Başlangıç > !f Film Festivali, engellilik, film eleştirisi, Fransız filmi, güzel kadın, Oscar adayı > Engellilik ve Cinsellik: De Rouille et D’os ve The Sessions

Engellilik ve Cinsellik: De Rouille et D’os ve The Sessions

Başlık biraz iddialı, evet. Cinselliği gayrı-resmi konuşmanın olağan, resmi konuşmanın ise tabu olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Suçu sadece kendimize atmamak lazım gerçi, çoğu kültür böyle lakin bizde uçlar biraz daha sivri. Küçük bir örnekle konuyu kapatalım: Anadolu’da değil el ele tutuşmak, kadının aile yanında erkeğe bakmasının hoş karşılanmadığı bir toplumda, hiç tanımadığınız bir adam Bursalı olduğunuzu duyunca kurduğu 10. cümlede Bursa’dayken gittiği genelevi anlatabiliyor.

Hem engelli biri olarak (tanımayanlar için, az seviyede ataxic cerebral palsy’yim), hem de kendi hayatı olan şehirli bir birey olarak; iki konuya gayet vakıfım. 😀 1 hafta içinde izlediğim 2 film, tam da bu konu üzerinde düşünmeme neden oldu. Düşüncelerimi de filmleri yorumlarken yazacağım. (Umarım bu yazı kötü bir yere gitmez 😀 )

628115-stephanie-marion-cotillard-dresseuse-orques

Ünlü Fransız yönetmen Audiard’un (bir önceki filmi Un Prophete muhteşemdi, izlemediyseniz kesin izleyin) yeni filmini her halükarda izleyecektim zaten. Konusu hakkında da en ufak fikrim yoktu. Böylece başladım De Roille et D’os (Rust and Bone/Pas ve Kemik)‘u izlemeye. Önce insan azmanı olarak tarif edebileceğim Alain’ın (Matthias Schoenaerts) oğluyla ablasına taşınmasını izliyoruz. Boş beleş bir insan ama bir barda bodyguard olarak iş buluyor. Bir gece çıkan kavgada tartaklanan Stephanie’ yi (güzeller güzeli Marion Cotillard) işi gereği eve bırakıyor. Ardından bir balina havuzunda eğitmenlik yapan Stephanie havuzda kaza geçiriyor ve bacaklarını kaybediyor. Tabii yoğun bir depresyona giriyor. Hiçbir şey yapmak istemiyor, filan (nedense tanıdık geldi :D). Bir gün öylesine Alain’ı arıyor, arkadaşça görüşmeye başlıyorlar. Alain, Stephanie’nin denize girmesini teşvik ediyor (ki bir engelli için harika bir terapidir, film de bunu çok yumuşak bir şekilde anlatıyor, Audiard farkı!). Derken konuşmalar daha derine kayıyor zamanla. Alain nasıl diğer günlük işlerinde Stephanie’ye yardımcı oluyorsa, cinsellikte de yardımcı olmayı teklif ediyor. (Tamam, sonuçta Marion Cotillard var karşısında ama bu etkiyi bertaraf edin) Stephenie’nin bu konuda verdiği ilk cevap tüylerimi ürpertti: “Kazadan sonra bir daha asla seks yapabileceğimi düşünemedim. Eskiden erkeklerin bana bakmasından zevk alırdım. Şimdi ise onların gözünde bir hiçim!” (Tam bu kelimeler olmasa da yakın anlamda) Tabii basit gözüken bir seks, zamanla başka bir şeye dönüşüyor.
rustandbone
Filmin en önemli erdemi, hiçbir karakterini küçümsememesi, hor görmemesi ve onlara acımaması. Bir engelli olarak Stephenie’nin dünyasını olabildiğince nesnel yansıtırken (Audiard ve görüntü yönetmeni Stephane Fontaine’in becerisi alkışlanmalı), nereden bakarsan amaçsız olan Alain’ı da yargılamıyor. Keza konu edindiği market çalışanları veya yasa dışı boks sektörünü de keza. İkilinin arasındaki ilişkiyi de öyle kuruyor Audiard (senaryo da ona ait), Alain Stephanie’ye gerçekten önyargısız yaklaşıyor; Stephanie de Alain’ın kabalığını, eğitimsizliğini ezmiyor; hatta ona yasa dışı boks menajerliği bile yapıyor. Hiçbir duyguyu göze sokmadan, yavaşça anlatıyor. Belki de bu  yüzden izlerken üzerinizde yoğun duygular yaratmıyor. Onun yerine alttan alta gelişen, kesif bir duygu yoğunluğu bırakıyor genzinizde. Sevginin bazen basit bir kelime olduğunu anlatan.

thesessions

İkinci filmimiz, The Sessions (Aşk Seansları) (Türkçe’ye çevrilen her film ismine ‘aşk’ı eklemelerinden baydım artık), gerçek bir hikayeye dayanıyor. 7 yaşındayken geçirdiği çocuk felci yüzünde bedeninin çoğunu kullanamayan şair/gazeteci Mark O’Brien’ın ilk cinsel deneyimini anlatıyor. O’Brien, Amerika’da gayet tanınan biri, üzerine çeşitli belgeseller de çekilmiş, hatta bunlardan biri Oscar da almış. Her neyse film, O’Brien’ın cinselliği merak edişi üzerine önce bir seks terapistine gidişini sonra da bir seks vekili (sex surrogate) tutmasını ve sonuçta cinselliği keşfedişini anlatıyor. Aslında Mark O’Brien bir gazeteci olarak, bu deneyimini bir makale (1) olarak yazmış ve 1990’da The Sun’da yayınlanmış bu makale. Filmi bitirdikten hemen sonra, internette bu makaleyi buldum ve hemen okudum. (Tabii makale İngilizce, keşke vaktim olsa da çevirebilsem, buraya koyabilsem. 😦 ) Açıkçası makale, filmden çok daha açıklayıcı, derli toplu ve hatta sanatsal. Mesela O’Brien, makalede ilk seks yaparkenki duygularını Shakespeare soneleriyle betimliyor; film sanatı buna çok daha uygunken yönetmen Ben Lewin kullanmıyor ne yazık ki.

John-Hawkes-and-Annika-Marks-in-The-Surrogate

Filmin başında özel akciğer kabininde yaşayan, onun dışında en fazla 3-4 saat geçirebilen, tamamen bir sedyeye bağımlı Mark O’Brien’a tanışıyoruz. Düzenli asistanları olan, sıklıkla kiliseye gidip rahiple sohbet eden biri. Tabii bedenini kullanamamaktan sıkılmış, açılmaktan ürken, kendi hayatını süren biri. Bir asistanına aşık olup sevdiğini ona söyleyince terk ediliyor ve ufak bir bunalıma giriyor. Bu sırada bir gazeteden ‘engellilerin cinsel yaşamı’ hakkında bir makale yazması isteniyor. Bundan sonra da katı Katolik olmasına rağmen cinselliği denemek istiyor. Önce bir seks terapisti (psikoloğu) ile görüşüp bilgi alıyor. Ondan bir seks vekili tutabileceğini öğreniyor. (‘Seks vekili/sex surrogate’in ne olduğunu ben de bilmiyordum filme kadar. Kısaca şöyle anlatayım: Cinsel açıdan sorunlu ve bakir insanlara hem psikolojik (eğitimli kişiler!) hem de tatbiki olarak cinselliği öğreten ama maksimum 6 seans veren kişiler ve sadece bir psikolog tarafından önerilebiliyor) Böylece Mark bir seks vekiliyle buluşup ilk deneyimini yaşıyor.

Konu olarak, gerçekten ilgi çekici bir malzeme. İyi kullanılsa harika bir film çıkabilirmiş. Ama yönetmen Lewin oldukça klasik ve hatta muhafazakar bir yaklaşım kullanınca film vasat bir komediye dönüşüyor. Mark’ın başından geçen bazı olayları açıklayamamasının yanında en önemli beceriksizliği, 1-2 hamle yapsa da Mark’ın duygularını bize geçirememesi. Oysa ki filmin esas amacı bu olmalıydı, ilgi çekici bir hikaye anlatısı izlemek değil. Yine de Mark’a tarafsız yaklaşabilmesiyle belli bir seviye tutturabildiğini söyleyebiliriz. Filmde oyunculuklar oldukça iyi. Zaten Helen Hunt (çok yaşlanmış, inanamadım) seks vekili rolüyle Oscar’a aday şu anda, kazanması beklenmese de. John Hawkes da Mark rolünde iyi bir iş çıkarmış.

images

Filmleri biraz detaylı anlattıktan ve dayanamayıp 😀 hafif analiz de ettikten sonra esas konuya geri dönebiliriz. Ne yazık ki engellilerin yaşamı dünyanın hiçbir yerinde kolay değil. Onları insan dışı bir varlık/yaratık olarak görüyor çoğu kişi. Bu yüzden de bazen görmek bile istemezken bazen de aşırı müsamaha gösterip onları kayırıyor. Oysa ki, bazılarına ikincisi doğal gelse de, iki yaklaşım da engellileri kendilerinden farklı bir pozisyona sokmaya çalışıyor. Halbuki hepimiz, birer insanız hatta özünde birer canlıyız. Her birimizin engelleri var. Lakin engellilerde bu engel fiziki olduğundan öne çıkıyor. İşin gerçeği, dünyada hiçkimsenin hem fiziki hem ruhsal hem de psikolojik olarak tamamen sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Nasıl beyaz ve siyah aslında yoksa, birer idealse, engelsiz bir insan da yok.

Ne yazık ki ülkemizde durum daha da vahim. Bırakın engellilerin cinselliğini konuşmayı, onları dışarı çıkartmayan, bir şey öğretmeyen, bir iş sahibi yapmayı ve böylece onları toplumla bütünleştirmeyi düşün(e)meyen bir ülkede yaşıyoruz. Daha söylenecek ve yazılacak sürüyle nokta var tabii ki. Ama ben bu yazıda cinselliği vurgulamak istedim, bir insan olarak. Çoğumuz konuşamasa da, cinsellik bir ihtiyaç. Tabu olması dolayısıyla biraz fazla abartılmış bir ihtiyaç ama sonuçta erkeğin de kadının da öğrenmesi ve düzenli yaşaması gereken bir ihtiyaç. Bir engelli de her şeyden önce bir canlı ve insan olarak bu ihtiyacını yaşayabilmeli. Eminim, dini, ahlaki ve kültürel bakımdan bu çoğu insana saçma gelse de olmalı. Açık konuşmak gerekirse, çoğu engelli için zor ve hatta imkansız bir fiziki eylem olarak düşünülecek olsa da  hiç olmazsa düşünce safhasında bile buna vakıf olabilmenin, tartışabilmenin ve hatta uygulamaya dökmenin çok olumlu sonuçlar doğuracağı kanısındayım. Çünkü başta engellinin kendisinin bile bunu yapabileceğini düşünmesi ve hatta yapabilmesi, onun ‘bir insan olma bilinci’ne katkı sağlayacaktır, kendine özgüveni gelecektir ve psikolojisi düzelecektir. Kendim de bir engelli olduğumdan dürüstlükle yazabilirim ki ilk cinsel deneyimimden sonra kendime bakış açım değişmişti. Nitekim yukarıda zikrettiğim, De Roille et D’os‘taki Stephanie’de ve The Sessions‘taki Mark’ta bunu göreceksiniz. Cinsellikle kendilerine duydukları özgüven artıyor. Mark açık açık dillendiriyor bunu: “Kendimi ilk defa bir erkek gibi hissettim.” diyor yakın dostu papaza durumu açıklarken. Stephanie’yi oynayan Marion Cotillard’ın filmle ilgili bir röportajını okudum. Cotillard, normalde seks sahnelerini hiç sevmediğini ve çekerken çok utandığını ama bu filmde karakteriyle bütünleştiğinden çok doğal geldiğini ve bunun karakterin kendini bulabilmesi için çok elzem olduğunu belirtmiş. (2) Zaten filmde, Stephanie bacaklarının kalan kısmına kocaman bir dövme yaptırıyor sonradan, onları kabullendiğinin bir göstergesi olarak.

rust and bone

Son olarak toparlarsak; dünyada her daim var olacak ama hep çekinceyle yaklaşılacak iki konu olan engellilik (engelli olma durumu) ve cinsellik ayrı ayrı da ele alınıp daha çok tartışılmayı hak ediyor. İki konunun birleşimi ise daha da özel ve hassas. Bu yazıyı yazarken ve yayımlarken, inanın, ben de çok düşündüm; normal bir yazımdan daha fazla kafa patlattım. Bu toplumda değil bunların birlikteliğini, birini bile tartışmayı ayıp, rezil veya gereksiz bulan çok insan olduğunun farkındayım. Lakin bu konuların da tartışılmaya, en azından dillendirilmeye ihtiyaç olduğu düşüncesindeyim. Bir toplumun gelişmek ve ilerlemek için bu iki konuda da düşünmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden bu iki filmi izleyerek bir yerden başlayabilirsiniz. İki film de önümüzdeki !f Bağımsız Filmler Festivali’nde üç büyük şehrimizi dolaşacaklar. Aklınızın bir kenarında bulunsun. Bilhassa De Rouille et D’os bir sinema yapıtı olarak da çok önemli.

(1) On Seeing a Sex Surrogate, http://noteasybeingred.tumblr.com/post/16646893808/on-seeing-a-sex-surrogate-mark-obrian , The Sun, Mayıs 1990

(2) http://www.imdb.com/title/tt2053425/trivia

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: