Bir Ticaret Kavmi Ülkesi: Lübnan – III
Pazartesi sabahı, biraz daha erken kalktık. Hedefimiz 2 saat uzakta denilen Baalbek. Yolumuz belki kısa ama yolu bilmediğimizden uzun süreceğinden korkuyoruz. Engin de hava aydınlıkken gidip gelmek istiyor haliyle. Kahvaltıdan sonra direkt şehir merkezine uğruyoruz. Çünkü, ülkedeki 3. günümüz olmasına rağmen, hala detaylı bir haritamız yok. Downtown’da bir kırtasiye bulup kapsamlı bir harita ediniyoruz. Ardından hızlıca yola koyuluyoruz.
Önce Beyrut’tan çıkabilmemiz gerek tabii. Otobana bağlanmak için bayağı uğraşıyoruz. Caddeler hep birbirine benziyor ve cadde isimlerini bir türlü göremiyoruz. Sonunda birkaç yere yol sorarak otobana bağlanmayı başarıyoruz. Tabii otoban dediğim yolu, bizdekiler gibi zannetmeyin. Şehirler arası yoldan halllice. Zaten Beyrut çıkışında Lübnan Dağları’na tırmandığınız için, yol resmen Bursa-Uludağ yoluna çevriliyor. Bir de yağmur bastırınca yol iyice sevimsiz oldu. Bir an kendimi sonbaharda Sarıalan’a çıkıyor gibi hissettim. Bizdeki köy evlerinin yerini gecekondular almış. Çok ciddi bir rakım almamıza rağmen hala çevrede yığınla ev olması, Lübnan’ın bir başka yüzünü görmemizi sağladı. Sonuçta, Orta Doğu’nın sayılı kentlerinden birindeyiz ve her büyük kentin mutlaka yoksul bir kesimi de vardır.
Bekaa Vadisi’ne tepeden bakış
Bekaa Vadisi’ne tepeden bakış-2
Tüm bunlar olurken saate baktığımda, şehir çıkışında çok zaman kaybettiğimizi görüyorum. Üstelik yolun iptidai hali, yağmur ve tabii bilinmeyen bir istikamete doğru yol almamız, yavaş ve dikkatli olmamıza yol açıyor. Çok geçmeden Beyrut’u tamamen arkamızda bırakıyoruz. Yükselme bitince, hafiften inmeye başladık. Yol kenarlarında karlar gözükmeye başladı. Hava besbelli ki çok soğuk. Yanıma aldığım kazağı giyiyorum. Ardından hiç beklemediğimiz bir manzarayla karşılaşıyoruz. Uzaktan, yemyeşil Bekaa Vadisi gözüküyor. Manzara gerçekten çok güzel. Vadi, iki sıra dağın arasında son derece bereketli ve canlı gözüküyor. Daha da indikçe, daha güzel görünüyor. Bir benzinlikte duruyoruz, Filiz hemen çıkıp olabildiğince fotoğraf çekiyor. Bir çıkmaya niiyetleniyorum ama hava buz gibi. Sanki bir önceki gün, deniz kıyısında T-shirt ile yürümemişim gibi.
Zahle’deki Dionysos Heykeli
Bekaa Vadisi seviyesine inince, kasabaya giriyoruz. Haritaya bakıyorum, birkaç kilometre arayla çeşitli köyler ve kasabalar gözüküyor. Ama resmen iç içeler. Yolu kaçıracağız, diye endişeliyim. Biraz daha gidince, Zahle kasabasına giriyoruz. Biraz park edip etrafta dolanıyoruz. Orta Doğu olmasına rağmen farklı bir yapısı olduğu besbelli. Geniş bir cadde üzerinde, küçük dükkanlar göze çarpıyor. Caddenin ortasından çok fazla debisi olmayan bir dere akıyor. Ama bana garip gelen tam meydanında ünlü Yunan şarap tanrısı olan Dionysos’a ait bir heykel bulunması. İçerde kalmış bir kasabada pek beklemeyeceğim bir eser açıkçası.
Yol üstündeki barikatlardan biri
Ardından hemen yola devam ediyoruz. Yol, nasılsa, daha iyileşiyor. Düzleşmenin de etkisi var tabii. Biraz gittikten sonra bir yol barikatına denk geliyoruz. Askerler her aracı dikkatle gözlemliyor. Engin biraz yavaşlasa da etrafına bakmadan barikatı geçti. Hemen arkasından Arapça bir bağırma geldi. Doğal olarak Engin kenara çekip durdu. Bir asker koşarak bize gelip dönün işareti yaptı. Arabayı döndürüp barikatın yanına geçtik. Arapça bilmediğimizi anlayan askerler, İngilizce bilen bir asker çağırdı. Gelen asker, kibar bir şekilde pasaportlarımızı istedi. Dikkatlice inceledikten sonra, Engin’i çıkartıp bagajı açtırdı. Bu arada sorular sormaya başladı. İlk soru, doğal olarak, “Burada ne arıyorsunuz?” ve “Nereye gidiyorsunuz?” oldu. Sonra esas sorular gelmeye başladı:
– Arabada herhangi bir kesici alet, silah veya başka önemli bir şey var mı? (Muhtemelen uyuşturucuyu kastetti.)
– Hayır.
– Burada olmaktan korkmuyor musunuz?
– Hayır. Sadece gezmeye geldik.
Bu kısa ilginç sorgulamadan sonra asker, Engin’e pasaportları verdi. Dikkatli olmamızı ve her barikatta mutlaka askerlerle göz göze gelmemizi söyledi. Kısacası, uafk bir aramadan geçirildik ama dağların hemen arkasının Suriye olduğunu düşününce ve iç savaş yaşamış bir ülkede yolculuk ettiğimiz fark edince açıkçası oldukça mantıklı ve insani bir sorgulamaydı.
Bu zorunlu duraklamadan sonra hızla devam ettik. 20-30 dakika içinde Baalbek’e vardık. Bizi altın renginde kubbesi ve minareleri olan bir cami karşıladı. Biraz ilerde ise antik kentin başlangıcı fark ediliyordu.
Baalbek’teki camii
Müzenin dışında kalan kalıntılar
Baalbek Tapınakları’na giriş
Baalbek’ten bir kare
Baalbek, oldukça eski bir kent. Konumunu göz önünde bulundurunca, ne kadar stratejik bir noktaya kurulduğunu anlıyorsunuz. Tam Bekaa Vadisi’nin girişine konuşlanmış olan kent, günümüzdeki en iyi korunmuş Roma Tapınağı olarak kabul görüyor. Zaten 1994’te UNESCO tarafından koruma altına alınmış. Antik kalıntıları görünce hayran kalmamak gerçekten olanaksız. Oldukça hareketli olan bu topraklarda, tapınakların bu kadar güzel nasıl korunabildiği meçhul. Kent esas olarak, tapınaklardan oluşuyor bile diyebiliriz. Zaten koruma altına alınmış alanda 3 büyük tanrıya adanmış tapınak bulunuyor: Fırtına Tanrısı Jüpiter, Güzellik Tanrısı Venüs ve Anadolu Şarap Tanrısı Bakkus (hemen yukarıda yazdığım Zahle’deki Dionysos Heykeli daha mantıklı geliyor şimdi). Bilhassa Bakkus Tapınağı, neredeyse tamamen ayakta. Gezerken bu güzelliğin nasıl inşa edildiğini merak ediyorsunuz. Çevresine oldukça hakim bir konumdaki kentten çevreyi seyretmek de çok hoş. Gerçek tarihi daha eskilere dayansa da esas olarak MÖ 1. yüzyıldan MS 8. yüzyıla kadar aktif olarak kullanılmış ve Orta Doğu’nun önemli kentlerinden biri olmuş.
Amfi-tiyatroda poz verirken
İkinci ana tapınak
Gezi kardeşliği
Koca müzede yalnız olmanın verdiği keyif!
Mevsimin kış, günlerden de pazartesi olduğundan size tüm kenti yalnız gezdiğimizi söylesem şaşırmazsınız umarım. Hal böyle olunca, oldukça yayılmış bir halde, ferah ferah gezdik. Ta ki karnımız ciddi bir şekilde alarm verene kadar. Hele son tapınağı gezerken Filiz’e artık fotoğraf çekmeyi bırakması için sitem etmeye başlamıştım. Böylece Baalbek çıkışınde lokal bir lokantaya oturduk. Dışarıdan daha çok kasaba benziyordu lakin içeride lokanta havası daha baskındı. Birer kebap, salata, humus ve peynirli pide söyledik. Pidesi harikaydı, hem çok inceydi hem de peyniri oldukça lezizdi. Hatta direkt bir tane daha istedik. Kebap ise bildiğimiz Urfa’ydı ama o kadar açtım ki leziz geldi. Bir de burada (genel olarak Lübnan’da) salata içeriğini oldukça büyük doğruyorlar. Açıkçası oldukça hoşuma gittiğini söylemeliyim.
Baalbek’ten Lübnan Dağları’na bakış
Bakkus’a adanmış olan 3. tapınak (dış)
Başka bir kalıntı
Bakkus’a adanmış olan 3. tapınak (iç)
Biz arabaya binerken 3.5’u geçiyordu. Ama artık yolu bildiğimizden herhalde, oldukça hızlı ve sorunsuz bir dönüş yolculuğu geçirdik. Havanın kararmasına yakın barikatları arttırmışlardı ama artık nasıl davranacağımızı bildiğimizden sorun yaşamadık. Ayrıca tam Zahle’den geçerken benzinliğe girdik, depoyu doldurmak için ve bir Türk vatandaşına komik gelecek bir rakam ödedik. Bir depoyu tam 28 dolara, yani 50 TL’nın altına doldurduk. Hayıflanmamak elde değil, değil mi?
Baalbek’teki yemek
Beyrut’a dönüş yolculuğundan bir kare
Daha 5’i ancak geçiyordu Beyrut’a girdiğimizde. Yoğun bir trafik vardı. Biraz trafikten dinlenmek adına, Engin yol üstündeki bir pastahanede durdu. Filiz’in resmi doğumgününü kutlamak adına, birer küçük pasta aldık. Hatta Filiz’inkinin üstüne ufak bir meşale yaktık, oldukça keyifli oldu. Sonra orada bir tepside bir şey vardı. Ne olduğunu sorunca “Künefe” cevabını alacağımızı düşünememiştik. Bizim bildiğimize benzemese de bir porsiyon istedik. Tadınca büyük bir kahkaha attık. Yedimiğiz en kötü künefeydi! Ki biz dünyanın en iyi künefesini de yemiş insanlardık (Antakya – Çınaraltı). Bariz berbattı. Sonra yanında şerbet olduğunu fark ettik. Dökünce güzelleşir sandık ama daha da kötüleşti. 😀
Filiz’in resmi doğumgünü pastası
Dünyanın en kötü künefesi
Otele dönünce biraz dinlenip yine dışarı çıktık. Bu sefer yürüyerek Hamra’yı dolaştık. Yürürken Filiz’in gözü bir cafeye takıldı. Adı Cafe de Prague’tı. Gezimiz dolayısıyla Filiz, Ece Temelkuran’ın Beyrut’ta geçen bir romanını okuyordu ve bu cafeyi oradan hatırlamış. Girelim dedik. Girince, şaşırtıcı bir gelişme daha yaşandı çünkü arka planda Dolapdere Big Gang çalıyordu. Oldukça güzel bir his o anda. Oturduktan sonra oldukça farklı türler arasında müziğin gezindiğini anladık ama hepsi kaliteliydi. O gece orada Türkçe ilahi de, Sting de, harika caz klasikleri de, Marlene Dietrich’in ünlü klasiği ‘Lili Marleen’ de çaldı. Cafenin dekoru da oldukça sadeydi. Ufak masalarda müşteriler birbirinden bağımsız sohbet ediyorlardı. Bir duvarda, boylu boyunca perde vardı. Sonradan bunun arkasında tuvalet olduğunu anladık, oldukça zekice bir iç tasarımdı. Biz otururken Filiz ile ikişer kadeh yerel şarap aldık, ben bir de oldukça leziz bir çikolatalı kek aldım. Bir başka hamle benim bu cafeyi daha da sevmeme yol açtı: Projeksiyondan sessiz olarak Ingmar Bergman’ın Skammen‘ini gösterdiler. Belki izlemek için değildi ama dekor da olsa çok hoştu. İstanbul’da neden böyle bir cafe yok diye çok hayıflandım o gece. Hem böyle geniş bir şarkı yelpazesine sahip olacak, hem dingin olacak, hem de Bergman gösterecek. Yakınını bile bilen lütfen bana haber versin!
Cafe de Prague
Çıkınca, biraz da eğlenelim diye February 30 sokağına gittik. Oldukça kalabalık bir bara girdik. Birer bira söyledik. Hafta içi olmasına rağmen adım atacak yer yoktu! Dışarıda ancak masa bulabildik. Barın en dibinde DJ koltuğunda, pek alışkın olmadığımız üzere, kelli felli iri yarı bir adam oturuyordu. Çaldığı müzikler gayet coşturucuydu. İki tane de Tarkan çaldı. Bayağı eğlendik.
Beyrut geceleri
February 30 Sokağı özel peçetesi : (Türkçe olarak)
Sevgili ayık arkadaş (eğer varsa) Ben February 30’a gittim ve şu an kayboldum. Lütfen beni …’ya götür ve ücreti öde. Para için pantolonuma, sütyenime, gömleğime, şapkama, eteğime, çoraplarıma, çantama, boxer’ıma veya tangama bak. Teşekkürler.
Gecenin kaçıydı hatırlamıyorum, oradan ayrıldığımızda. 😀 Direkt otele gidip ufak bir duş alıp yattım. Öyle bir sızmışım ki anlatamam.
Sonraki yazı: Beyrut şehir içi, kayalar, Ulusal Müze ve dönüş yolculuğu
Fotoğraflar: Filiz DÜMBEK
Son Yorumlar