!f 2013 Filmleri
Festivalin üzerinden bayağı süre geçti ama ancak yazacak zamanı bulabildim. Normalde !f, daha deneysel takıldığı için en fazla 1-2 filme giderdim. Ama bu yıl, AFM’den CineMaximum’a transfer olduklarından (aslında zorunlu bir geçiş bu, geçtiğimiz yıl Mars Group ile AFM birleşip CineMaximum’u ve dolayısıyla ülkenin en ciddi tekellerinden birini oluşturdular!) herhalde daha genel akıma hitap ettiler. Oscar adayları ve geçen senenin isim yapmış bağımsız yapımları programda göz doldurdu. Hatta ilk defa, ünlü bir Türk yönetmenin Türkiye galasını gerçekleştirdiler. Bakalım önümüzdeki yıllarda nasıl devam edecekler…
20 Little Films [Çeşitli – 2012]
David Lynch’ten Leos Carax’a, Apichatpong Weerasethakul’dan Jean-Luc Godard’a dünyanın önde gelen (genelde festival takipçilerinin bildiği) yönetmenlerinin 2012’de Venedik Film Festivali için hazırladığı 20 kısa filmden oluşan bir seçki. Çoğunu oldukça saçma ve manasız bulduğumu ifade etmeliyim. Sonuçta büyük egoların yaptığı 2-3 dakikalık filmlerdi. Birkaç tanesi fena değildi. En iyisi ise Leos Carax’a ait olandı, oldukça sürreal ve çarpıcı bir çalışmaydı ve 1 dakika bile sürmedi!
Sans Soleil (Güneşsiz) [Chris Marker – 1983]
Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz ünlü sinema sanatçısı (adını sadece sıkı sinemaseverler bilir, çünkü sadece deneysel çalışırdı ama günümüzün çoğu yönetmeni ona hayrandır) Chris Marker’ın en bilinen ikinci çalışması (ilki La Jatee‘dir). Marker gerçek bir sanatçıydı çünkü bilinen formatlarda çalışmazdı, ısrarla farklı ve tabu yıkan işler yapardı. Sans Soleil de bir belgesel gibi gözükse de o formattan ayrılan özellikleri var. Bir kere anlatıcısı kurgusal ve bu kişi, başka bir kurmaca kişinin izlenimlerini bize aktarıyor. Aslında Marker’ın kendi izlenimleri bunlar. Japonya ve Afrika’daki günlük hayat üzerinden hayata dair izlenimler aktarıyor. Bu sırada Hitchkock ve T.S. Elliot gibi kişiler üstüne de yorumlar yapıyor. Son derece garip, eşsiz ve düşündüren bir yapım.
Zerre [Erdem Tepegöz – 2012]
Erdem Tepegöz’ün ilk filmi, oldukça başarılı bir ilk film. Yoksul ve dul bir kadının, zihinsel engelli kızı ve yaşlı annesiyle İstanbul’da yaşama tutunma mücadelesini izliyoruz. Film boyunca, 300-400 liralık sabit gelir için canını dişine takan Zeynep, ülkenin getirdiği çeşitli kültürel, ahlaki ve cinsiyetçi engellere takılıyor. Hep boğuşmak zorunda kalan Zeynep’i biz sadece izliyoruz. Tepegöz, kahramanına tamamen tarafsız yaklaşıyor ve filmi nasıl bir anda başlattıysa da öyle bir sahnede bitiriyor. Biliyoruz ki bu yaşadıkları, Zeynep için ne ilk ne de son. Hayat, bir şekilde devam edecek onun için, tüm zorluklarıyla! Ülkemizin başka bir yüzünü bilmemiz açısından, önemli bir yapım. Jale Arıkan’ın performansı da dikkate değer.
Filmden sonra yönetmenle gerçekleşen soru-cevapta bir izleyici “Ben ekonominin iyi olduğunu sanıyordum. Ülkemizde gerçekten böyle insanlar var mı?” diye sordu. Yönetmen de ” Sadece 300 metre gidip Tarlabaşı’na girmeniz yeterli.” diye cevapladı. İşte AKP’nin gözümüzde yarattığı sanal gerçeklik böyle bir şey!
Woody Allen: A Documentary [Robert B. Weide – 2012]
Favori yönetmenlerimden olan Woody Allen’ın, tüm hayatını ve filmlerini kapsayan bu samimi belgeselde sıkılmak imkansız. Allen’ın çeşitli yönlerini görmek ve yeni fikirler edinmek için oldukça hafif ve akıcı bir seyirlik. Her Allen hayranı izlemeli bence.
Rebelle (War Witch) [Kim Nguyen – 2012]
Geçen ay Yabancı Dilde En İyi Film dalında Kanada adına Oscar’a aday olan yapım, sarsıcı bir dram. İç savaş yaşayan bir Afrika ülkesinin küçük bir kasabasında yaşayan Komona, isyancıların kasabaya yaptığı baskın sonucunda ailesini öldürmek ve isyancılara katılmak zorunda bırakılır. Bir süre sonra ‘savaş cadısı’ ünvanıyla yükselen genç kız, hem ergenliğiyle hem istemediği bir savaşla hem de aşkla uğraşmak zorunda kalır. Tüm bunları, belgeselvari estetiğiyle oldukça gerçekçi şekilde aktaran film, içinizi tiksendiren ama dünyanın farklı bir yüzünü de görmenizi sağlayan bir dram. Şehirde yaşayıp saçma sapan dertleri sorun olarak görenlerin izlemesi lazım!
Jîn [Reha Erdem – 2013]
İmralı süreci gitgide hız kazanırken bu hafta gösterime giren Jîn, geçen ay !f’te galasını yapmıştı. Artık dağdan inmek isteyen PKK militanı Jîn’in, bu süreçte başına gelenleri masalsı bir kalıp içinde ama oldukça gerçekçi halde izliyoruz. Reha Erdem, sinemamızda en sevdiğim yönetmenlerdendir. Çoğu filmini seven bir sinemasever olarak, Jîn‘i yadırgamadım. A Ay ve Hayat Var aracılığı ile aşina olduğumuz bir genç kızın dünyanın kirli yüzüyle (bilhassa erkeklerle) başa çıkma mücadelesi, bu sefer Güneydoğu dağlarında bir PKK militanı kızın başına geliyor. Erdem en basit okumayla, Jîn’in de, tıpkı A Ay‘daki koleje gidecek Yekta ve Hayat Var‘daki gecekonduda yaşayan Hayat gibi, bir genç kız olduğunun ve hayatın zorlu yüzüyle daha ergenken başa çıkması gerektiğinin altını çiziyor. Bunların yanında, Jîn’in bir insan olarak doğadaki konumunu ve bir militan olarak olarak ülkedeki konumunu da gösteriyor.
Bu açıdan bakıldığında, oldukça sağlam bir film olduğu kaçınılmaz. Erdem’in alamet-i farikası olan kusursuz ses çalışması, Florent Harry’nin harika görüntüleri (ormanda bazen Miyazaki filmi izliyormuş havasına kapıldım) ve Deniz Hasgüler’in başarılı performansı bu unsurları pekiştiriyor. Lakin, bu masalsılık bölgenin gerçekçiliğine hafif kaçıyor ki Erdem’in bilinçli bir tercihi bana kalırsa. Jîn’in tek başına bu durumdan kurtulabileceğini sanması, tek başına hareket etmesi ve dolayısıyla filme sinen naiflik, zayıf noktayı oluşturuyor. Çünkü bizzat gidip görmesem de, durumun bu kadar basit olmadığını biliyoruz.
Son tahlilde, tüm duruma insan gözüyle bakması ve doğanın da etkilenip bu savaşta zararlı çıkan önemli bir parametre olduğunu vurgulaması bile, Jîn‘i sinemamızda önemli bir yere oturtuyor.
Seven Psychopaths [Martin McDonagh -2012]
In Bruges‘la çok sıkı bir suç komedisi yaparak film dünyasına giren Martin McDonagh, benzer bir filmle karşımıza geliyor. Bu sefer Hollywood’da geçen suç komedisinde, oldukça çeşitli karakterler arasında mekik dokuyor. Açıkçası yine senaryosunda maharetini gösterip bu kadar karakter arasında kaybolup gitmeyen, oldukça zinde bir yapı kuruyor. Üstelik yine oldukça hınzır bir şekilde. Colin Farrell’den Sam Rockwell’e, Christopher Walken’dan Harry Dean Stanton’a uzanan sıkı kadrosu da cabası. İzlemesi çok ama çok keyifli.
Celeste & Jesse Forever [Lee Toland Krieger – 2012]
Hollywood’daki tüm oyuncular, senaryo yazmaya yöneldi galiba, baktılar ki teklif gelmiyor :D. Birkaç filmden hatırlayabileceğiniz Rashida Jones’un yazıp yönettiği bu bağımsız romantik flm, olmuşla olmamış arasındaki o ince sınırda duruyor. Bir çiftin ayrılmaya karar verdikten sonraki yaşadıklarına odaklanan film, söylemek istediğini fazlaca belli etse de aceleciliğinin ve acemiliğinin kurbanı oluyor. Tabii Andy Samberg adlı kazmanın başrolde olması da cabası. Sıkmadan izlense de, “Neden çekilmiş ki?” sorusunu sordurtuyor seyirciye.
Holy Motors [Leos Carax – 2012]
2012’nin en çok tartışılan filmlerinden biri olan ve benim de 2012’de en beğendiğim 3. film olan Holy Motors, tam anlamıyla muğlak bir rüya. Bir anlamı yok! Neden-sonuç ilişkisi ya da belli bir başlangıcı-finali de yok. Kısacası günümüzde aşina olduğumuz klasik (Aristotelesçi) hikaye yapısını taşımıyor. Onun yerine seyirciye çeşitli bölümlerden oluşan bir seyirlik sunuyor, her biri bambaşka unsurlar içeren. Tek ortak unsurları aynı kişi tarafından 1 gün içinde oynanmaları. Ama neden oynandıklarını ve kime gösterildiklerini de bilmiyoruz. Denis Lavant’ın dudak uçurdatan performansıyla ardı ardına teknolojik, tiksinç, ağlak, zinde, dramatik, kanlı bölümleri izlerken aslında önemli olanın, hikaye değil o bölümlerden duyulan haz olduğunu fark ediyoruz. Kısacası filmden hiçbir şey anlamasanız bile (ki klasik anlatıya alışkın seyirciye ters geleceği muhakkak) bölümleri izlerken duyumsadığınız duygular ve verdiğiniz tepkiler, filmin esas derdini teşkil ediyor. Giderek tektipleşen film sektöründe böyle farklı bir yapım izlemek bile önemli.
The Imposter [Bart Layton – 2012]
Geçen senenin en çok konuşulan belgeseli olması bile ilgiye değerken, bu popülerliği boşuna elde etmediğini görmek sevindirici. Genelde sıkıcılıkları ile ünlü bir tür olan belgeselde, başından sonuna kadar gözünüzü kırptırmaması bile hayranlık verici. Sanki son derece hızlı tempolu bir aksiyon filmi izliyorsunuz lakin bu, bir belgesel! 13 yaşındaki çocukları kaybolan Teksaslı bir ailenin, 4 yıl sonra İspanya’da çocuğun bulunduğunu öğrenmeleri ve sonrasında olanları anlatan belgesel, kesinlikle 2012’nin en ilgiye değer yapımlarından.
Bir Cevap Yazın Cevabı iptal et
Yazı Arşivim
Son Tweetler
- Hayatı farklı ve güzel kılan detaylardır: Bir bakış, bir mimik, bir dokunuş… Das Mädchen und die Spinne sıradan bir… twitter.com/i/web/status/1…--- 1 week ago
- Son 1 aydır Barış Manço’nun Cacık şarkısını, 12 Eylül’e atfen yaptığını düşünüyorum. Araştırma yapmadım, kimseden d… twitter.com/i/web/status/1…--- 1 week ago
- Sessizlik (1963) üzerine düşününce çarpan klasiklerden. Bergman konudan ziyade sessizliğin manasına, ışık-gölgenin… twitter.com/i/web/status/1…--- 1 week ago
- İstanbul’un bilinmeyen cevherlerinden Sadberk Hanım Müzesi, kompakt arkeoloji bölümü ve Osmanlı zamanı ev eşyaları,… twitter.com/i/web/status/1…--- 1 week ago
- Ikiru (1952) en sevdiğim filmlerden biridir. İnsanın küçük şeylerden zevk alması gerektiğini, maddi yaşamın manasız… twitter.com/i/web/status/1…--- 2 weeks ago
Çok özgün değerlendirmeler. Artun’cuğum kalemine sağlık…