Arşiv

Posts Tagged ‘Ben Affleck’

Sinema Sinema (Oscarlıklar vs vs – 3)

Arbitrage [Nicholas Jarecki – 2012]

New York’lu ünlü bir iş adamının, iş hayatındaki çalkantılı dönemiyle özel hayatında yaşadığı ve metresinin öldüğü bir trafik kazası birleşince, geçirdiği gerilim ve stres dolu günlerini izliyoruz. Tek gerilim unsuru yerine iki unsur kullanarak ve bunları birbirleriyle etkinleştirerek zeki, tempolu ama klişelere mahkum kalan bir film izliyoruz. Tabii filmi taşıyan ana unsur; böyle rolleri kaçıncıya oynadığından deneyimli olan ve çok iyi bir performans veren Richard Gere. İzlerken keyifli geliyor olabilir ama unutulmaya mahkum.

lincoln

Lincoln [Steven Spielberg – 2012]

Spielberg’ün yeni filmi, tarihin en ünlü ABD başkanlarından birine yönelmesiyle ağdalı ve sıkıcı olarak gözüküyor dışarıdan. Gerçekten aynı konu başka bir senarist ve yönetmende sıkıcı olurdu. Ama senarist Tony Kurshner ve Spielberg öyle bir iş çıkarıyor ki teyatral olmasına rağmen aynı zamanda sinematografik, akıcı ve hayran kalınası bir film. Spielberg’e neden ‘dahi çocuk’ denildiğinin bir kanıtı adeta. Oyuncuklar başka bir izleme nedeni. Daniel Day-Lewis yine döktürürken, diğerleri de hiç aşağı kalmıyorlar. Senenin ve Oscar adayları arasında en iyilerden biri (ilk üçte adaylar içinde bence). Ama geleceğe kalır mı, şüpheli!
Daha fazlasını oku…

Son Zamanlarda İzlediklerim

Çok uzun zamandır yazamadığımın farkındayım. Bu sürede hayatımda bazı ciddi değişikler oldu ki bunları yakında yazacağım inşallah. Şimdilik filmlere geri dönüyoruz.

Wall Street: Money Never Sleeps

İlk filmi, bu yılın başlarında izlemiştim, doğusu hoş bir 80’ler dramasıydı. Bir derdi olan ve onun çevresinde filmi kuran bir yapıya sahipti. 20 yıl sonra gelen bu filmin ise hiçbir derdi yok, öylesine çekilmiş.
J’ai Tué Ma Mére (I Killed My Mother)

Bu film, nisandaki film festivalinden beri eleştirmenlerce el üstünde tutuluyor. Çoğunda aynı övgü: “19 yaşında bir insanın bu kadar olgun bir yapıt çekmesi takdire şayan.” Evet, film fena sayılmaz hele yönetmenin yaşına bakarsanız ama bu yönetmenden ileri de daha iyilerini beklemiyorum. Çünkü otobiyografik bir hikayeyi çok da yaratıcı olmayan bir teknikle çekmiş. Elindeki metin, yaşanmış veya yaşanmaya yakın olduğundan düzgün bir senaryo çıkarmış. Bunu da Kar-Wai, Weir, Godard gibi yönetmenlerin üsluplarından karma bir stille anlatmış. Özgün bir unsur bulamadım şahsen. Ama yine de ilk filmle bunu yapması bile çok önemli. Yine de daha iyisini yapmazsa takip edeceğimi düşünmüyorum.
Çoğunluk

Bu bloğu başından beri takip edenler Türkiye’de bireyin ne kadar baskı altında olduğunu aralıklarla yazdığımı hatırlarlar. İşte Çoğunluk, tam da bunu anlatıyor. Bireyin, günümüzde (daha önce de vardı gerçi) ailesinden, arkadaşlarından ve hatta sokaktaki adamdan ne kadar etkilendiğini; bu yüzden kendi kişiliğini bulamamasını, geliştirememesini ve sonunda da mecburen etkilendiği insanlar gibi davranmaya başlamasını anlatıyor. Üstelik bu sürecin sadece bir-iki yönde değil, tüm yönlerde olduğunun altını çiziyor. Aslında bunu bir erkek üzerinden yaparken, onun iletişimde olduğu kadınların da (anne, sevgili, vb.) bu sorunla cebelleştiklerini gösteriyor. Söylediği bu cümlelerden ötürü benim ilgimi çok çektiğini söylemem gerek.
Diğer yönlerden, senaryonun üzerinde daha fazla çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Herhangi bir aksiyon yaşanmayan, karakter bazlı böyle filmlerde küçük bir hata bile göze batıyor. Filmin de birkaç boşluğu var. Bunlar ana yapıyı etkilemese de, filmin son yokuşu çıkmasını engelliyor. Teknik açıdan oyunculuk ve müzik ciddi biçimde öne çıkarken, keşke diğer unsurlara da önem verilseymiş dedirttiriyor. Yine de bu eksikler filmin, sezonun en iyileri arasına girmesini engellemiyor. Çünkü hataları bu kadarla kalan zaten çok az film var.
The Town

Ben Affleck’in ikinci yönetmenlik denemesi, onu da Hollywood’un diğer zanaatkar yönetmenlerinin arasına sokuyor. İlk filmden (Gone Baby Gone) sonra düşündüğüm, Affleck’in sanatçı olabileceği teorisi böylece suya düşüyor. Ama Affleck iyi bir zanaatkar olabileceğini bu filmle kanıtlıyor. Malzemesinin istediklerini eksiksiz yapmaya çalışan bir işçi var karşımızda. Affleck, keyifli bir aksiyona (hırsız filmine) imza atıyor. Hatta türün yapıtaşlarının dışında filme, yerinde bir mizah ekleyerek onu farklılaştırmayı da başarıyor.
Loong Boonmee Raleuk Chat (Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives)

Bu yılın Altın Palmiye kazanan filmi, geleneksel sinema gramerine alışmış bir seyirci için çok farklı bir deneyim. Hatta çoğuna göre bir işkence. Çünkü yönetmen Apichatpong Weerasethakul, sinemayı bir illüzyon veya eğlence olarak değil, bir sanat olarak görenlerden ve amacı da daha önce yapılmamış bir şekilde sanatını ifa etmek. Tıpkı ister yazar, ister ressam olsun diğer tüm sanatçıların isteyeceği gibi. Bu yüzden de seyircinin isteğini değil, kendi kafasındaki çekmiş ki bir sanat yapıtının özü bu olmalıdır.
Bir şekilde filmin içine girebilen bir kişinin çok keyif alacağını düşüyorum ama bu, çok da kolay değil. Daha önce benzer filmler izlemiş olmanız ve izlerken çeşitli konular üzerine kafa yormanız gerekiyor. Bu da tüketim toplumuna ait bir birey için çok ters.
Şahsen filmden keyif aldım ama tam değil. Günümüz dizilerini, filmlerini de izleyen bir bünyeye sahip olduğumdan bazı yerlerde yetersiz kaldım. Ama filmin, bireyin zamanın gereği yüzünden giderek ruhunu kaybetmesini rüyavari bir şekilde anlatan bu eseri takdir etmemek imkansız.
Scott Pilgrim vs. the World

Bu filmi nice zamandır bekliyordum. Ama başlar başlamaz, Michael Cera’nın artık beni ittiğini anladım ve filme tam anlamıyla bağlanamadım. Bu da keyif almamı engelledi. Aslında burada Cera liseliyi oynamıyor. Ama görünüşü yine liseli kıvamında ve bu, karakterle örtüşmüyor yada ben örtüştüremedim. Önüne gelen kızı kendine aşık edecek, onu bunu dövecek tip yok Cera’da.
Film, 90’lardaki atari oyunları tarzında yapılmış. Sırf bu açıdan ilgiyi hak ettiği kesin. Görseller, efektler, sesler sizi 90’lardaki atari salonlarına götürüyor. En az o oyunlar kadar da eğlenceli. Kan görmeden adam dövülüyor, fırlatılıyor, daha neler neler. Bunların ortasında bir aşk trafiği. O ona, öbürü buna aşık. Kafa yormadan izlemek için çok yerinde.
The Social Network

Okuduğum eleştirilerden biri, Rashomon misali demiş film hakkında. Çok doğru bir tespit. Ama bir tarafı eksik. İzleyenler bilir, Rashomon’da aynı hikaye, hikayedeki üç kişinin de bakış açısından anlatılır. The Social Network‘te bunlardan biri eksik. Film, ikizlerin ve Eduardo’nun bakışından anlatılıyor. Oysa ki ana karakter, onlar değil. Böyle olunca bazı şeyler ortada kalıyor. Bunlar senaryo zaafı değil, bilgi eksiği. Ama bence filmin etkisini gayet düşürüyor. Mesela ben Mark’ın Eduardo’ya neden ihanet ettiğini bilmek isterdim.
Diğer türlü, iyi yazılmış, oynanmış, yönetilmiş ve müzik yapılmış bir film. Hatta senaryosu çok iyi. Oscar’ı bile alır diyorlar. Çok şık sahneleri var, üzerinde düşünülebilecek. Günümüz gençliği hakkında bazı önemli tespitleri de var ve bunlar son derece şık biçimde veriyor ki anlamıyorsunuz. Fincher farkı filme sızmış. Ama sakın bir Fight Club yada Se7en beklemeyin.
The Kids are All Right

Başka bir Oscar filmi daha. Her yıl mutlaka olan, sempatik aile bağımsızı kontejanı bu filme ait olabilir. İyi çalışılmış bir senaryo. Karakterleri fena yazılmamış. Oyunculuklar gayet iyi. Annette Bening ile Julianne Moore kesin aday olur deniyor. Valla önlerine sağlam engel çıkmazsa sakınca yok. Hatta Bening heykelciği kucaklayabilir bile.
Film, gayet eğlenceli. Bana birkaç yerde kahkaha bile attırdı. Homofobik değilseniz keyif alırsınız bence. Çünkü film, bir lezbiyen çift ve onların çocuklarının, çocukların biyolojik babasıyla olan ilişkilerini anlatıyor. Sempatik bir film. Ne olduğunu bilen, yeni bir şey söylemeyen ama kendi halinde bir komedi.

Gone Baby Gone

Kara film türü ne evlatlar doğuruyor. Aman Allah’ım, ilgilenmemek, seyretmemek inanın elde değil. Öyle bir tür ki Hollywood’un en kazma oyuncusunu (Pearl Harbor faciasındaki performansı gerçekten unutulacak gibi değil!) umut vadeden bir yönetmen haline getiriveriyor. Filmin sonunda Ben Affleck abimize şapka çıkarmamak ayıplanacak duruma geliveriyor. Vallahi şaşılası bir durum.

Boston’un suçla ne kadar sürtseniz de, yıkasanız da çıkmayacak kadar lekelenmiş sokaklarına konuk oluyoruz. Bir tarafta doğma büyüme mahalleli olan özel dedektif Patrick (Bogart amcamıza selamlar, saygılar) ve sevgilisi ve ortağı olan Angie’yle tanışıyoruz. Evlerinde büro açmış olan ikilinin sanki hiç müşterileri yokmuş gibi. Diğer yandan da bir çocuk kaçırılma vakası: Uyuşturucu bağımlısı ve resmen bir sürtük olan Helene’in 7 yaşındaki kızı kaçırılmış durumda, medya olayın peşinde ve doğal olarak da polis takipte, “Mutlaka kızı evine getireceğiz!” türünden hamasi mesajlar veriliyor. Derken kaçırılan kızın yengesi olayın Patrick tarafından da araştırılmasını istiyor. Polisler Patrick’i küçümserken, Patrick mahalleyi avucunun içi gibi iyi tanıdığı için hemen birkaç ipucu yakalıyor. Gerisi de film boyunca akıp gidiyor zaten.
Affleck en sevdiği romanın uyarlamasında, 9 yıl önce aldığı ‘Senaryo Oscarı’nın hakkını verircesine sağlam bir işe imza atıyor. Tempoyu fazla sarsmadan, sakince ve ele aldığı konunun bilincinde güzel bir iş yapıyor. Helal olsun valla. Senaryonun, ama aslında konunun, esas handikabı türe göre çok sakin geçmesi ve pek karanlık meselelere burnunu sokmaması. Belki Patrick filmin sonunda yine bir karanlığı çözüyor fakat sonuçta bir çocuk kaçırma davasından alengirli bir sonuç bekleyemezsiniz. Bu, bilhassa popüler sinema seyircisini salondan kaçırtabilir. Oysaki sinema sanatının bilincindeki bir seyirci, rahatlıkla filmden keyif alabilir.
Bu keyiflerden ikisi daha bir ön planda sanki. Bir kere kadro çok sağlam. Affleck kardeşi Casey’e çok zorlu bir rol vermiş ama Casey harika bir iş çıkarmış, aklımdan 2 yıl önce felaket sıkıldığım Lonesome Jim’i tekrar izlemek bile geçti. Casey’in sevgilisinde Michelle Monaghan filmin en zayıf halkası olarak güzelliğini performansına bir artı olarak ekleyemiyor. Sürtük anne rolünde Amy Ryan enfes bir performans veriyor ve 2008 ödül gecelerinin gediklisi hale geliveriyor. Diğer yan rollerde Morgan Freeman ve Ed Harris yine harikalar. İkinci keyif verici unsur ise Harry Gregson-Williams’ın etkileyici ses kaydı ki filmle beraber enfes gidiyor.
Bir de filmin tartışmaya açtığı bir konu var ki filmi izlememin ardından 2 hafta geçmesine rağmen aklımın bir köşesinde beni rahatsız ediyor. Filmin finalini açıklamamak için konuyu yazamıyorum ama eğer filmi izlerseniz benimle iletişime geçip tartışabiliriz. En azından şöyle bir ipucu veriyim: Annelik kavramı nedir? Üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir açmaz.
Vesselam şöyle bir toparlama yaparsak, Affleck’in filmi vizyona nadiren uğrayan, üzerinde bolca konuşulabilecek, iyi yönetilmiş ve oynanmış bir yapım. Öyleyse, bana da susmak düşer çünkü Affleck zaten layığıyla konuşuyor.
Oyuncular: Casey Affleck, Michelle Monaghan, Amy Ryan, Morgan Freeman, Ed Harris, John Ashton, Amy Madigan, Titus Welliver – Görüntü Yönetmeni: John Toll – Müzik: Harry Gregson-Williams – Senaryo: Ben Affleck, Aaron Stockard (Dennis Lehane’in romanından) – Yönetmen: Ben Affleck
**** G.T.: 15 Şubat 2008 Y.T.: 13 Ocak
Kategoriler:film eleştirisi Etiketler: