laçka ve kötü bir absürt komedi, ortası vasat bir romantik-komedi ve sonu da (son 30 dakikası) iç ısıtan ve başarılı bir baba-oğul dramı.

about-time-image-2

21 yaşına geldiğinde babasından zamanda yolculuk edebilme yeteneği olduğunu öğrenen Tim, bu yeteneğini sadece (?!?) hayatının kadınını bulmak ve elde etmek için harcıyor. Filmin bu desteksiz konuyla ilgilenişi yarısında bitiyor. Bir 15 dakikalık gereksiz kardeş dayanışmasından sonra birden baba-oğul dinamiği devreye giriyor ve film aniden tat vermeye başlıyor. Çünkü Curtis her zamanki gibi harika diyaloglar yazmış ve izleyiciye de nasıl sinema  sıcaklığı vereceğini iyi biliyor. Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema

09/08/2013 2 yorum

Kokuriko-zaka Kara (From Up on Poppy Hill) [Goro Miyazaki – 2011]

from_up_on_poppy_hillBüyük anime ustası Hayao Miyazaki’nin senaryosunu yazıp oğlunun yönettiği film, yine yürekleri ısıtıyor. Alışık olduğumuz üzere, yine ergenliğe girmek üzere/yeni girmiş bir kızın hikayesini izliyoruz. Babası küçükken ölmüş, annesi de uzaklarda olan Umi, okuldan kalan tüm zamanlarında ev işi yapıyor. Umi’nin Shun’a aşık olmasına paralel olarak okuldaki dernek binasını kurtarma projesini ve Shun ile Umi’nin bilmedikleri ortak geçmişlerinin ortaya yavaş yavaş çıkmasını da izliyoruz. Yer yer klişelere yaslansa da, Studio Ghibli’nin tüm animelerinde olduğu gibi, size çocukluğunuzdaki tertemiz, huzurlu ve sımsıcak sevinci tekrar yaşatıyor.

Iron-Man 3 [Shane Black – 2013]

HTS0080_v001.1052_R.JPGİkinci filmiyle vasatlık sınırına gerileyen Iron Man serisi, şükür ki Shane Black sayesinde eski formuna geri dönmüş. Yine zeki, komik, küstah, kibirli ve çok zengin süper kahramanımızı seyrederken, fena halde keyif alıyoruz. Zaten bir yaz eğlencesinden tüm istediğimiz bu, değil mi? Peki, peki, 😀 ben biraz da mantık arıyorum. Iron-Man 3‘te o mantık da var. Bilhassa ortadaki kıvrak senaryo hamlesi çok hoş, filme ekstradan lezzet katıyor. İyi bir bifteğin yanındaki hafif yağlı jambon misali.

On the Road [Walter Salles – 2012]

on_the_road

Beat kuşağının en popüler romanlarından olan, Jack Kerouac imzalı (yarı!) biyografik romandan uyarlanan film, doğal olarak benim gibi dönemin hayranlarını kendine çekti. (Tabii Kristin Stewart’ın çıplak hali de mutlaka Twilight yeniyetmelerini çekmiştir lakin filmden bir şey anladıklarını zannetmiyorum.) 50’lerde uyuşturucu, alkol, seks, özgür düşünce (ve edebiyat) dolu bir hayat geçirip sonradan başta 68′ kuşağı olmak üzere bir sürü akımı/kuşağı/fikri/eseri etkileyen Beat kuşağı yazarlarının yollarda geçen hikayelerini ve tabii ki olgunlaşmalarını anlatıyor. 2 saati aşan film, yer yer sıksa da dönemi anlamak için bir kılavuz niyetinde. Yalnız benim yaptığım gibi, üzerine Fear and Loathing in Las Vegas‘ı izlemeyin, çok fazla geliyor. Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema

Araf [Yeşim Ustaoğlu – 2012]

Ülkemizin en sanatsal yönetmenlerinden Yeşim Ustaoğlu’nun yeni filmi Araf, adına uygun şekilde bir arafta geçiyor. Sanayileşmiş kentle kırsalın arasında kalmış bir kasaba olan Karabük’te iki gencin hayatına odaklanıyor. Bir yol kenarı dinlenme tesisinde çalışan Zehra ile Olgun’un, çocuklukla yetişkinlik arasındaki araf dönemlerini anlatıyor. Yani filmin ismi, aslında filmin her bir köşesinde kendine yer buluyor. Karabük de bir araf, evlenmek isteyen Zehra için filmdeki zaman da araf, ne yapacağına karar verememiş Olgun için dinlenme tesisi de bir araf, hatta yol üzerinde hoşlandığı bir kızla vakit geçiren Mahur için de bu kız bir araf.

Ustaoğlu, doğru tercih ve vurgulamalarla iyi hazırlanmış bir senaryoyu peliküle döküyor. Lakin filmde sizi iten bir duygu var, bir şey tam oturmamış, çözemedim nedense. Bu şey, filme girmenizi engelliyor, keyif almanızın önüne geçiyor! Yine de bu başarılı filme ve Neslihan Atagül’ün muazzam performansına kayıtsız kalmak güç.
Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema #2

13/11/2011 1 yorum


Contagion

“Dünya küçük bir köy.” derken bu cümlenin anlamını da düşünüyor muyuz acaba? Yüzölçümü aynı kalsa da iletişimi, ulaşımı gittikçe kısalan bir dünya bizimki. Her ne kadar bunun pozitif anlamları üzerinde yoğunlaşsak da, negatif etkileri de mevcut. Steven Soderbergh’ün son işini izlerken aklıma ilk bu geldi. Bir hastalığın ilk başlangıcını bulmak artık o kadar zor ki! Dünya üzerinde saatte kilometrelerce yol alan insanoğlu bir virüsü de yanında taşıyabiliyor ve buna karşı en ufak önleminiz olamaz.

Soderbergh, bulaşıcı ve ölümcül bir hastalığın ilk insana bulaşmasından itibaren tüm olanları belgesel mantığıyla anlatıyor. Olaylara, kişilere taraf olmadan muhtemel olabilecekleri gösteriyor. İnsanoğlunun zor zamanında bile var olan kötücül özü, diğerini ötekileştirme çabası, kapital sevdası ve ‘filler çimenleri ezer’ özetindeki mantığı. Bunları izlemek bile, her ne kadar gerçekliğinden şüphemiz olmasa da, insanı daraltıyor, bunaltıyor. Çünkü en ufak bir tehdit altında insanın ne kadar çaresiz, sefil ve acımasız olduğunu gösteriyor.
Daha fazlasını oku…

Sinemasal Bir İstanbul Günü

Sabah 9 buçuk civarında uyandım. Baktım, etrafta ses filan yok, yani ev sahiplerim uyuyorlar. Kapıdan süzülerek kendimi dışarı attım. Apartmandan adımımı attım, ara sokak olmasına rağmen canlı bir İstanbul havası seziliyordu. Metroya doğru yürürken bir fırından simit kaptım, daha sıcak. Elimde simit, yolun keyfini çıkararak Taksim’e geldim. Saat sabahın ilk saatleri olduğundan İstiklal, en boş saatlerini yaşıyordu.

Bir Pandora’ya uğradım, ayıp olmasın misali. Sight&Sound’un son sayısına göz attım. Pek okunacak yazı bulamadım. Alsaydım belki Fish Tank’in hacimli yazısını okurdum. Doğruca D&R’a yollandım çünkü aradıklarım esas ordaydı, farkındaydım. Girer girmez (Bursa’da bulunmayan) dergilerime baktım, ikisi de hazır bir halde beni bekliyordu. Ama önce bir DVD katına göz attım, almamın güzel olacağı birkaç DVD çıkmış. Bir dahaki sefere deyip erteledim DVD alışverişini. Sonra girişte Empire (İngiltere baskısı) ve Bant’ımı aldım ve çıktım.
Daha fazlasını oku…

3 Yeni Film (Shrek 3, Cashback, Ocean’s 13)

Şrek 3 (Shrek The Third) :

Üçlemeler yılının üçüncü safhasındayız. Çuvallamalar sürüyor. Animasyon türünü nerdeyse baştan yaratan Shrek’in ikinci devam filmi, “Bu kadar da olmaz!” dedirttiriyor. Her ne kadar Shrek normal hayatına devam etse de, sinema sektörü 2001’den bu yana çok yol kat ettiği için Shrek ve arkadaşlarının maceraları bizi şaşkına uğratmıyor. Bırakın şaşkınlığı, eski formülü yeniden önümüze sunan film, gerçek manada bunu da başaramıyor.

Şahsen altının çok daha dolu olmasını beklediğim, King Arthur göndermesi Artie karakteri inanılmaz yüzeysel işlenmiş. Bunun yanında ilk iki filmde zaten yer alan Pinokyo ve Kurabiye karakterlerine gereksiz yer verilmiş. Bazı sahneler komik olmayı başarabilse de bu anlar bütünü doldurmayı başaramıyor. Çekilmesi neredeyse kesin olan Şrek 4’ün çok daha kötü olmasından korkuyorum.

Seslendirenler: Mike Myers, Eddie Murphy, Cameron Diaz, Antonio Banderas, Julie Andrews, John Cleese, Rupert Everett, Eric Idle, Justin Timberlake – Müzik: Harry Gregson-Williams – Senaryo: Jeffrey Price, Peter S. Seaman, Jon Zack, Howard Gould (William Steig, J. David Stern ve David N. Weiss’in ‘Shrek!’^adlı kitabı ve Andrew Adamson’un öyküsünden) – Yönetmen: Chris Miller, Rama Hui

**1/2 G.T.: 15 Haziran Y.T.: 17 Haziran

Zamana Güzellik Kat (Cashback) :

Cashback ilginç bir film. Hem sabun kabuğu misali bittiği anda kendini unutturan bir film, hem de farklı yapısıyla kendini izlettirmeyi başaran, böylece diğer türdeşlerinden farklı bir yere sahip olan bir film. Cashback aslında 18 dakikalık Oscar adayı bir kısa film. Yönetmeni, filmin kendine has başarısından güç alarak filmi uzun metraja çevirmiş. Kısa filmken romantizmin yanından geçmeyen film, uzun olunca romantik-komedi oluvermiş. Bu arada kısa filmin, uzunun içinde aynen yer aldığını ekleyelim.

Uykusuzluk çeken sanat öğrencisi Ben Willis’in aşkı anlama çabalarını anlatıyor uzun metraj film. Kısa olanıysa sadece insanların zamanı algılama durumlarını anlatıyor. Aslında film bütün olarak zaman üzerine kurulu, fakat uzatıldığı için gereksiz yere içine aşk eklenmiş. Gerçi işin aşk kısmı yine izlettirmeyi başarıyor kendini fakat maç sahnesi gibi filme hiçbir şey vermeyen uzun sahneler mevcut. Coupling’in 1-2 bölümünden hatırladığım Emilia Fox şirinliğiyle filme hoşluk katarken Sean Biggerstaff sade oyunculuğuyla çok başarılı bir karakter çiziyor.

Bir Pazar akşamı sevgilinizi alıp izleyeceğiniz, sonunda da ona dönüp “İyi ki varsın!” diyeceğiniz bir film.

Oyuncular: Sean Biggerstaff, Emilia Fox, Shaun Evans, Michelle Ryan, Stuart Goodwin, Michael Dixon, Michael Lambourne – Görüntü Yönetmeni: Angus Hudson – Müzik: Guy Farley – Yazan ve Yöneten: Sean Ellis

*** G.T.: 25 Mayıs Y.T.: 17 Haziran

Ocean’s 13 :

Aslında Ocean hakkında pek karalayacak bir şey yok. Çünkü çekilme nedeni belli, izlenme nedeni belli. Tıpkı Bond gibi amaç eğlenmek, yoksa izlerken sinemasal bir değer aramıyoruz. İlk filmin güzelliği buydu, çok iyi eğlendiriyordu, ikinci kendi çapında eğlenmekten bize eğlenecek malzeme veremiyordu. Ama üçüncü ilkinin seviyesine ulaşamasa da eğlendirmesini biliyor. Bundan sonrası da yalan. Al Pacino gelmiş, Zeta-Jones gitmiş, inanın değeri yok. Siz keyif alabiliyor musunuz? Evetse, tartışma bitmiştir.

Oyuncular: George Clooney, Brad Pitt, Matt Damon, Al Pacino, Don Cheadle, Bernie Mac, Casey Affleck, Scott Caan, Ellen Barkin,Elliott Gould, Carl Reiner, Shaobo Qin, Andy Garcia, Eddie Izzard, Vincent Cassel – Görüntü Yönetmeni: Steven Soderbergh – Müzik: David Holmes – Senaryo: Brian Koppelman, David Levien (George Clayton Johnson ve Jack Golden Russell’in karakterlerinden) – Yönetmen: Steven Soderbergh

*** G.T.: 8 Haziran Y.T.: 24 Haziran