Oscar 2013 Ödül Töreni ve Top 10 Films of 2012!

Mart oldu ama ben 2012 filmlerini ancak bitirebildiğim için yeni yazabiliyorum. Hazır da Oscarlar taze dağıtılmışken ikisini bir arada çıkartayım dedim. Önce törenden başlayalım.

seth_2491587b

Bu yılki sunucu, komedyen Seth MacFarlane’in açılış gösterişi tüm törenin özetiydi aslında. Klasik dönemle yeni çağın arasında kalmış bir şov sundu, böylece iki tarafa da ait olamayan ama iki tarafı da hoşnut etmeye çabalayan bir tören gerçekleştirildi. Ne şiş yandı, ne kebap; ama aslında yemek de pişmedi. Ucube, sevimsiz bir tören izledik. Zaten adaylar ve ödüller gereği gayet sağcı bir tören izlerken bu arada kalmışlık hem MacFarlane’i hem de akademiyi bayağı zedeledi. Zaten tören sonrası MacFarlane hemen açıklama yapıp bir daha Oscarları sunmayacağını söyledi! Gerçekten MacFarlane’den beklenmeyecek kadar kötü espri doluydu şov ve belli ki MacFarlane de bundan hoşnut değildi! 2012’nin en iyi komedilerinden Ted‘in yaratıcısı ve kendisi olan MacFarlane’nin rahat ve gerçekten komik olduğu tek an, Ted olarak sahnede olduğu ve Oscar sonrası seks partisinin nerede olacağını merak ettiği sahneydi. Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema (Oscarlıklar vs vs – 4)

Salmon Fishing in the Yemen [Lasse Hallström – 2012]

salmon-fishing-in-the-yemen

Bu oldukça hafif, biraz uçuk ama izlemesi keyifli İngiliz romantik komedisi, her nasılsa 3 dalda Altın Küre’ye aday (Komedi Filmi, Erkek Oyuncu ve Kadın Oyuncu) oldu. Bu yüzden de Altın Küre’yi düzenleyen Hollywood Yabancı Yazarlar Birliği de çok eleştirildi. Filmi, izlemesi çok keyifli. Biraz fantastiğe kaçsa da Emily Blunt ve Ewan McGregor’u yan yana izlemek bile kafi. Zaten İngiliz romantik komedilerin cazibesi de malum. Lakin, yılın en iyilerinden mi derseniz, gülerim.

Hodejergene (Headhunters) [Morten Tyldum – 2011]

hodejergene

Bu Norveç yapımı gerilim-aksiyon, geçen yıl tüm dünyada bayağı popülerdi. Hatta bizde de İstanbul Film Festivali’nde oynamış, dikkatimden kaçmış. Denildiği kadar var, harika bir aksiyon. Mekik gibi işleyen bir senaryosu var ve gerek rejisi, gerekse oyunculuklarıyla gerçekten hakkını veren bir film. Rahatlıkla son yıllarda izlediğim en iyi aksiyon diyebilirim. İskandinav sinemasını daha çok yakın takibe almak gerek. Daha fazlasını oku…

Bir Ticaret Kavmi Ülkesi: Lübnan – II

17/02/2013 2 yorum

Beyrut’tan denizi takip ederek kuzeye doğru 34 km gittiğinizde Byblos sizi karşılıyor. Kasabanın yeni adı Jabil olsa da, her yerde tarihi adı olan Byblos biliniyor. Burası 10000 yıllık tarihi bir kent. Tarihi kalıntılar müze haline getirilmiş gayet geniş bir alanda bulunuyor. Bu kalıntıların çevresi ise turistik bir merkez. Çok şirin bir limanı, cafeleri, restaurantları, Arnavut kaldırımlı sokaklı çarşısı bulunuyor. Biz de arabamızı kentin girişine park ederek arşınlamaya başlıyoruz kaldırımları. Turistik dükkanları biraz geçince karşımıza müze geliyor.

Byblos-4

Byblos’un güney tarafı, kocaman bir plaj var

Byblos-1

Byblos Çarşısı

Müze, eski Byblos kentinin tamamını kapsıyor. Oldukça geniş bir kent. Rahatlıkla gördüğüm en büyük antik kent olduğunu iddia edebilirim. Her yerde çeşitli kalıntılar var. Finikeliler bu kenti, Beyrut’tan da önce ana ticaret limanı olarak kullanıyormuş. Mısır ile yoğun ilişkisi varmış. Tabii başta Anadolu olmak üzere diğer Akdeniz limanları da bu trafikte vardır. Dolayısıyla geleni gideni bol, zengin ve kültür düzeyi yüksek bir antik kent. İlk alfabelerden olduğu söylenen Finike Alfabesi de buradan çıkma. Hal böyle olunca kent de büyümüş, her ne kadar şu an sadece ana kale ayaktaysa da, diğer kalıntıları görmek mümkün. Tabii kent, yüzyıllar boyunca kullanılmış. Hatta kaleyi en son Osmanlı, garnizon olarak kullanmış. Şu anda bile arkeolojik alan çevresinde yoğun biçimde yerleşim mevcut. Daha fazlasını oku…

Bir Ticaret Kavmi Ülkesi: Lübnan – I

13/02/2013 1 yorum

Yılbaşı gecesi Filiz ile Engin, Beyrut’a gideceklerini söylediklerinde çok düşünmedim üzerinde. Hemen yıllık iznimi ayarlayıp biletimi aldım. Beyrut ve dolayısıyla Lübnan, pek tercih edilmeyen bir tatil rotası. Sebepleri çeşitli tabii ama 20 yıl önce iç savaşı bitirebilmesi ve çevresinde hala savaş(lar) olması ana etken. Kuzey ve doğu komşusu Suriye’de 2 yıldır savaş var! Zaten güney komşusu Filistin’de 60 yıldır çatışma devam ediyor. Hal böyleyken insan korkuyor. Biraz haklı biraz da haksız bence. Çünkü orası da dünyanın bir köşesi ve görülmeyi bekliyor. Üstelik harika bir iklimde, verimli ve tarihi topraklar üzerinde. ‘Doğunun Paris’i demeleri, inanın, boşuna değil. Yazı(lar) boyunca detaylara da girerek size Lübnan’ı, kültürüyle, tarihiyle, insanlarıyla açıklamaya çalışacağım.

9 Şubat Cumartesi akşamı uçağımıza binerken, ne kadar istekli de olsak açıkçası biz de pek ne ile karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Aldığımız duyumların kimi iyi kimisi de kötüydü. Mesela otelimizi ayarlamıştık lakin çok büyük şüphelerim vardı. 10’u biraz geçe uçağın tekerlekleri yere değince bir alkış koptu. Evet, biz artık Orta Doğu’dayız. İnsanların, hala pilotu kutladıkları bir kültür burası. Bunu negatif anlamda belirtmiyorum, insanların sıcakkanlılıklarının bir göstergesi bu. Bunun diğer emarelerini de gezi boyunca gördük zaten.

Daha havadayken, hostesimiz bize birer form verdi. Meğerse her yabancı ülke vatandaşı, ülkeye girerken bu formu doldurması gerekiyormuş. Pasaport bilgilerini ve kalacağınız yeri sorgulayan bir form. Havada doldurunca, pasaport kontrolünde beklemedik ve hemen ülkeye giriş yaptık. Bu arada Lübnan, Türkiye’den vize istemiyor ve saat dilimi de aynı. Çıkarken hemen arabamızı kiraladık. Bej bir Kia Picanto. Yarı otomatik, benzinli bir şehir arabası ama sağ olsun şehirler arasında da bize sorun çıkarmadı. 4 günlük kiralamayı 180 dolar vererek hallettik. Bu arada, 2-4 kişiseyniz araba kiralamak gayet mantıklı. Çünkü hem gidilecek yer bol, hem de taksilerle uğraşmak yorucu ve pahalı olabilir. Duyduğumuza göre, tamamen pazarlık usülü işliyormuş ve kazıklama tarifesi hep iş başındaymış.

Kia Picanto

Arabamız (Şoför mahallinde Engin, yanında ben)

Daha fazlasını oku…

Gaziantep İzlenimleri – III

04/02/2013 1 yorum

Pazar sabahı biraz daha sıcak bir Gaziantep bulduk karşımızda. Kaldırımlardaki karlar/buzlar neredeyse tamamen erimişti. İki stresli adam olarak önce, akşam kaybolmamak adına Havaş’ın yerini bulmak istedik. Çünkü havaalanına tek toplu taşıma kendileri, kaçırdın mı bitti! 😀 (ya da taksiye bayılacaksın) Emniyet Müdürlüğü’nün arkasındaki bir sokakta Havaş’ı bulunca içimiz rahatladı. (Antep tipik bir Anadolu şehri olarak, tüm devlet daireleri yan yana!) Ondan sonra kahvaltıya hazırdık. Bir önceki günün tavsiyesi üzerine Aşina’ya gittik. Birer yuvalama ısmarladık ve afiyetle içtik. Gerçekten çok güzel bir çorba, hafif ekşili. Anneannem bazen yapar zaten de bu suyundan mıdır nedir, farklıydı. 😀 Ardından dayanamayıp bir porsiyon baklava istedim. Gayet güzeldi o da, İmam Çağdaş’tan bir tık altta olsa da.

2013-01-13 11.17.16

Aşina’daki yuvarlama

Yedik içtik, müze vaktidir artık. Bayazhan’ın üst katında bulunan Kent Müzesi’ne gittik. Giriş 1 TL, onu da sesli kılavuz için alıyorlar. Gaziantep hakkında ne varsa bulabileceğiniz bir yer. Tarihinden, Kurtuluş Savaşı savunmasına, baklavasından el sanatlarına, sosyal hayatından sanayisine. Gayet güzel hazırlamışlar, takdir ettim. Oradan çıkınca da Bakırcılar Çarşısı’nı şöyle bir dolaştık. Gerçi pazar olduğundan çoğu dükkan kapalıydı ama olsun. Zaten turizme yönelik yapılmış, bakırcıların yan yana ve karşılıklı dizildiği bir sokak. Otantikliğinden gayrı pek özelliği pek yok. Daha fazlasını oku…

Hayattan Notlar

  • Kısa kısa konudan konuya atladığım bu köşeye nicedir uğramıyordum. O yüzden bayağı konu birikti. Artık bu kadar biriktirmeme niyetindeyim. Umarım aksi olmaz.
  • Önce mekanlardan başlayalım. Bildiğiniz üzere yeme-içme sektörü son birkaç yılda atağa kalktı. Ardı ardına şık yerler, yabancı lüks zincirlerin şubelerini ülkemizde de görür olduk. Hatta Ferit Şahenk, Dream Group adı altında bayağı marka topladı. Şimdi de ünlü müzik organizasyon grubu Pozitif Live’i alıyormuş. Kendi kendime “Yuh!” dedim, neyse ki Babylon kapsam dışıymış.
  • Belçika menşei lüks fırın Le Pain Quotidien, İstanbul’da 6 şubeye ulaştı. Ben birkaç ay önce bir arkadaşımla Suadiye’deki şubesine kahvaltıya gittim. Ortamı gayet nezih ve şık. İnsanların iş toplantılarını da gerçekleştirebileceği büyük masalar mevcut. Mekan esas cafe tarzı olsa da içinde fırın var, sadece ekmek veya kahvaltılık malzeme alıp çıkabiliyorsunuz. Kahvaltı menüsü öne çıksa da diğer ana yemekler de mevcut menüsünde. Ben önce bir menemen aldım (tipik haftasonu kahvaltım 😀 ), küçük bir porsiyon geldi ama gayet lezizdi. Yumurtaların ve diğer tüm malzemelerin organik olduğu belirtilmişti menüde, fark hissediliyor gerçekten. Arkadaşım çikolatalı kruvasan aldı ve beğendi. Sonra da ben bir browni ısmarladım. Önüme altı kağıtlı kupkuru görünümlü simsiyah bir kek geldi. Görünüş negatifti ama tadı harikuladeydi. Fiyatlar adam başı 20-30 TL arası, denemeye değer.
  • Kahvaltı demişken, daha önce yazmış olabilirim lakin son 1.5 yıldır belli aralıklarla Anadolu Hisarı’ndaki Göksu Cafe’ye gidiyorum ve çok beğeniyorum. Kaliteli, leziz ve uygun fiyatlara sahip. Daha fazlasını oku…

Engellilik ve Cinsellik: De Rouille et D’os ve The Sessions

Başlık biraz iddialı, evet. Cinselliği gayrı-resmi konuşmanın olağan, resmi konuşmanın ise tabu olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Suçu sadece kendimize atmamak lazım gerçi, çoğu kültür böyle lakin bizde uçlar biraz daha sivri. Küçük bir örnekle konuyu kapatalım: Anadolu’da değil el ele tutuşmak, kadının aile yanında erkeğe bakmasının hoş karşılanmadığı bir toplumda, hiç tanımadığınız bir adam Bursalı olduğunuzu duyunca kurduğu 10. cümlede Bursa’dayken gittiği genelevi anlatabiliyor.

Hem engelli biri olarak (tanımayanlar için, az seviyede ataxic cerebral palsy’yim), hem de kendi hayatı olan şehirli bir birey olarak; iki konuya gayet vakıfım. 😀 1 hafta içinde izlediğim 2 film, tam da bu konu üzerinde düşünmeme neden oldu. Düşüncelerimi de filmleri yorumlarken yazacağım. (Umarım bu yazı kötü bir yere gitmez 😀 )

628115-stephanie-marion-cotillard-dresseuse-orques

Ünlü Fransız yönetmen Audiard’un (bir önceki filmi Un Prophete muhteşemdi, izlemediyseniz kesin izleyin) yeni filmini her halükarda izleyecektim zaten. Konusu hakkında da en ufak fikrim yoktu. Böylece başladım De Roille et D’os (Rust and Bone/Pas ve Kemik)‘u izlemeye. Önce insan azmanı olarak tarif edebileceğim Alain’ın (Matthias Schoenaerts) oğluyla ablasına taşınmasını izliyoruz. Boş beleş bir insan ama bir barda bodyguard olarak iş buluyor. Bir gece çıkan kavgada tartaklanan Stephanie’ yi (güzeller güzeli Marion Cotillard) işi gereği eve bırakıyor. Ardından bir balina havuzunda eğitmenlik yapan Stephanie havuzda kaza geçiriyor ve bacaklarını kaybediyor. Tabii yoğun bir depresyona giriyor. Hiçbir şey yapmak istemiyor, filan (nedense tanıdık geldi :D). Bir gün öylesine Alain’ı arıyor, arkadaşça görüşmeye başlıyorlar. Alain, Stephanie’nin denize girmesini teşvik ediyor (ki bir engelli için harika bir terapidir, film de bunu çok yumuşak bir şekilde anlatıyor, Audiard farkı!). Derken konuşmalar daha derine kayıyor zamanla. Alain nasıl diğer günlük işlerinde Stephanie’ye yardımcı oluyorsa, cinsellikte de yardımcı olmayı teklif ediyor. (Tamam, sonuçta Marion Cotillard var karşısında ama bu etkiyi bertaraf edin) Stephenie’nin bu konuda verdiği ilk cevap tüylerimi ürpertti: “Kazadan sonra bir daha asla seks yapabileceğimi düşünemedim. Eskiden erkeklerin bana bakmasından zevk alırdım. Şimdi ise onların gözünde bir hiçim!” (Tam bu kelimeler olmasa da yakın anlamda) Tabii basit gözüken bir seks, zamanla başka bir şeye dönüşüyor.
Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema (Oscarlıklar vs vs – 3)

Arbitrage [Nicholas Jarecki – 2012]

New York’lu ünlü bir iş adamının, iş hayatındaki çalkantılı dönemiyle özel hayatında yaşadığı ve metresinin öldüğü bir trafik kazası birleşince, geçirdiği gerilim ve stres dolu günlerini izliyoruz. Tek gerilim unsuru yerine iki unsur kullanarak ve bunları birbirleriyle etkinleştirerek zeki, tempolu ama klişelere mahkum kalan bir film izliyoruz. Tabii filmi taşıyan ana unsur; böyle rolleri kaçıncıya oynadığından deneyimli olan ve çok iyi bir performans veren Richard Gere. İzlerken keyifli geliyor olabilir ama unutulmaya mahkum.

lincoln

Lincoln [Steven Spielberg – 2012]

Spielberg’ün yeni filmi, tarihin en ünlü ABD başkanlarından birine yönelmesiyle ağdalı ve sıkıcı olarak gözüküyor dışarıdan. Gerçekten aynı konu başka bir senarist ve yönetmende sıkıcı olurdu. Ama senarist Tony Kurshner ve Spielberg öyle bir iş çıkarıyor ki teyatral olmasına rağmen aynı zamanda sinematografik, akıcı ve hayran kalınası bir film. Spielberg’e neden ‘dahi çocuk’ denildiğinin bir kanıtı adeta. Oyuncuklar başka bir izleme nedeni. Daniel Day-Lewis yine döktürürken, diğerleri de hiç aşağı kalmıyorlar. Senenin ve Oscar adayları arasında en iyilerden biri (ilk üçte adaylar içinde bence). Ama geleceğe kalır mı, şüpheli!
Daha fazlasını oku…

Gaziantep İzlenimleri – II

Bir öncek yazı, Zeugma Müzesi’nde noktalanmıştı. Çıkınca şehir merkezine doğru geri yürüdük. Merkeze ulaşmadan stadın hemen yanında konuşlanan ve dışarıdan alâlâde gibi bir yer gözükmesine rağmen aslında gayet ünlü olan Ciğerci Mustafa’ya girdik. Adı üzerinde ciğerci olan bir mekanda ciğer ısmarladık. Biz demeden bol karışık salatamız geldi. O kadar acıkmışız ki salataya daldık direkt. Ardından kalın pide üzerinde iri iri doğranmış ciğerler geldi. Gerçekten çok iyi bir etten yapılmış ve gerek görünümü gerekse tadıyla sizi doyuran bir ciğer bu. Ama esas şoku hesabı öderken yaşıyorsunuz. Sadece 7.5 TL tutuyor bu güzel tat, içecek dahil! Çıkışta hesap hakkında bayağı geyik çeviriyoruz Ozan ile!

Oradan Ozan ile “İlk baklavamızı yesek mi?” diyoruz ama ben önce yol üzerindeki kaleye bakalım diyorum. Sonuçta devlet dairesidir, erken kapanır malumunuz. Kaleye girmek için niyetlenirken güleç yüzlü güvenlik görevlisi karşımıza çıkıp kalenin kapalı olduğunu belirtiyor. Meğerse 3 hafta önce bir gece, kalenin girişindeki köprü çökmüş. Bu yüzden de kale belirsiz bir süreliğine kapalıymış, köprünün tamirinin de ne zaman yapılacağı belirsizmiş. Görevliyle Antep yemekleri hakkında biraz daha konuştuktan sonra, artık vazgeçilmez olanı gerçekleştirmek üzere baklava yemeye gidiyoruz. Hedef İmam Çağdaş.

2013-01-12 15.58.30
Daha fazlasını oku…

Gaziantep İzlenimleri – I

17/01/2013 2 yorum

Anadolu’yu gezme maceram Güneydoğu’nun batıya açılan kapısı Gaziantep’le devam ediyor. Gayet soğuk bir haftanın İstanbul’da daha ılıman bir havaya meylettiği 11 Ocak Cuma akşamı Antep uçağına bindik. Gayet hızlı yağan yağmur uçağı pek etkilemedi şansımıza. Yaklaşık 1.5 saat sonra ise karlı bir havada Gaziantep Havaalanı’na indik. Hava gayet soğuktu, hatta uçaktan çıkarken hostesler “Merdivenler buzlu olabilir, dikkatli olun!” uyarısı yaptı.

Diğer Anadolu havaalanlarından alışkın oluğum üzere, gayet kompakt bir havaalanına girdik. Uçaktan inip Havaş’a binmemiz 4 dakikayı bulmamıştır. Tabii haftasonu gezileri için bavul kullanmamam bagaj bekleme süremi sıfırlıyor. Kompakt ve aktif geziler için büyük bir sırt çantasıyla yetinmenin, zaman dahil sürüyle avantajı oluyor. Tavsiye ederim!  😀

9 TL tutan Gaziantep merkeze uzanan Havaş yolculuğu, gece ve kar yağışlı olması sebebiyle sakin geçiyor. Ozan’la sohbet ederken bir yandan da çevreye göz atıyorum. Yerlerde oluşan 2-3 cm’lik kar tabakası altında Gaziantep, ilk bakışta karasal iklimin tüm özelliklerini taşıyan bir kent havası veriyor. 40 dakika içinde şoförün “Öğretmenler Evi!” uyarısıyla indiğimizde birkaç dakika salak salak etrafa bakıyoruz. Hemen bir taksi şoförü atlıyor: “Abi nereyi arıyorsunuz?” Cevabı alınca “Abi arkanızda!” deyip kafasını çeviriyor. Gerçekten de biraz ötedeki binadaki kocaman “ÖĞRETMEN EVİ” yazısı bizi biraz mahçup ediyor. Yeni yağmış ve devam etmekte olan karın etkisiyle gayet kayganlaşan merdiveni oldukça yavaş inip buradaki istirahathanemize  giriyoruz. Hemencecik odamıza çantaları atıp geri çıkıyoruz. Resepsiyondaki görevlinin tavsiyesiyle Bayazhan tarafına yürüyoruz. Daha fazlasını oku…